Ahlâk, insanca yaşama hakkıdır

Rabbin kanunları dışında aranan ahlâk ve insan hakları kavramlarının içi ilelebet kof kalacaktır. Çünkü hiçbir anayasa ve hiçbir anane, Rabbin hükûmetiyle boy ölçüşemez. İyiyi ve doğruyu ayırt edebilmek de aklın bir noktaya kadar başarı sağlayabileceği bir alandır.

ARAPÇADA “tabiat, huy” anlamlarındaki “hulk, huluk” kelimelerinden türeyen “ahlâk” kavramının çok geniş mânâları barındıran bir derûnu var. Bu kavramı ne bir kelime, ne de basit bir tanım olarak ele alabiliriz. Bu mefhumun hakkını verebilmek için kılcal damarlarına inmek ve oradan elde ettiğimiz hücrelere doğru besinleri vererek canlılığını sağlamak lâzım.

En kompakt şekilde ifade etmek gerekirse, ahlâk, insanın iyiyle kötüyü net çizgilerle ayıracak bir bilgeliğe sahip olması ve bu bilinci ailede, yakın ve uzak çevrede, işte, eğitimde ve her türlü toplumsal alanda doğru ve erdemli davranış biçimi olarak fiiliyata dökmesidir. Bu eylemlerin içinde insana ait bütün davranış modelleri mevcut. Kişinin aile içindeki rolüne sadakati yani sorumluluk bilinci de ahlâk düzeyini gösterir, yeme-içmeden sofra adabına, iş ilişkilerinden dost meclislerine kadar her bir etkileşim alanında hududa riayetle davranabilme özelliği de ahlâkının inikasıdır.

O hâlde ahlâk, sınırlandırılmış davranış modellerine uyumluluğu da ifade eder. En avam örnekle, hayvanların ahlâk kavramıyla münasebetlerinin bulunmayışı da bu iddiadan kaynak alır. Söz, davranış ve günlük yaşam aksiyonlarının hiçbirinde ayıplanacak ya da takdir edilecek bir hareket statiği olmayan canlılar, ahlâk ve erdem gibi yüce anlamlara haiz olamazlar. Buradan hareketle, bu canlılar için “edepsiz”, “hayâsız” ve “rezil” gibi alçaltıcı sıfatlar da kullanılamaz. Fakat insanın hayvanî bir sınırsızlıkta yaşayıp gitmesi, o insanı rezil yapmakla birlikte hayvanî bir kimliğe de eriştirir.

Yüksek vasıflı sıfatlar zorlayıcı sınırlarda kalabilmekle elde edilebildiğinden, insan -modern anlamıyla- özgürleştikçe(!), ahlâkın hududundan ayrılacak ve hayvanca bir tabiatta yaşamını sürdürecektir. Ve işin bu kısmı sadece niteliği düşük sıfatlara liyakatle kalmayacak, ahlâk yoksunluğunun kaçınılmaz sonu olan çevresel yıkım vetiresi de başlayacaktır.

Ahlâk kavramının derûnu

Her kavramın bir yüzeysel anlamı ve bir de derûnu vardır. Esasen her şeyin niteliği, görünen dış aksam ve görünmeyen iç aksam olarak ayrıştırılabilir. Fakat bazı kavramlar için bu tasnif yapılırken yüzeyde kalanla içte saklanan mânâlar arasında çok derin bir ayrıklıktan söz edilebilir. Ahlâk da bu yüzden üzerine düşünülmesi, kafa yorulması ve pek tabiî dinden kaynak alarak doğru bir istikamette yeniden anlamlandırılması elzem bir mefhum. Bu yeniden anlamlandırma “ahlâk”ın formunu değiştirme şeklinde olmayıp, herkes için bildiğini sandığı bir şeyin derinine inmek, onu sindirmek ve reel hayata geçirmek zorunluluğuna işaret ediyor.

