Ahlâk ve yozlaşmak arasında

Yozlaşma; “toplumsal yozlaşma, idarî yozlaşma, kültürel yozlaşma” gibi başlıklar altında ele alınabilir. Bu anlamda toplumun değerlerini kaybetmesi “toplumsal yozlaşma”; rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, kamu hizmetlerinde dürüstlüğün yitirilmesi “idarî yozlaşma”; dilden davranışa kadar var olan kültürel kodların yitirilmesi de “kültürel yozlaşma” olarak kabul edilebilir. Kabaca yozlaşma, Farabî’nin “Medînetü’l-Fâzıla”sında üstünde durduğu erdemin kaybolması, değer yargılarının yitirilmesi ve erdemsizlik hâlidir.

BÜTÜN dünyada ağır sonuçları olan bir salgın yaşanıyor. Doğal olarak ülkemiz de bu salgından etkileniyor. Devlet gücü yettiğince önlemler alıyor, destekler yapıyor. Gönül çok daha fazlasını arzu ediyor elbette. Ancak mevcut imkânların durumunu da gözden ırak tutmamak lâzım. Salgınla ortaya çıkan ilginç bir durum var. Aşı randevusu alıp gitmemeyi bir iş zannetmekten tutun da bu salgın nedeniyle ülkenin karışmasını istemeye ve bunu beklemeye kadar; garip, fütursuz bir durum yaşanıyor. Yaşanan bu durumlar sadece salgınla da sınırlı değil ne yazık ki; sosyal yaşamdan komşuluk ilişkilerine kadar uzanıyor. Bu durum, bir akıl tutulması hâlinden başka bir şey değil. Bu akıl tutulmasının altında neler saklı, biraz ona bakalım.    

Eskiler, “Her şey zıddıyla kaimdir” derlerdi.  Yani bir şeyin zıddının olması, bir anlamda onun varlığını sürdürmesini sağlayan bir etken oluyor. Sonra, “Ettekraru velhasen velevkane yüz seksen” (Tekrar iyidir çok -yüz seksen- kere yapılmış olsa bile) derlerdi. Tam bu noktada yani her şeyin zıddıyla kaim olduğu ve tekrarın aslını yaşattığı noktada işler hiç de öyle gitmiyor. Bunun tam aksine, üzerinde en çok durulan ve durulması gereken ahlâk, etik ve değer gibi hususlar ya kayboluyor ya da önemini yitiriyor. Kaybolan ya da önemini yitiren hususlar,  ne zıddıyla kaim oluyor, ne de çok söylendiği için varlıklarını koruyabiliyor. Bunlar kaybolunca ne oluyor? Bunlar kaybolunca yozlaşma başlıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz akıl tutulmasının altında saklı olan şey de bu olsa gerek. Önce bunların ne olduğuna bakalım, kısaca, sonra da yozlaşmaya bakalım. 

Ahlâk, “İnsanın karakter yapısı, fiilleri, bunlarla ilgili değerlendirmeleri ve kişilerin davranışlarını tanzim eden genel kurallar bütünü”[1]dür. Kısacası ahlâk, bireysel ve toplumsal davranış kurallarıdır. Bir başka deyişle ahlâk, insanların birbirine ve topluma karşı sorumluluklarını belirleyen yaşam kurallarıdır. Ahlâk; din ve inanç kaynaklıdır ve hukuk tarafından biçimlendirilse de, hukukla birlikte olsa da hukuk gibi yazılı değildir. Ahlâkın önemini, Aristo, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir” diyerek ortaya koymuştur. Lokman Hekim’in, “Ahlâkı ahlâksızlardan öğrendim” sözü de ilginçtir.

Etik; ahlâk, din, hukuk ve değerler kapsamında, ahlâkın temelleri ile uğraşan bir olgudur. Etik kavramı, ahlâk ve ahlâkî davranış olarak da kabul edilebilir. Etik; neyin doğru, neyin yanlış olduğu noktasında odaklanır. Bir anlamda etik, ahlâkın felsefî boyutudur. Teoriler ortaya koyar. 

