Ahlâk ve hukuk pratiği olarak “Hicret”

Medîne Müslüman toplumu, Hicret olayının en önemli sosyal ve siyasal ürünüdür. Hicret sonucunda Medîne’de hukuk ve ahlâk temelli bir toplumun oluşturulmasıyla, “siyasetin aslî gayesinin devlet otoritesini tekeline almak ve hukuk dışı kullanmak değil, farklı insanî unsurları barış, çoğulculuk, katılımcılık, hukuk ve ahlâk temelinde bir araya getirerek onları güruh olmaktan çıkararak toplum yani ümmet olmalarını sağlamak olduğunu” görüyoruz.

İSLÂM tarihinde dönüm noktası niteliğinde sayılabilecek kilit olay, “Rahmet Peygamberi’nin (sav) Mekke’den Medîne’ye göç etmesi” demek olan Hicret olayıdır. Bahsettiğimiz özelliğe sahip olmasından dolayı Müslüman geleneğinde takvim, Hicret esas alınarak oluşturulmuştur. Müslüman bilincinin mekân ve zaman tasavvurunun Hicret merkezli oluşturulması, Hicret’in medeniyet inşâ eden kurucu olgu olduğunu göstermektedir.

Ahlâk ve hukuk değerlerinden sapmış ve yozlaşmış bir topluluk ve mekândan ayrılmak, Hicret olayının özünü oluşturmaktadır. Hicret, insana fıtrî bir sorumluluk yüklemektedir. Ahlâk ve hukukun olmadığı bir mekân ve gruptan mutlak bir şekilde kopmak, insan ve mümin olmanın olmazsa olmazıdır.

İnsanları toplum olarak bir arada tutan temel, ahlâk ve hukuktur. Ahlâk ve hukukun yokluğu hâlinde kabîle, soy, ırk, dil, coğrafya, tarih, güç ve kimlik gibi yapay bağlar, hiçbir anlam ve işleve sahip bulunmamaktadır. Rahmet Peygamberi (sav) ve Onunla beraber hareket eden Müslümanlar, mensubu oldukları kabîlelerini geride bırakarak, ahlâk ve hukukun var olacağı bir düzen kurmak amacıyla Medîne’ye hicret etmişlerdir.

Mekke’de ahlâk ve hukuk yoktu. Medîne ise Yesrib yani “Yalancı Şehir” idi. İslâm Peygamberi (sav) ve müminler, hukuk ve ahlâk değerlerini esas alarak Yesrib’i Medîne’ye dönüştürmenin hedefine odaklanmışlardı.

Hicret, ahlâk ve hukuk bağı

Hicret olayı ile ahlâk ve hukuk arasında köklü bir ilişkinin kurulması gerekmektedir. Ahlâk ve hukukun yokluğu, Hicret olgusunu zorunlu kılmaktadır. Ahlâk ve hukukun yokluğundan dolayı bir zorunluluk olan Hicret, aynı zamanda ahlâk ve hukukun var kılınması sorumluluğunu da insanlığa yüklemektedir.

Birçok peygamber, toplumlarının ahlâksızlıkları ve hukuksuzlukları karşısında hicret tecrübesini yaşamıştır. İbrahim Peygamber (as), kavminin kendisini ateşte yakmak şeklinde hayatına kast etmesinden sonra Filistin topraklarına hicret etmiştir. Lût Peygamber (as), kavminin ahlâksızlık ve azgınlıkları karşısında yurdunu, arkasına bir daha bakmadan terk etmiştir.

Baskıcı ve hukuk dışı hâkim düzenin temsilcileri, Şuayb Peygamber’i (as) hicrete zorlamışlardır. Musa Peygamber (as), İsrailoğulları ile beraber Firavun düzeninin baskılarından kurtulmak için Mısır’dan çıkmıştır.

Her peygamberin bir hicret tecrübesi vardır. Ahlâktan ve hukuktan sapan bütün toplulukların baskı, dikta ve zorbalık düzeni kurduklarını, zorba toplulukların Tevhîd’in ahlâk ve hukuk doktrinini benimseyen insanlara hayat hakkı tanımadığını, peygamberlerin hicret tecrübelerinden öğreniyoruz. Ahlâk ve hukukun ortadan kalktığı yerlerde hicret, insanî bir ihtiyaç ve zorunluluktur.

Rahmet Peygamberi (sav) ve müminler, Mekke’deki kabîleci oligarşik diktatörlüğün, enva-i çeşit saldırı ve baskılarına maruz kaldılar. Mekke istibdat düzeninin sahipleri, sadece İslâm’ı reddetmiyorlardı. Mekke’deki oligarşik diktatörlük, her türlü ahlâk ve hukuk değerini ayaklar altına alarak İnsanlık Peygamberi (sav) ile tüm müminlerin can, akıl, aile, din ve mal haklarını ortadan kaldırmaya çalışıyordu.

İslâm Peygamberi (sav) ve müminler için Hicret, bir hakikat, hukuk ve ahlâk arayışı sonucu ortaya çıkan bir tecrübedir. Mekke döneminde Müslümanlar, hep bir hicret arayışında olmuşlardır. Medîne hicretinden önce bir grup Müslüman, adalet içinde davranan bir hükümdara sahip olduğunu duydukları Habeşistan’a hicret etmişlerdir.