Yüce sıfatları bir vestiyere libas gibi dizsek ve ancak onu hak edenlere giydirecek olsak, bir vücudun ahlâk elbisesine lâyık olabilmesinde aranan şartlar, o elbisenin niteliğini, daha doğrusu özünü bize daha net tasvir edebilir. İnsan esasen yüksek sıfatlarla birlikte yaratılır -ki buna “fıtrat” diyorlar- ama zaman içinde fıtrata ait değerleri kaybedebilir. Birtakım bilinçli-bilinçsiz hatalar, günahlar, haramlar ve insan ilişkilerindeki özensizlik, Rabbin kullarını yaratırken yazılıma dâhil ettiği donanımdan zayiat vermekle sonuçlanabilir. Bunların geri dönüşü de son nefese kadar mevcuttur. Fakat kaybedilen değerlerin insandan sıyrılışıyla, çırılçıplak kalan bir vücuda yeniden bu nitelikli libaslar giydirilmeye kalkılırsa, burada evvelâ anlamların derinine inerek hangi yolun tercih edileceğini saptamak gereklidir. Vücudu doğru bir biçme sokmadan o elbisenin o bedene giydirilmesi, eğreti bir görüntü vermekten öteye geçemez.

Ahlâklı bir insanda bulunması gereken değerleri en genel anlamda “sınırlar içinde kalmak” olarak belirlemiştim. Fakat bu sınırların da fikirlere ve zaviyelere göre değişmediği çok keskin noktalar var.

Zaman zaman coğrafya, kültür, aile ve toplum değerleri bu sınırların oluşumunda çok belirleyici gibi görünseler de en gerçekçi faktör, dindir. Bazı coğrafî kesitlerde bir hareketin ahlâksızlık sayılmıyor oluşu, o coğrafya ve o coğrafyada yaşayan, o coğrafyadan etkilenen ve o coğrafyayı etkileyen toplumların ortak kanaati olabilir. Fakat bu hareketin ahlâka uygun olup olmadığı hakkında söz sahibi değildir.

Günahı ve haramı şimdilik bir kenara koysak ve sadece ahlâk kavramının sınırlarını belirlemek açısından bazı davranışları ele alsak, güçlü bir örnekle fikri şekle büründürebiliriz sanırım. Örneği teşkilatlandıran bir davranış belirlemek ilk adımımız. Herhangi bir davranışı topluma göre değişen bir algıyla konuşmak pekâlâ mümkün. Farz-ı misâl, yemeği çöpe atmanın toplumsal normlara uygun kabul gördüğü bir topluma mercek tutalım. Bu toplumun örf ve âdetleri, inanç ve kültürleri yemeğin çöpe atılmasını normal kabul edegelsin. Ve yemeği çöpe atan insanları da ahlâklı varsaysın. Bunu yaparken de hiçbir dinî öğretiden dayanak almasın. Olguyu hangi zaviyeden değerlendirmeye kalkarsak kalkalım, bu hareket, ahlâk sınırlarının dışında kalır. İspat etmek de çok kolay.


Yiyecek doymak içindir, doymak yaşamak içindir, yaşamak insanî bir haktır ve yemek olmadığında insanlar bir süre sonra bu haktan mahrum kalırlar. İnsanlar yemek yemediklerinde bir süre ölmeseler de nitelikli ve sağlıklı bir yaşam süremezler. Ayrıca yemek sahibi olmanın sıklıkla maddî varlıkla da yakından ilgisi vardır. Fakirleşen ülkelerde en büyük sorun açlıktır. Afrika’da, Yemen’de çocuklar açlıktan her an ölmektedir. İnsan için bu kadar mühim bir şeyin çöpe atılması, Yaratıcıya inanmayan ya da gelenekleri yemeği nimet saymayan toplumlarda dahi ahlâkça düşüklük olarak kabul görmelidir. Fakat bir toplum bunu ahlâksızlık olarak görmüyor diye ahlâkın sınırları genişlemez. Ama çirkinin kendini güzel görmesi, aptalın kendini zeki sanması, güçsüzün kendinde kudret bulması gibi yanılgılardan biri olarak insanlık tarihine geçebilir. Eğer İslâmî değerler üzerinden ahlâkı konuşmaya kalkacak olursak, yemeğin çöpe atılmasına bile gerek kalmadan ahlâk hududunun dışında pek çok insan kalacaktır. Çünkü İslâm yemeği şükürle ve besmeleyle, helâlinden yemeyi emreder. İslâm yemeği sadece “Çöpe atma” demekle kalmaz, “Aşırıya da kaçma” der. “Sadece kendin yeme, paylaş” der. “Yemeden önce ellerini yıka, yemeği de temiz koşullarda pişir” der. Sağlıklı ve sağlıksız besinler arasında da bir ayrım yapar. Kazancın helâl olmasına gelmeden evvel, yenilen şeyin kendi niteliğinden dolayı da haram-helâl diye ayırır. Yani İslâm ahlâkının sınırları çok daha belirgin ve çok daha insanîdir; ayrıca çok daha elzem detayları da içinde barındırır. Çünkü insan yemeği çöpe atmaması gerektiğini zarurî bir bilinçle bilebilirse de bazı yiyeceklerin neden yasaklandığını ya da temiz bir elle ve besmeleyle yemenin neden mühim olduğunu ancak bilgi edinmekle öğrenebilir. Konu İslâm olduğunda kişisel zaviyeler güdük kalır. Toplumsal kabuller yetersiz kalır. Çünkü Allah’ın kanunları bir meseleyi bütün yönleriyle ele alır ve ona göre bir sınır belirler.  