Ahlâkın, toplumu yöneten, diri tutan, hatta var eden, topluma ait değerler sistemi olduğunu biliyoruz. Değer de, ahlâka bağlı olarak  “iyi”yi ortaya koyan bir inanç ya da bir olgudur. Tutum ve davranışlardan düşünceye kadar hayatımızı belirleyip düzenleyen değerler, ahlâk kaynağından beslenmektedir. Değerler, aynı zamanda toplumun dinamizmidir; toplumu yaşatır ve gelecek nesillere emanet edilir.

Ahlâk, etik ve değer; “toplum” denilen organizmanın hem bir arada oluşunun temeli, hem de geçmişle bugünün, bugünle yarının arasındaki köprüdür. Bunlar din ve inanç orijinli olabildiği gibi evrensel nitelikte de olabilmektedir. Bunların en fazla bilinenleri, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmadır. Daha üst düzeyde olanı “diğerkâmlık” olarak da ifade edilen “is’ar”dır. Ahlâk, etik ve değerlerin varlığı ve kıymet-i harbiyesi, toplumsal barışın temel unsuru olmalarındandır.


Ahlâktan ve yozlaşmaya bir zemin kaybı

Ahlâk, etik ve değerin anlamını yitirdiği noktada yozlaşma başlamaktadır. Peki, yozlaşma nedir? Genel anlamıyla yozlaşma; mevcut bir sistemin bozulması, esasını kaybetmesidir. Yozlaşma, İngilizcede “dejenere” ve “dejeneration” kelimesi ile ifade ediliyor. Yozlaşma kabaca, “bozulma, aslının bozulması” olarak ifade edilebilir. Yozlaşmayı TDK, “Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, bozulmak, soysuzlaşmak, doğasındaki iyi nitelikleri sonradan yitirmek”[2] olarak tanımlamaktadır. Yozlaşmayı “iyi vasıflarını kaybedip soysuzlaşmış”[3] ve “fıtratına aykırı olarak yaratılışında var olan iyi ve güzel huylarını sonradan kaybetmiş olmak” olarak da tanımlamak mümkündür. Yozlaşma; insanın olumsuz ve dürüst olmayan fiillerde bulunması hâli ya da bu eğiliminin ortaya çıkması ve ahlâkî çöküntü[4] olarak da tanımlanmaktadır. “Yozlaşan insan, insan idesinden gittikçe uzaklaşan, insana özgü olanı gerçekleştirmekten çok, insana özgü olmayan yanlarının öne çıktığı ve baskın duruma geldiği insandır.”[5]

Yozlaşma; “toplumsal yozlaşma, idarî yozlaşma, kültürel yozlaşma” gibi başlıklar altında ele alınabilir. Bu anlamda toplumun değerlerini kaybetmesi “toplumsal yozlaşma”; rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, kamu hizmetlerinde dürüstlüğün yitirilmesi “idarî yozlaşma”; dilden davranışa kadar var olan kültürel kodların yitirilmesi de “kültürel yozlaşma” olarak kabul edilebilir. Kabaca yozlaşma, Farabî’nin “Medînetü’l-Fâzıla”sında üstünde durduğu erdemin kaybolması, değer yargılarının yitirilmesi ve erdemsizlik hâlidir.

Yozlaşmanın nereden ve nasıl başladığı ve nasıl bütün her şeye yayıldığı konusu kesinlik kazanmış değilse de kültürel değerlerin yitiminin başlangıç noktası olduğu görüşü daha ağır basmaktadır. Kültürel değerlerin yitimi, birçok yitiminin abcsi sayılabilir. Atilla İlhan’ın, “Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk mûsikîsine sövmeyi, Dîvan şiirini hor görmeyi; buna karşılık, kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlâna, Dante’den küçüktü. Itrî ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti. Oysa bir kere, yaptığımız Batılılaşmak değildi; ikincisi, Batı bizim sandığımız gibi değildi; üçüncüsü, Batı’nın ulaştığı yer, özenilecek bir yer değildi”[6] şeklindeki tespiti de bu düşünceyi desteklemektedir. Yine de yozlaşmanın nasıl ve nerede başladığının tespitini yapmak zordur. Bununla ilgili olarak çok bilinen bir öykücük anlatılır.