Habeşistan ve Medîne hicretlerini doğuran temel dinamik, ahlâk ve hukuk içinde yaşamak ihtiyacıdır. İslâm Peygamberi, Medîne’ye hicretinden önce Taif’e giderek, burada Kendisi ve Müslümanlar için uygun bir yaşam alanı bulmayı umut etmiştir. Taif yolculuğunda büyük hayâl kırıklığı yaşayan İslâm Peygamberi’nin (sav) hicret arayışı, Medîne’de doğru ve verimli bir hedefe yönelmiştir.

Öncesi ve sonrasıyla Hicret

İslâm Peygamberi (sav) ve Medîneliler arasında ahlâk ve hukuk temelinde bir antlaşma yapılmıştır. Akabe Biatı’nda Medîneliler, İslâm Peygamberi (sav) ile Mekkeli Müslümanları, Medîne’ye hicret etmeleri hâlinde onların canlarını ve mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, her türlü durumda İslâm Peygamberi’ne (sav) tâbi olacaklarına söz vermişlerdir. Medîne’ye hicretin yolunu açan Akabe Biatı’nın çerçevesi, Hicret’in siyasal bir pratik olarak ahlâkî ve hukukî antlaşması niteliğindedir.

Yesrib olarak anılan Medîne, asla toplum olmayı başaramamış iki kabîleye ev sahipliği yapmaktaydı. Evs ve Hazreç Kabîleleri, yüz yirmi yıldan daha fazla bir süre kendi aralarında savaşmakta ve sonu gelmez kan dâvâlarıyla birbirlerini kurutmaktaydılar. İslâm Peygamberi (sav), kabîlecilik ve kan dâvâsının İslâm’da yeri olmadığına, kabîle merkezli çatışmaların ahlâk ve hukuktan yoksun olduğuna Medînelileri ikna etti. Rahmet Peygamberi’nin (sav) Tevhîd mesajını benimseyen Medîneliler, cahiliye yerine ahlâk ve hukuk yolunu takip etmeleri hâlinde barışı tesis edeceklerine inandılar.

Hicret, “Pax Medina” diyebileceğimiz Medîne barışının kurulmasını sağlayan anlamlı, verimli, yapıcı ve dinamik bir pratiktir. Siyasal bir pratik olarak Hicret, Medîne’de yeni bir hâkimiyet savaşını değil, barışı tesis etmek için ortak işbirliğinin imkânlarını oluşturmuştur. Kabîlecilik ve kan dâvâları şehri yaşanmaz hâle getirmekteyken, Hicret ile Medîne’de yeni bir insanî ve toplumsal ilişkiler sisteminin kurulması zorunlu hâle gelmiştir.

Rahmet Peygamberi (sav), Medîne’de Ensar ve Muhacirler arasında “Muahat” denilen kardeşlik sistemini kurmuştur. Kan ve kabîle bağlarının ötesinde insanî ve imanî kardeşlik şeklinde tesis edilen doğal insanî ağ sayesinde, Medîne toplumunun siyasal, ekonomik, sosyal, dinî ve askeri alanlarda sahici ve köklü bir şekilde yapılanması sağlanmıştır.

Hicret’ten sonra Rahmet Peygamberi (sav) ve Müslümanlar, müşrik güçlerin baskı ve zulümlerine maruz kalmaktan kurtulmuşlardır. Rahmet Peygamberi’nin (sav) liderliğinde Müslümanlar, müşrikler ve Yahudiler arasında herkesin insan haklarını güvence altına alan ve bir arada yaşamalarına imkân veren Medîne Sözleşmesi yapılmıştır.

Medîne Sözleşmesi, herkesin farklılıklarını korumasına imkân veren, herkesin can, mal ve din hürriyetini koruyan, dışarıdan saldırılara karşı ortak savunmayı, işbirliğini ve barış içinde bir arada yaşamayı esas alan bir dokümandır. Medîne Sözleşmesi’nin ruhunda hegemonya değil, barış, hukuk ve ahlâk vardır. Hicret’ten sonra Medîne’de bir diktatörlük ve istibdat düzeni kurulmamıştır.

Hicret’ten sonra Medîne’de oluşturulan yapı, sahici anlamda bir Müslüman toplumdur. Medîne Müslüman toplumu, Hicret olayının en önemli sosyal ve siyasal ürünüdür. Hicret sonucunda Medîne’de hukuk ve ahlâk temelli bir toplumun oluşturulmasıyla, “siyasetin aslî gayesinin devlet otoritesini tekeline almak ve hukuk dışı kullanmak değil, farklı insanî unsurları barış, çoğulculuk, katılımcılık, hukuk ve ahlâk temelinde bir araya getirerek onları güruh olmaktan çıkararak toplum yani ümmet olmalarını sağlamak olduğunu” görüyoruz.

Rahmet Peygamberi’nin (sav) liderliğinde Medîne Müslüman toplumu, dış dünya ile diplomatik temaslarda bulunmuş, kendisine yönelik tehditleri bertaraf etmek için değişik tedbirler almış, ekonomik ve sosyal açılardan kendini güçlendirecek sivil, katılımcı ve barışçıl mekânizmalar kurmuştur.

Hicret’ten sonra elde edilen güç ve iktidar pozisyonunun bireysel ve toplumsal yozlaşmaya yol açmaması için Rahmet Peygamberi (sav) ve Kur’ân, ahlâk, akıl ve hukuk çerçevesinde yaşamanın dengeli, makul, uygulanabilir ve sürdürülebilir olanın yolunu gösteren değerler ortaya koymuşlardır.

Siyasal ve sosyal bir pratik olarak Hicret, günümüzde ahlâka ve hukuka uygun bir şekilde insanca ve Müslümanca ortaya nasıl bir hayat tecrübesi koyacağımız konusunda yol göstermeye devam etmektedir.