Fakat dediğim gibi, dini bir anlık da olsa mevzunun dışında beklettiğimizde bile, toplumlara göre değişemeyecek belli sınırlardan bahsedebiliriz. Bir insana hakaret etmek hiçbir topluma ve coğrafyaya göre iyi-kötü olarak değerlendirilemez. Hakaret edilen kişi hangi coğrafyada ve hangi toplumda olursa olsun bundan hazzetmeyecek ve kişinin şahsî algısına göre değişebilen birtakım negatif duygulara maruz kalacaktır. Kimi biraz üzülecek, kimi çok üzülecek, kimi öfkelenecek, kimi kin duyacaktır. Ama psikolojisi belli bir selâmette olan hiç kimse kendine hakaret edilmesinden memnuniyet duymayacağından, bu da hiçbir toplumsal geçmiş analiziyle iyi bir hareket, ahlâklı bir davranış olarak varsayılamaz.

Örnekler çoğaltılabilir. Ama hangi örneği ele alırsak alalım, ahlâklı bir insan kimliğine erişebilmede sınırlarla yaşıyor olma zarureti gözler önüne serilecektir.

Ahlâk insanı anne-babasına karşı belli bir ölçüde davranmayı ve konuşmayı gerektirirken, yoldaki yürüyüş biçimine kadar nitelikli bir görüntü vermeyi mecbur kılar. İnsanın insana denk geldiği bütün davranışlar, ahlâk ve erdem seviyesini belirleyecektir. Hitap ederken, birlikte iş yaparken, aynı binada yaşayan bireyler ortak alanları paylaşırken hep bir sınırla çevrelenen insan, bu sınırlara sadakati ölçüsünde ahlâklı ya da ahlâksız sayılabilir.

Eylemleri sınırlanan insanlar arasında bu durumdan hazzetmeyenler vardır. Konuşurken ağızlarına geleni sarf etmek ister ve oturup kalkarken hiçbir edep normuna uymak istemezler. Yiyip içerken, bir işte çalışırken ve dahi her türlü toplumsal mecrada keyfince ve kuralsız hareket etme arzusu, ahlâksız bir insan tipolojisini meydana getirir. Bir başkasının duyu kabiliyetine temas ettiğimiz ilk anda belli kurallar ile çevreleniriz. “Yüksek sesle konuşmak ve müzik dinlemek ahlâksızlıktır” dediğimde, bunu kabul etmeyecek, sınırları geniş pek çok insana rastlamak mümkün. Fakat bağırarak konuşmak ya da müziğin sesini sonuna kadar açmak bir insanı bile rahatsız ettiğinde, buna sebep olan kişinin genel olarak ahlâk normlarına uyan bir insan olsa bile, o an için ahlâkın kenar çizgilerinden taştığını söylemek yanlış olmaz. Böyle net ve keskin sınırlarla belirlenmeyen ahlâk, namus ve erdem gibi kavramlar toplumlarda gevşekliğe neden olacaktır. Eğer siz komşunun komşuyu ses, gürültü ya da ortak alanda kişisel davranışlar yoluyla rahatsız etmeyi o toplumda ahlâkın alt başlıklarından biri olarak lanse etmiyorsanız, sınırı aşan hareketler bu kadarla kalmaz, çok daha taşkın hareketler de çok daha kolay bir şekilde icra edilir. Hâlbuki sınırları dar tuttuğunuzda, sınır aşımları da daha kısa mesafelerde olacaktır.

Peki sınırları kim belirler? Ya da kendiliğinden gelişen ahlâkî sınırlar insanlığın refahı için yeterli midir?