“Siz siz olun…”

Öykü bu ya, bir gün ateş, su ve ahlâk, bir yerde bir araya gelmişler, tanışmışlar. Birbirlerini sevmiş olacaklar ki, hoş bir sohbete dalmışlar. Güzel sohbet uzadıkça uzamış. Nihayet, sohbetin bir yerinde gelecekle ilgili bir tedbir düşüncesiyle kendilerini tanıtmaya başlamışlar. Söze önce ateş başlamış, “Ben ateşim” demiş. “Ben, aşığım; kimi zaman karanlıklarda, kimi zaman soğuklarda ısınma nedeniyim. Ben ateşim; kimi zaman güneşim, kimi zaman bir kor parçasıyım. Hem çok iyiyim, hem de çok kötü. İnsanlara iyiliğim çoktur. Benden istifade ederler. Ancak hoşuma gitmediğinde, sinirlendiğimde, önüme ne gelirse yakar giderim. Hatta yangın olurum, insanları ansızın yakalarım” demiş ve eklemiş: “Benimle aranızı iyi tutun...”

Ateş sözlerini bitirince söze su başlamış. “Ben suyum… Bütün canlılar için hayat kaynağıyım. Varlığım bu kadar güzelken, yokluğum çok kötüdür. Ben olmazsam, hiçbir canlı yaşayamaz. Her hayatta ben varım. Benim olduğum yerde hayat vardır. Ancak benim de kızgınlığım kötüdür. Kızdığımda bazen sel olurum, bazen bir fırtınayla gelir, ne varsa yutarım” demiş ve eklemiş: “Benimle de aranızı iyi tutun…”

Sohbetin bu güzel ânında sıra ahlâka gelmiş. Ahlâk da konuşmaya başlamış: “Ben ahlâkım. Hayat düzeninde bambaşka bir yere sahibim. Varlığım, düzen ve intizamın adıdır. Ancak benim hiçbir kötülüğüm yoktur. Kimseyi de tehdit etmem, kimseye zarar vermem. Yangın olmam, sel olmam…”

Sohbet bu minvâl üzere devam ederken, ateşin aklına bir şey gelmiş ve hemen söze girmiş ve “Ben bu arkadaşlığı çok sevdim. Her ikiniz de çok değerlisiniz. Bu arkadaşlığın devam etmesini isterim. Birbirimizi kaybetmeyelim isterim. Hani olur da bir gün birbirimizi kaybedersek, nasıl buluşacağız?” diye sormuş. Bu soruyu önce su cevaplamış. “Beni kaybederseniz, bulmak çok kolay” demiş ve devam etmiş: “Bir yağmur gördüğünüzde sakın kaçmayın. O yağmura yaklaşın, ben mutlaka orada olurum ve beni bulursunuz.” 

Sorunun sahibi ateş söz almış, “Beni de bulmak kolay” demiş ve eklemiş: “Bir duman gördüğünüzde, bir sıcaklık hissettiğinizde hemen yaklaşın. Ben orada olurum, beni bulursunuz.”

Ateş ve su, ahlâka dönmüş ve merakla sormuşlar: “Ahlâk, ya seni kaybettiğimizde nerede, nasıl buluruz?”

Ahlâk, derin bir suskunluktan sonra cevap vermiş. “Siz siz olun, sakın beni kaybetmeyin!” demiş ve eklemiş: “Beni bir defa kaybederseniz, bir daha kolay kolay bulamazsınız…”

Ne dersiniz, yukarıda yazdığımız akıl tutulması hâli; ahlâk, etik ve değerlerin yitilmesinden mi kaynaklanıyor, yoksa daha başka sebeb/ler/i mi var?



[1] Kılıç, R. (2003). Ahlâkın Dînî Temeli, Ankara: TDV, ss. 2

[3] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi XX. (1986). “Yozlaşma”, İstanbul: Gelişim Yayınları, ss. 12596.

[4] Gerald, E. Caiden (1988). “Toward a Genaral Theory of Official Corruption”,  Asian Journal of Public Administration, Cilt:10, Sayı:1, ss.7.

[5] Tepe, Harun (2007). “Etik Bakış Açısından Yozlaşma”, Felsefelogos, Sayı: 33–34, ss. 18.

[6] İlhan, Attila (2018). Hangi Batı? İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları