BÜTÜN dünyada ağır
sonuçları olan bir salgın yaşanıyor. Doğal olarak ülkemiz de bu salgından
etkileniyor. Devlet gücü yettiğince önlemler alıyor, destekler yapıyor. Gönül
çok daha fazlasını arzu ediyor elbette. Ancak mevcut imkânların durumunu da
gözden ırak tutmamak lâzım. Salgınla ortaya çıkan ilginç bir durum var. Aşı
randevusu alıp gitmemeyi bir iş zannetmekten tutun da bu salgın nedeniyle
ülkenin karışmasını istemeye ve bunu beklemeye kadar; garip, fütursuz bir durum
yaşanıyor. Yaşanan bu durumlar sadece salgınla da sınırlı değil ne yazık ki;
sosyal yaşamdan komşuluk ilişkilerine kadar uzanıyor. Bu durum, bir akıl
tutulması hâlinden başka bir şey değil. Bu akıl tutulmasının altında neler
saklı, biraz ona bakalım.
Eskiler,
“Her şey zıddıyla kaimdir” derlerdi.
Yani bir şeyin zıddının olması, bir anlamda onun varlığını sürdürmesini
sağlayan bir etken oluyor. Sonra, “Ettekraru velhasen velevkane yüz seksen” (Tekrar
iyidir çok -yüz seksen- kere yapılmış olsa bile) derlerdi. Tam bu noktada yani
her şeyin zıddıyla kaim olduğu ve tekrarın aslını yaşattığı noktada işler hiç
de öyle gitmiyor. Bunun tam aksine, üzerinde en çok durulan ve durulması
gereken ahlâk, etik ve değer gibi hususlar ya kayboluyor ya da önemini
yitiriyor. Kaybolan ya da önemini yitiren hususlar, ne zıddıyla kaim oluyor, ne de çok söylendiği
için varlıklarını koruyabiliyor. Bunlar kaybolunca ne oluyor? Bunlar kaybolunca
yozlaşma başlıyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz akıl tutulmasının altında saklı
olan şey de bu olsa gerek. Önce bunların ne olduğuna bakalım, kısaca, sonra da
yozlaşmaya bakalım.
Ahlâk,
“İnsanın karakter yapısı, fiilleri, bunlarla ilgili değerlendirmeleri ve
kişilerin davranışlarını tanzim eden genel kurallar bütünü”[1]dür. Kısacası
ahlâk, bireysel ve toplumsal davranış kurallarıdır. Bir başka deyişle ahlâk,
insanların birbirine ve topluma karşı sorumluluklarını belirleyen yaşam
kurallarıdır. Ahlâk; din ve inanç kaynaklıdır ve hukuk tarafından
biçimlendirilse de, hukukla birlikte olsa da hukuk gibi yazılı değildir.
Ahlâkın önemini, Aristo, “En bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve
ahlâkı harabe olan millettir” diyerek ortaya koymuştur. Lokman Hekim’in,
“Ahlâkı ahlâksızlardan öğrendim” sözü de ilginçtir.
Etik;
ahlâk, din, hukuk ve değerler kapsamında, ahlâkın temelleri ile uğraşan bir
olgudur. Etik kavramı, ahlâk ve ahlâkî davranış olarak da kabul edilebilir.
Etik; neyin doğru, neyin yanlış olduğu noktasında odaklanır. Bir anlamda etik, ahlâkın
felsefî boyutudur. Teoriler ortaya koyar.
Ahlâkın,
toplumu yöneten, diri tutan, hatta var eden, topluma ait değerler sistemi
olduğunu biliyoruz. Değer de, ahlâka bağlı olarak “iyi”yi ortaya koyan bir inanç ya da bir
olgudur. Tutum ve davranışlardan düşünceye kadar hayatımızı belirleyip düzenleyen
değerler, ahlâk kaynağından beslenmektedir. Değerler, aynı zamanda toplumun
dinamizmidir; toplumu yaşatır ve gelecek nesillere emanet edilir.
