
“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!”
(Necip Fazıl Kısakürek)
***
KÂİNATTA cirmi ile muhalif bir değere lâyık görülmüş olan insan, bahşedilmiş nitelikleri vasıtasıyla tabiatı kendisine uydurabilmiş bir varlıktır. Cemiyet hayatının teşekkülünden itibaren ictimâî bir unsur hâline gelen insanoğlunun “sınırsız” ihtiyaçları, tarihin en eski dönemlerinden beri toplumların var olma ya da yok olma nedenlerinin başında gelmiştir.
Toplumun ihtiyaçlarının temini meselesi, askerî ve ticarî nitelikli karmaşık yapıları meydana getirmiştir. Bunun bir neticesi olarak da harp olgusu gerçeği kaçınılmaz olmuştur.
İnsanoğlunun toplumsal düzeni sağlama noktasında icat ettiği en mühim sistemlerden biri, şüphesiz ki ticaret olgusudur. Özellikle teknoloji çağının başlamasıyla meydana gelen değişimi de hesaba katarsak, günümüzde alışveriş olgusu, ilk icadındaki organizasyondan tamamen farklı bir boyuta geçmiştir. Değişmeyen tek şey ise, kavramın muhtevasını teşkil eden almak ve vermek eylemi. Ve elbette ki bu münasebetin neticesi olan kazanma ideali…
Çağımızda hızla değişen alışveriş anlayışının bizim toplumumuzu da derinden etkilediği inkâr edilemez. Bu münasebetle, yazımızda kadim medeniyetimizin unutulmuş kavramları arasında yer alan Ahilikten hareketle, geçmişten günümüze Türk-İslâm toplumunda köklü bir değişim geçiren alışveriş anlayışını ana hatlarıyla konu edinelim.
Ahilik ve Ahiler
Sağlam bir toplumsal yapının temel göstergelerinin başında, o cemiyetteki güven duygusu yer alır. Toplumsal güven ortamının en sade ve riyasız teyit sahalarından biri de şüphesiz çarşı ve pazarlardır. Zira insan davranışlarının en yalın hâllerini gözlemleyebileceğimiz mecraların başında bu sosyal laboratuvarlar gelir. Zengin-yoksul, cömert-cimri, dürüst-yalancı her türlü karakter analizini yapmak mümkündür çarşı pazarda.
Türk-İslâm toplumunda da bir zamanlar Ahilik adı verilen kadim bir anlayış mevcuttu. “Kardeş” demekti Ahi. Bu kavram, İslâm tarihinin ilk asrında ortaya çıkan ve misafirperverlik, cömertlik, yiğitlik, yardımseverlik anlamına gelen fütüvvet anlayışının devamıydı.
Türk-İslâm toplumunda esnaf ve zanaatkârlar arasında fütüvvet esaslarının benimsenmesiyle biraz değişikliğe uğrayarak “Ahilik” denilen bir esnaf sistemi hâline dönüşmesinden öte, toplumsal otokontrol mekanizması olarak da asırlarca vazife görmüştür.
Selçuklu döneminden başlayarak on altıncı yüzyıla kadar ticarî ve ictimâî hayatın en etkin unsuru olarak var olan Ahilik sistemi ve Ahiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde de mühim rol oynamıştır. Hatta Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebali de bir Ahi şeyhi idi.
Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesine hizmet eden erler, dervişler ve bilhassa Yesevî tarikatı mensuplarına “Ahiyân-ı Rum” adı verilmiştir. Zamanla Ahilik sistemi, kültürel kodları aynı kalmak üzere “Lonca” denilen bir ticarî sisteme dönüşmüştür.
Meşhur seyyah İbn-i Batûta, Anadolu’yu “şefkat diyarı” olarak tanımlamaktadır. Hiçbir memlekette görmediği cömertliğin burada mevcut olduğunu belirterek, özellikle zanaat ve ticaret hayatını idare eden Ahilik teşkilâtının vasıflarını övmektedir. Bazı kaynaklar ise Haçlı Seferleri ile Batı’ya taşınan Ahilik anlayışının Batı esnaf birliklerinin (corporation) kuruluşuna örnek teşkil ettiğini ileri sürmektedirler.
Ahilik ve daha sonra Osmanlı’daki şekliyle Lonca sistemi, haksız rekabet ortamını, güçlünün zayıfı sömürmesini, haksız kazanç sağlamayı, insanları kandırmayı, ihtiyaçtan fazla tüketmeyi, kısacası ahlâkî olmayan her türlü davranışı reddeden bir ticarî düsturu toplumsal hayata teşmil etmeyi amaç edinmişti. Ahilik/Lonca sisteminin ahlâkî temelinde ise kahramanlık, cömertlik, namusluluk, hizmet ve sosyal dayanışma anlayışı yer alırdı.
Ahilikte insan-insan, insan-eşya, insan-tabiat ilişkilerinin odağı, insanın dünya ve ahiret saadetine göre tasarlanmıştı. Bu yaklaşım, dünya için ahiretini, ahiret için dünyasını terk etmeyen dengeli bir hayat anlayışının toplum karakteri hâline gelmesine yardım etmiştir.
Ahilik/Lonca sisteminin meslek esası kalite kontrol, ürün standardizasyonu ve fiyat istikrarını sağlamaya dayanırdı. Türk-İslâm toplumunda yaşam biçimi hâline gelmiş olan bu anlayış, toplumsal kontrolü sağlayarak asayişin temini noktasında idarî düzeni kolaylaştıran bir unsur idi. İslâm tarihinin erken dönemindeki fütüvvet anlayışında olduğu gibi, Türk-İslâm toplumundaki Ahilik/Lonca sisteminde de bir kontrol mekanizması mevcuttu. Ticaret ahlâkına uymayan davranışlar öncelikle esnafın iç denetimi ve otokontrolü, sonra da muhtesip ve kadı denetimi ile karşılaşırdı. Kalite ve fiyat denetiminde bulunmak üzere muhtesip ve kadı kontrolünün yanı sıra padişahın ve sadrazamın da teftişlerde bulunduğu bilinmektedir.
Ahilik/Lonca anlayışında arasta, bedesten, çarşı, dükkân ve pazarlar esnafın sabah toplanıp dua etmesiyle açılırdı. Sabah namazında camide buluşan esnaf, namazdan sonra çarşının merkezinde toplanır, ilmine güvenilir bir kişinin başkanlığında doğruluk yemini edilerek helâl ve bereketli kazançlar temennisi ile dükkânlar açılırdı. Ahilik nizamnamesi olarak da kabul edilmiş olan öğreti, günümüz ticarî anlayışı ile karşılaştırıldığında tam bir ibret abidesidir.
Ahilik nasihatinde idealize edilen anlayış şöyledir: “Harama bakma, haram yeme, haram içme! Sabırlı, dayanıklı ol, yalan söyleme! Büyüklerden önce söze başlama, kimseyi kandırma, kanaatkâr ol! Dünya malına tamah etme, yanlış ölçme, eksik tartma, kuvvetli ve üstün durumdayken affetmesini, hiddetliyken yumuşak davranmasını bil! Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol!”
Kısacası “Bizi aldatan bizden değildir” hadisini ideal olarak benimseyen işte böyle bir toplumsal düzenin mukavemetini hangi dünyevî güç sarsabilirdi?
Ahilikte yaptırım gücü
Alışverişte fiyat yükseltmek amacıyla müşteri kızıştıran esnaf, “kürek cezası” denilen angarya çalışma cezasına çarptırılırdı. Ürün kalitesini bozanlar, üretim standardına uymayanlar, mesleklerinde ehliyetsiz olanlar ve meslek grubunun haysiyetine halel getirecek davranışta bulunanlar, tağşiş yapanlar tespit edilerek cezalandırılırdı. Suçlu bulunanlar kalebentlik (kalede tutulma) ve cezirebentlik (adada tutulma) ile cezalandırılırlardı.
Ayıplı mal satan ya da ahaliyi aldatan esnafın dükkânı kapatılırdı. “Pabucu dama atılmak” deyiminin aslında Ahilikte bir ifşa yöntemi olduğu malûmdur. Buna benzer uygulamalar ile esnaf ahlâkının dayandığı fütüvvet ve Ahilik geleneğinin korunması hedeflenirdi.
Çarşı pazar düzeninin sağlanmasında ve esnaf sisteminin denetlenmesinde önemli bir resmî otorite olan muhtesip, “ihtisap” denilen piyasa denetim işiyle görevli müfettiş idi. Çarşıları dolaşarak alınıp satılanı kontrol eder, terazi ve kantarları muayene ederek düzgün ölçü kullanmayanları resmî mercilere bildirirdi.
