Ahıska Türkleri

Türk Devleti’nin Ahıska Türkleri konusundaki tavrı, onları “misafir” olarak görme eğiliminin devam etmesi ile açıklanabilir. Vatandaşlık sürecinin hızlandırılması hâlinde geri dönüş ihtimâlinin zayıflayabileceği üzerinde duruluyor. Bu duruş aslında bugün Irak ve Suriye Türkmenlerine sergilenen tavrın aynısıdır.

“Vatansızlık ne demek, onu ancak ben bilirem…” (Şair Hocazâde)

***                    

ÜNİVERSİTE tahsili yaptığımız yıllarda (1974 ve sonrası) dünya görüşü ve tasavvuru olarak, Anadolu dışında kalan, çoğu da komşu ülkelerin boyunduruğu altında bulunan soydaşlarımıza olan alâkamız, diğer siyâsî gruplara göre farklı olurdu.

Doğrusu “Dış Türkler” kelimesi zikredilince ayrı bir duygulanır, hele “Kırım-Ahıska, Kerkük, Türkistan” denildiğinde yüreğimiz hüzünle dolardı. Marksist sol bizim görüşümüzü ırkçılıkla, faşizmle eş tutarak neo-kolonyalizm ve komünizmin zulmünü âdeta görmezden gelirdi.

İslâmî olarak kendilerini ifade eden dostlarımız da bu alâkamızı tenkit ederken kantarın topuzunu kaçırıyorlardı. Aslında Marksistlerin dışında kalan gençlerin yani hepimizin ortak vahdeti ümmet-i İslâm’dı; belki ifadelerin dozunda farklılıklar mevcûttu.

Hakikatte, zulüm altında olan değişik dinlere mensup bîçâreler çoğunlukta görünse de özel olarak kastedilen-zulme uğrayanlar dindaş-soydaşlarımızdı. İşte genelde Türkiye dışındaki soydaşlarımıza, özelde Ahıska Türklerinin sürgünü böyle bir Komünist uygulamanın sonucuydu ve yürekleri yakan akıbet, günümüze dek anlatılageliyor.

Her dönem zulüm altında Ahıska Türkleri

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’yla Kars, Ardahan ve Batum savaş tazminatı yerine Ruslara bırakılınca, Anadolu uzantısı olan Ahıska da bizden uzaklarda kalmış oldu. Ahıska ve çevresinin Çarlık Rusya’sı işgalinde geçen doksan yıllık hayatı zulümlerle doludur. Halkın bir kısmı Türkiye’ye göç etmiş, Ağrı, Muş, Çorum, Hatay ve Bursa yörelerinde yerleşmiştir. Onların yerlerine ise Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudiler iskân edilmiştir.

Orada kalanlar, Rus mezâlimi altında yaşamaya devam etmişler, her yönden geri bırakılmış, hattâ askere bile alınmamışlardır. Rus işgali yıllarında halkın eğitim ihtiyaçlarına önem verilmiyordu. Köy mollalarının, sadece yüzünden Kur’ân okumayı öğretmesine müsaade ediliyordu. Asgarî dînî bilgi seviyesinde eğitim yapılıyordu. Böylece kitap, gazete gibi iletişim araçlarından habersiz kalan halk, dünyada olup bitenleri, Sibirya’ya sürgüne gidip gelenlerden öğreniyordu.

Çarlık Rusya’sı dönemindeki baskı ve zulümler Sovyet Gürcistan’ı döneminde de devam etti. Onlar hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldılar. Türk ve Müslüman olarak yaşamanın bedeli ağırlaşmaya başladı. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıktı. Ahıska Türklerinin önde gelen aydınları, çeşitli düzmece suçlarla tutuklanıp ya öldürüldüler yahut da sürüldüler.

Masum insanlar için düzme suçlar icat ediliyordu: Türkçülük, Kemâlistlik ve Türkiye taraftarlığı… Hattâ Troçkistlik suçlaması (!) ve dahası… Bu yıllar aynı zamanda Gürcü şovenizminin azgınlaştığı bir dönemdi.

Yakın zamanda Bulgaristan Devlet başkanı Despot Todor Hristov Jivkov’un yaptığı gibi, birçok Türk’ün soyadı değiştirildi. 1938 Sovyet anayasasının kabulünden sonra Ahıskalıların bir kısmını “Azerbaycan milleti” diye yazdılar. Bu, komünizmin bir stratejisidir. Tıpkı Sovyet Rusya’nın Orta Asya’daki Türkleri bölmesi, böldürmesi gibi…

Aynı yıl Ahıska ve çevresine “sınır koruması” adı altında on binlerce asker yerleştirildi. Bu, yakında çıkabilecek Türk-Sovyet savaşının hazırlıklarıymış(!).

İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere alınmaya başlandı. 40 bin civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silah altına alınarak cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska-Borcom Demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Bu hat 1944 Ekim’inde tamamlandı. Ahıskalılar, bir tarihçinin yaptığı ironi gibi, âdeta kendilerini vatana hasret bırakacak trenlerin yolunu kendi elleriyle yapmışlardı.

İnsaf sahibi olanların ittifakla söyledikleri şu ki, 15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfalarındandır. Zira bu tarihte, bir kış gecesi 200’den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a sürülmüştür.

Şair Hocazâde, 15 Şubat 1990 tarihinde şu satırları kaleme almıştır: “İki yanımda iki kızıl nefer/ Ellerim arkada bağlı/ Gidirem. Hürriyet bir güzel düş oldu/ Onu göremirem/ Don üstünde yalınayağ/ Ayağlarımdaş oldu/ Acısını duymiram…”

Sürgün

Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da ata vatanından sanki ebedî ayrılığa mahkûm edildiler. Bilâhare, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla işgal ettikleri bölgelerin üzerinden zulüm perdesi kalktı. Bunun üzerine Ahıska ve Kırım Türklerinin yurtlarına dönme istekleri gündeme geldi.

Gerek Kırım Tatarları ve gerekse Ahıska Türkleri, gösterdikleri bütün çabalara rağmen olumlu bir sonuç alamadılar. Kırım Türkleri kısmen de olsa kendi yurtlarına dönebilseler de Ahıska Türkleri hâlen 13-14 ülkede ve 265 bölgede zor şartlarda ve dağınık vaziyette yaşamaktadırlar.

Nüfusları 350-400 bini bulan Ahıska Türklerinden 20-30 bin kadarı son yıllarda Türkiye’ye gelmiş bulunuyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair Kanun (22 Mayıs 1992) gereğince bir grup insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiş, fakat bu küçük teveccüh, ıstırap çeken Ahıska Türklüğünün tarihî yarasını sarmaya yetmemiştir. Ve Erzincan’a gelenler, en son olanlardır. Fakat pek çoğunun oturma izni yok veya bürokratik bazı handikapları mevcût…

Ahıska Türkleri, öz yurtlarına, ata dede topraklarına dönmek için mücadele vermektedirler. Ancak Ahıska Türklerinin Gürcistan’a geri dönüşü meselesinde; 2007 Geri Dönüş Yasası ve uygulamadaki bazı problemler hususunda ilgili taraf olan Gürcistan Hükûmeti, 2007 tarihinde çıkarılan yasaya rağmen bu halkın dönmesine mâni olmakta, Avrupa Konseyi sürecinde çıkardığı kanunu sağlıklı şekilde çalıştırmamaktadır. Ahıskalılar,  yaşadıkları ülkelerde de bazen haksızlık ve şiddete maruz kalmaktadırlar.