Ahlâk, etik ve değer; “toplum” denilen organizmanın hem bir arada oluşunun temeli, hem de geçmişle bugünün, bugünle yarının arasındaki köprüdür. Bunlar din ve inanç orijinli olabildiği gibi evrensel nitelikte de olabilmektedir. Bunların en fazla bilinenleri, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşmadır. Daha üst düzeyde olanı “diğerkâmlık” olarak da ifade edilen “is’ar”dır. Ahlâk, etik ve değerlerin varlığı ve kıymet-i harbiyesi, toplumsal barışın temel unsuru olmalarındandır.
Ahlâktan
ve yozlaşmaya bir zemin kaybı
Ahlâk,
etik ve değerin anlamını yitirdiği noktada yozlaşma başlamaktadır. Peki,
yozlaşma nedir? Genel anlamıyla yozlaşma; mevcut bir sistemin
bozulması, esasını kaybetmesidir. Yozlaşma, İngilizcede
“dejenere” ve “dejeneration” kelimesi ile ifade ediliyor. Yozlaşma kabaca, “bozulma,
aslının bozulması” olarak ifade edilebilir. Yozlaşmayı
TDK, “Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla
yitirmek, bozulmak, soysuzlaşmak, doğasındaki iyi nitelikleri sonradan yitirmek”[2]
olarak tanımlamaktadır. Yozlaşmayı “iyi vasıflarını kaybedip soysuzlaşmış”[3] ve “fıtratına
aykırı olarak yaratılışında var olan iyi ve güzel huylarını sonradan kaybetmiş
olmak” olarak da tanımlamak mümkündür. Yozlaşma; insanın olumsuz ve dürüst
olmayan fiillerde bulunması hâli ya da bu eğiliminin ortaya çıkması ve ahlâkî
çöküntü[4]
olarak da tanımlanmaktadır. “Yozlaşan insan, insan idesinden gittikçe
uzaklaşan, insana özgü olanı gerçekleştirmekten çok, insana özgü olmayan
yanlarının öne çıktığı ve baskın duruma geldiği insandır.”[5]
Yozlaşma;
“toplumsal yozlaşma, idarî yozlaşma, kültürel yozlaşma” gibi başlıklar altında
ele alınabilir. Bu anlamda toplumun değerlerini kaybetmesi “toplumsal
yozlaşma”; rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, kamu hizmetlerinde dürüstlüğün yitirilmesi “idarî
yozlaşma”; dilden davranışa kadar var olan kültürel kodların yitirilmesi de “kültürel
yozlaşma” olarak kabul edilebilir. Kabaca yozlaşma, Farabî’nin “Medînetü’l-Fâzıla”sında
üstünde durduğu erdemin kaybolması, değer yargılarının
yitirilmesi ve erdemsizlik hâlidir.
Yozlaşmanın
nereden ve nasıl başladığı ve nasıl bütün her şeye yayıldığı konusu kesinlik
kazanmış değilse de kültürel değerlerin yitiminin başlangıç noktası olduğu
görüşü daha ağır basmaktadır. Kültürel değerlerin yitimi, birçok yitiminin abcsi
sayılabilir. Atilla İlhan’ın, “Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk mûsikîsine
sövmeyi, Dîvan şiirini hor görmeyi; buna karşılık, kötü çevrilmiş Batı
klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan,
Leonardo’dan önemsiz, Mevlâna, Dante’den küçüktü. Itrî ise Bach’ın eline su
dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza
geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak
hastalığımız tepmişti. Oysa bir kere, yaptığımız Batılılaşmak değildi; ikincisi,
Batı bizim sandığımız gibi değildi; üçüncüsü, Batı’nın ulaştığı yer, özenilecek
bir yer değildi”[6]
şeklindeki tespiti de bu düşünceyi desteklemektedir. Yine de yozlaşmanın nasıl
ve nerede başladığının tespitini yapmak zordur. Bununla ilgili olarak çok
bilinen bir öykücük anlatılır.