Evvelâ sınırları insan aklı ve vicdanı bir raddeye kadar belirleyebilecek kabiliyete sahip olsa da asla kâfi gelmeyecektir. Kendiliğinden toplumda yer eden birtakım kurallar ve hudutlar da, toplumların emekle var ettiği sınırlar da sadece insan ürünü olduğunda adaletli ve yüksek faydalı bir sonuç elde edilemez. İşte bu yüzden insanın insana zarar ve rahatsızlık vermeden ve pek tabiî kendi öz değerini yitirmeden yaşayıp gitmesinde gereken ahlâkî sınırlar da Yaradan tarafından belirlenmiş, dini aracılığıyla insan aklına göre sistematize edilmiş ve Peygamberleri vasıtasıyla insanlığa hem anlatılmış, hem de rol-model olarak gösterilmiştir. Rabbin İslâmî hudutlarını beğenmeyenler, mübârek ve yüce kelâmında buyurulan hudutları yaşam biçimi olarak benimseyenler ve Hazreti Muhammed’in (sav) yüksek insanlık seviyesini örnek almayanlar, kendi toplum ve kültürlerince meydana getirilmiş ahlâk sınırları içinde kusursuz bir denge sağlayamazlar.

İnsan aklı, Rabbinin yardımı, inayeti ve rehberliği olmadan yüksek fayda ile çevreye olumlu bir etkide bulunamaz. Erişilen iyilikler ve güzellikler, Rabbin dini olmadan son derece kifayetsiz kalır. Dini referans almadan erişilen iyilikler ve güzellikler de yine Rabbin ayeti olan insana fıtratla bahşettikleridir. Çünkü insanın aklı da, ruhu da O’nun verdiği nimetler olduğundan, birtakım doğruları keşfedebilme ve hayata geçirebilme kabiliyetiyle donanımlıdır. Fakat bu yetersizliği tamama erdirebilmek için hiç şüphesiz İslâm hukukuna itaatle bir ömür sürmek gerekir.

İnsan hakları, ahlâk dairesinin sınırları içindedir. İnsanın insanca yaşama hakkı, değerini koruma ve kişiliğine zarar verilmeme hakkı, muhakkak diğer insanların ahlâk sınırlarında yaşamasıyla paralel. Toplumu yönetenler, bir kulvarda insana hüküm veren yetkileri elinde tutanlar ahlâksızsa, o toplumda insan hakları ayaklar altında çiğneniyor demektir. Bir insanın bile doğuştan, yaratılıştan gelen hakkının zayi edilmesi, ahlâkın sınırlarını aşmaktır. Devlet büyüklerinin, yetki sahiplerinin davranışındaki ahlâk seviyesiyle toplumun fayda veya zarara uğraması nasıl paralelse, bir aile bireyinin aile içinde, kişinin yaşadığı apartmanda, mahallede, gittiği okulda, çalıştığı işte de ahlâkî sınırlar içinde yaşamasıyla vereceği fayda-zarar oranı paraleldir.

Kâinatta canlı cansız tüm varlıklara, az ya da çok, sürekli ya da kesintili zarar vermek, üzmek, rahatsız etmek, yıpratmak ve benzeri tüm olumsuz etkiler ahlâkın dışındadır. Bir insanı ahlâklı sayabilmemiz için de hem kendi insanî değerlerine sahip çıkıyor olması, hem de çevreye fayda ile yaşıyor olması beklenir. O yüzdendir ki, Rabbimizin insana yasak ve günah olarak beyan ettiği her şey önce kişinin kendi değerine halel gelmemesi muradıyladır. Ve tabiî ki bununla birlikte en yakın çevresinden en uzak etki alanına kadar faydayla yaşayabilmesi içindir.

Kadının kadınca değerlerini koruması da ahlâk seviyesindendir, erkeğin yaratılıştan gelen vasıflarına sahip çıkması da ahlâkın saptanabilmesinde kıstastır. Evli insanın evlilik kurumuna lâyık hareket etmesi de, evladın anne-babasına saygı ve hürmetle yaklaşması da, öğretmenin öğrencisine hakkaniyetli davranması ve gereken eğitimi vermek üzere çaba sarf etmesi de ahlâkın varlığını işaret eder. Bu hem öz değerdir, hem de verdiği etkinin niteliğine göre çevreye fayda ile yaşadığına işarettir. Kişi ne kendi sahip olduğu sıfatlara ihanet edebilir, ne de bir başkasının hakkı olan değerleri alaşağı edebilir. Bu ikisi de zarardır. Ve ikisi de insanı ahlâk kavramının uzağına atar.