Ahıska’yı bilmeden

“Ahıska Türkleri” kavramı, o milletin etnik özelliklerinden ziyâde coğrafî konumlarına işaret eder. Ahıska Türklüğü, Anadolu Türklüğünün doğal bir uzantısıdır. Türk Devleti’nin Ahıska Türkleri konusundaki tavrı, onları “misafir” olarak görme eğiliminin devam etmesi ile açıklanabilir. Vatandaşlık sürecinin hızlandırılması hâlinde geri dönüş ihtimâlinin zayıflayabileceği üzerinde duruluyor. Bu duruş aslında bugün Irak ve Suriye Türkmenlerine sergilenen tavrın aynısıdır. Uzun yıllar Türkiye, kimi yerdeki soydaşları için “Self Determinasyon”  hakkını göz ardı etmek istemediğinden, bu toplulukların ana vatanlarında varlıklarını sürdürmeleri stratejik açıdan daha doğru görülüyor(!).

Bunun asıl sebebi, dışımızda olup biten olaylarda. “O ülkenin içişidir” deyip vatan coğrafyasında rahat yaşanabileceği yanlışına düşüldü. Oysa son yüzyılda bize kurulan kumpasın özeti, dayatılan politikalara “Evet” demek, özelde soydaşlarımızın, genelde ümmetin birliğinin sağlanmasının önüne geçmektir.

Hileci düvele, İtilâf Devletlerine karşı görevlendirilen (!) diplomatlarının durumunu şu misâlde de görebiliriz: Moskova Anlaşması görüşmeleri sırasında Osmanlı Devleti’nin imkânsızlıklarının yanı sıra müzakerelerde Ahıska konusunun görüşülüp görüşülmediği bilinmemektedir. Görüşmeleri Osmanlı Devleti adına Yusuf Kemal (Tengirşek), Dr. Rıza Nur ve Moskova Sefiri Ali Fuat Paşa yürütmüştü. Anlaşma sonrası yurda dönen heyete “1918 Batum Mühadesi ile Osmanlı’ya katılan Ahıska Sancağı neden ihmâl edildi?” diye sorulması calib-i dikkat ve ilgi çekici değil mi?

1921 dönem hükûmetinin Millî Eğitim Bakanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Sinop Milletvekili olan Dr. Rıza Nur Bey, Ahıska’yı yeterince tanımamakta ve bu topraklarda on binlerce Türk’ün yaşamakta olduğundan bîhaber olabilmektedir.

Dr. Rıza Nur’un şu acı cevabı ilginç bir durum oluşturmaktadır: “Ahıska’da böyle yüzlerce Türk köyü olduğunu maalesef bilmiyorduk. Elimizde neşredilmiş bir vesika bile yoktu, keşke daha önce bu hususta bilgi sahibi olsaydık.”1

Yakın tarihimizin âdeta resmi tarihçilerinden olan Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu tespiti önemlidir:

“Osmanlı Devleti’nin mîrası her anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne yüklenmiştir. Ordumuzla, bürokrasimizle, hattâ borçlarımızla Osmanlı’nın devamıyız. Hukukî halefiyet ve ulusal ahlâk da bunu gerektirir. Aksi hâlde Türkiye, Rusya gibi yapmamıştır. Onlar, ‘Çarın borcu bizi ilgilendirmez’ demişlerdir. Türkiye ise (bu mîras içerisinde) Osmanlı’nın borçlarını dahi yüklenmiştir…”2

Oysa Tek Parti döneminde, “Bizim Dış Türkler diye bir gailemiz, onları barındıracak imkânımız yoktur” diyen, Osmanlı Cihan Devleti’nin mîrasını kabul etmeyen Halk Partisi zihniyetinin nazarında ümmetin dertleriyle dertlenmek ütopya mesabesinde görülmüş, konuşanlar ise tabutluklara atılmış veya ırkçılıkla, Turancılıkla suçlanmışlardır.

Devlet adamlarımızdan merhum Hasan Celal Güzel Bey, günlük yazdığı gazetenin bir sayısında, “Gene 1944’te 100 binin üstünde Ahıska Türkü de vatanlarından zorla koparılarak hayvan vagonlarıyla sürüldüler. Hâlen 300 bin Ahıska Türkü, haklarındaki kararların uygulanmaması yüzünden Gürcistan’daki vatanlarına dönemiyorlar. Bu arada, Kırım ve Ahıska soykırımlarına CHP Şeflik yönetiminin seyirci kaldığını söylemeye lüzum var mıdır, bilmiyorum. Kırım Türklerinin mânevî lideri Mustafa Cemiloğlu’nun (Kırımoğlu) liderliğinde verdikleri mücadele sonucunda, 1967’de bir kısmı vatanlarına dönebildiler. Hâlen birçok sorunlarıyla beraber, son asırda 2 milyondan fazla Kırım Türkünün yok edilmesinin acısını yaşıyorlar”3 ifadelerine yer verir.         