“Siz
siz olun…”
Öykü bu ya, bir gün ateş,
su ve ahlâk, bir yerde bir araya gelmişler, tanışmışlar. Birbirlerini sevmiş
olacaklar ki, hoş bir sohbete dalmışlar. Güzel sohbet uzadıkça uzamış. Nihayet,
sohbetin bir yerinde gelecekle ilgili bir tedbir düşüncesiyle kendilerini
tanıtmaya başlamışlar. Söze önce ateş başlamış, “Ben ateşim” demiş. “Ben, aşığım;
kimi zaman karanlıklarda, kimi zaman soğuklarda ısınma nedeniyim. Ben ateşim; kimi
zaman güneşim, kimi zaman bir kor parçasıyım. Hem çok iyiyim, hem de çok kötü. İnsanlara
iyiliğim çoktur. Benden istifade ederler. Ancak hoşuma gitmediğinde,
sinirlendiğimde, önüme ne gelirse yakar giderim. Hatta yangın olurum, insanları
ansızın yakalarım” demiş ve eklemiş: “Benimle aranızı iyi tutun...”
Ateş sözlerini
bitirince söze su başlamış. “Ben suyum… Bütün canlılar için hayat kaynağıyım. Varlığım
bu kadar güzelken, yokluğum çok kötüdür. Ben olmazsam, hiçbir canlı yaşayamaz.
Her hayatta ben varım. Benim olduğum yerde hayat vardır. Ancak benim de
kızgınlığım kötüdür. Kızdığımda bazen sel olurum, bazen bir fırtınayla gelir,
ne varsa yutarım” demiş ve eklemiş: “Benimle de aranızı iyi tutun…”
Sohbetin bu güzel ânında
sıra ahlâka gelmiş. Ahlâk da konuşmaya başlamış: “Ben ahlâkım. Hayat düzeninde bambaşka
bir yere sahibim. Varlığım, düzen ve intizamın adıdır. Ancak benim hiçbir
kötülüğüm yoktur. Kimseyi de tehdit etmem, kimseye zarar vermem. Yangın olmam,
sel olmam…”
Sohbet bu minvâl üzere
devam ederken, ateşin aklına bir şey gelmiş ve hemen söze girmiş ve “Ben bu
arkadaşlığı çok sevdim. Her ikiniz de çok değerlisiniz. Bu arkadaşlığın devam
etmesini isterim. Birbirimizi kaybetmeyelim isterim. Hani olur da bir gün
birbirimizi kaybedersek, nasıl buluşacağız?” diye sormuş. Bu soruyu önce su
cevaplamış. “Beni kaybederseniz, bulmak çok kolay” demiş ve devam etmiş: “Bir
yağmur gördüğünüzde sakın kaçmayın. O yağmura yaklaşın, ben mutlaka orada
olurum ve beni bulursunuz.”
Sorunun sahibi ateş
söz almış, “Beni de bulmak kolay” demiş ve eklemiş: “Bir duman gördüğünüzde,
bir sıcaklık hissettiğinizde hemen yaklaşın. Ben orada olurum, beni bulursunuz.”
Ateş ve su, ahlâka dönmüş
ve merakla sormuşlar: “Ahlâk, ya seni kaybettiğimizde nerede, nasıl buluruz?”
Ahlâk, derin bir
suskunluktan sonra cevap vermiş. “Siz siz olun, sakın beni kaybetmeyin!” demiş
ve eklemiş: “Beni bir defa kaybederseniz, bir daha kolay kolay bulamazsınız…”
Ne dersiniz, yukarıda
yazdığımız akıl tutulması hâli; ahlâk, etik ve değerlerin yitilmesinden mi
kaynaklanıyor, yoksa daha başka sebeb/ler/i mi var?
[1]
Kılıç, R. (2003). Ahlâkın Dînî Temeli,
Ankara: TDV, ss. 2
[2]
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=yozlaşmak,
Erişim Tarihi: 10.06.2021
[3]
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi XX. (1986). “Yozlaşma”, İstanbul:
Gelişim Yayınları, ss. 12596.
[4]
Gerald, E. Caiden (1988). “Toward a Genaral Theory of Official
Corruption”, Asian Journal of Public Administration, Cilt:10, Sayı:1, ss.7.
[5]
Tepe, Harun (2007). “Etik Bakış Açısından Yozlaşma”, Felsefelogos, Sayı: 33–34, ss. 18.