Ayakkabıcının ayakkabı tamir ederken en doğru müdahaleyi yapma gayreti nasıl ahlâktansa, doktorun en doğru tedaviyle hastaya muamele etmesi de ahlâktandır. Çöpçünün yerdeki çöpleri toplarken bir tanesini bile es geçmemek üzere itina etmesi, fırıncının ekmeği yaparken malzemeden çalmaması, şirkette çalışanın iş kurallarına, işe gidiş-geliş saatlerine uyması, her türlü iş ortamında işin hakkını verecek bir emeğin sarf edilmesi hep ahlâktandır. İnsanın pencereden sokağa attığı çöp hem çevreyi kirletecek, hem de oradaki hayvanlara zarar verebilecek, insanları rahatsız edecek ve çöpleri toplayanlara ekstra bir iş yükü olacağından basite indirgenemez ve ahlâk sınırları dâhilinde kabul göremez. İşte bu ufak tefek görülen davranışlarla kişinin ahlâklı sıfatından men edilmiyor oluşu, bir sonraki nesillerin de geniş ahlâk sınırlarını aşarken çok daha umursamaz oluşuna zemin hazırlıyor.

Kuruyemiş alırken tezgâhı avuçlamak da, pazarlık yaparken satıcıyı çok zorlayacak noktaya getirmek de, satıcının “Kâr edeceğim” diye tartıda ufak tefek oynamalar yapması da ahlâk sınırları dışındadır. Biri hırsızlık yaptığında nasıl ki ahlâksız oluyorsa, bu görünmez hileler de hırsızlıktır ve kişiyi ahlâkın misk kokulu elbisesinden sıyırır.

İslâm ahlâktır

Madem bütün insan hâlleri ve eylemleri ya ahlâk sınırları içinde hoş görülecek ya da ahlâkın sınırları dışında kalarak ya öz kimliğe ya da etki alanına zarar verecek, o hâlde bu sınırlar insan aklı ve vicdanıyla belirlenemez. Hakeza insan aklıyla belirlenen kanunların bütün dünya için ne kadar yetersiz kaldığı gerçeğine de bakmak gerek. Hiçbir insan hakları bildirgesi, hiçbir kadın hakları sözleşmesi ve hiçbir ahlâk belirleyici kanunlar silsilesi, İslâm öğretisinin vaat ettiği ahlâk ve toplumsal huzur bileşiğini meydana getiremez.

Bireylerin tek tek ahlâklı oluşu toplumlarda huzur ve refahı arttıracağından, bunun aksi yönelimlerde de toplumda dirliğin ve düzenin muhakkak bozulacağından bahsetmeye gerek bile yok. Bu tamamen matematiksel bir realiteyse, bu kadar hassas dengeyi kendi aklımıza ve coğrafî, toplumsal, kültürel alışkanlıklarımıza danışmadan evvel, Yaradan’ın ne dediğine kulak kesilmek çok daha faydalı olacaktır.

Allah’ın hükûmetinde hiçbir insana, canlıya ve tabiata haksızlık yoktur. O’nun kanunlarında vicdanları rahatsız edecek, kişinin öz varlığına halel getirecek tek bir eksiklik bulunmaz. O’nun iktidarında O’na itaatle yaşayan hiçbir toplumda kimse dışarıda kalmaz. Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimizin (sav) gerek mübârek kelâmı, gerekse Kur’ân’ın yaşayan örneği olan davranışlarıyla bütün insanî temayüller açıkça belirlenmiş ve beyan edilmiştir.

İslâm öyle kusursuz bir sistemdir ki insanın yolda yürüyüş şeklinden yemeği çiğneme biçimine kadar her bir detayı ihtiva eder. Ve bütün detaylar, insanın kendine ve çevresine saygıyla ve faydayla yaşamasını mümkün kılar.

Rabbin kanunları dışında aranan ahlâk ve insan hakları kavramlarının içi ilelebet kof kalacaktır. Çünkü hiçbir anayasa ve hiçbir anane, Rabbin hükûmetiyle boy ölçüşemez. İyiyi ve doğruyu ayırt edebilmek de aklın bir noktaya kadar başarı sağlayabileceği bir alandır. Bir noktadan sonra insanın bütün ilimlere vâkıf olması gerekir ki neyin fayda, neyin zarar verdiği hususunda kusursuz bir saptama yapabilsin. Bu da mümkün olmadığından, aklın acziyetini kabul etmek, aklı ve vicdanı Rabbin hudutları dâhilinde kıymete eriştirmek gerekiyor.