Daha sonraları Dış Türklerle alâkalı takip edilen politikaların yolunu yordamını özelde/genelde Dış Türkler ve akraba topluluklarla alâkalı kurulan ve adına “Türk Dünyasından Sorumlu Devlet Bakanlığı” denilen bakanlık yetkilendirilmiş, bununla da Dışişleri Bakanlığı’ndan daha fazla alâkadar olunuyor görüntüsü verilmiştir.

Eski Devlet Bakanlarından Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, üç aylık olarak yayınlanan “Bizim Ahıska” dergisine verdiği röportajda şunları söylüyor:

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, SSCB’nin dağılışını müteakip dil ve kültür bağıyla bağlı bulunduğu soydaşlarıyla çok geniş bir çerçevede ilişkiler kurmaya çalışmıştır.

Bu cümleden olmak üzere devletimiz, Ahıska Türklerinin meselelerini de hassasiyetle takip etmektedir. 1992 yılında Ahıska Türklerinin Türkiye’ye göç etmelerine izin veren 3835 sayılı kanun TBMM tarafından kabul edilmiş ve binlerce Ahıskalı soydaşımız yurdumuza gelmiştir.

Bir taraftan da vatanları olan Ahıska bölgesine dönebilmeleri için Türkiye, uluslararası muhataplar nezdinde girişimlerde bulunmuştur. Ahıska’ya dönüş konusuyla ilgili olarak Bakanlığım bünyesinde yapılması gereken çalışmalar titizlikle takip edilmektedir.

Bu çalışmalar, hem Ahıska’ya geri dönüşün gerçekleşmesi, hem de Ahıskalıların yaşadıkları bölgelerdeki problemlerin çözümüne katkıda bulunmak şeklinde devam etmektedir.”4     

Sonuç

Kanaatimiz odur ki, yurtdışındaki Türk vatandaşların/soydaşların ve akraba toplulukların bütün farklılıklarını sahiplenerek menfaatlerini koruma ile dil ve kültür birikimini geliştirme ve yurtdışına yapılacak hizmetleri kalıcı ve sağlıklı şekilde götürebilmek, dış politikanın ana unsurlarından biri olmalıdır.

Bu yaklaşımla, yurtdışındaki vatandaşlarımız ve akraba topluluklar olarak farklı ülkelerde yaşayan kardeşlerimizin sadece başı sıkıştığında değil, her daim yanlarında olmayı ve onlarla birlikte yeni kültürel ve ekonomik, insanî ve stratejik inisiyatifler geliştirmeyi benimsemeliyiz.

Etrafımızda olup bitenden müessir olabilmenin yolunu görmek için, şair ve hekim Abdülhak Molla’nın bundan 150 yıl öncesinden âdeta bugüne seslenen beytine kulak verelim:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;

Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh-ü salâh.”

Bu yükü kaldırabilmenin yolu, mânen güçlü, maddeten bağımsız olmamızdır. Önümüzdeki dönemde de bütüncül strateji çerçevesinde, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza ve gönül coğrafyamızdaki mazlumlara yönelik farklı kurumlarımız tarafından yürütülen hizmetlerin koordinasyonunu sağlamayı temel önceliklerimiz arasında görüyoruz.

Vesselâm...

                                                                                                                                

1-Bizim Ahıska Dergisi, 10.Sayı, 10.Ocak, 2009/Sayfa 10

2- Age.

3-Hasan Celal Güzel, Sabah Gazetesi, 22 Mayıs 2013

4-Bizim Ahıska Dergisi, 11.-12. Sayılar, Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu ile yapılan mülâkat, Yunus Zeyrek