Muhtesiplik Hazreti Peygamber zamanından beri var olan bir vazife olduğundan, Türk-İslâm toplumundaki Ahilik/Lonca sisteminde de bu göreve toplumda çok güvenilen şahıslar tayin olunurdu. Osmanlı’nın son döneminde “İhtisap Ağalığı” denilen bu vazife, en son “Şehremaneti” denilen belediyelere devredilmiştir.
Meşhur seyyah İbn-i Batûta, Anadolu’yu “şefkat diyarı” olarak tanımlamaktadır. Hiçbir memlekette görmediği cömertliğin burada mevcut olduğunu belirterek, özellikle zanaat ve ticaret hayatını idare eden Ahilik teşkilâtının vasıflarını övmektedir. Bazı kaynaklar ise Haçlı Seferleri ile Batı’ya taşınan Ahilik anlayışının Batı esnaf birliklerinin (corporation) kuruluşuna örnek teşkil ettiğini ileri sürmektedirler.
Loncada yetişmek
Loncalarda temel ilişki, usta-çırak ilişkisidir. Bir mesleğe yeni başlayan kişi çırak, halife ve şakird adlarıyla çağrılırdı. Çırak önce çevreyi ve mesleği öğrenir, meslekî bir imtihanla kalfa olur, en az üç sene kalfa olarak çalıştıktan sonra usta seviyesine gelmişse çalıştığı meslek kolunun başkanı olan esnaf şeyhinin peştemâl kuşatma töreniyle “usta” unvanını alırdı.
17’nci yüzyılda ustalığa yükseltme ve ayrı dükkân açma merasimleri ortalama beş altı yılda bir yapılırdı. Bu süre sarraflar için yirmi yıla kadar uzayabilirdi. Sanattaki titizlik ve olgunlaşmaya gösterilen önem, meslekî başıboşluğu engellediği gibi uzmanlığa olan saygıyı yaşatmaya ve asırlar sonra bile hayran olunacak eserler üretme idealine matuf idi.
Bir usta ölünce, dükkânı oğluna veya kalfasına kalırdı. Böylece zanaatın kuşaktan kuşağa aktarılması da sağlanmış olurdu.
Osmanlı Lonca sistemi karşılıklı kontrol, iş birliği, imtiyaz ve tahsis ilkelerine dayanıyordu. Bu sistemde liberal-kapitalist sistemdeki gibi herkese istediği mesleği istediği yerde ve istediği şekilde yapmasına imkân verilmemiştir. Osmanlı esnafı, bir anlamda memurların kadro sistemine benzeyen “gedik” usulüne bağlıydı. Bu sistemde, bir meslek koluna ihtiyaç duyuldukça yeni kadrolar açılırdı. Böylece hem haksız rekabet, hem de işsizlik önlenmeye çalışılırdı.
19’uncu yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı esnaf anlayışında “çarşıda pazarda satılan şeyler için resmî makamlarca gösterilen fiyat” anlamına gelen “narh” uygulamaları ve daha genel olarak “ihtisap” düzeni benimsenmişti. Narh uygulamasının kökeni İslâm iktisadındaki “eksik rekabet şartlarında fiyatlara müdahale edilmesi” anlayışına dayanıyordu. Bu uygulama ile devlet, ahaliyi fiyat artışlarına ve fiyat dalgalanmalarına karşı korumayı, tekelci uygulamaların etkisini azaltmayı, toplumsal ve siyasal istikrarı sağlamayı hedeflerdi.
Narhların tespiti, kadı başkanlığındaki bir komisyon tarafından yapılırdı. Komisyon, idarî memurlar ile halk temsilcilerinden oluşurdu. Mal üzerinden esnafın yapacağı ortalama kâr, işin niteliğine göre yüzde 10-20 oranında değişen oranlarda belirlenirdi. Toplumda arz-talep şartları değiştikçe, bir malın tespit edilen narhı da değişirdi. Talebin normalin üstünde yükselme eğilimi gösterdiği Ramazan ayı öncesinde, kuraklık, kıtlık, ulaşım zorlukları, harp ve kuşatma gibi nedenlerle üretimin düşmesi durumunda yeni fiyat tespiti yapılırdı. Üretimin yeniden artmasıyla narh düşürülürdü.
Bugüne nasıl gelindi?
Gelelim asıl mevzuya…
Peki, günümüz insanının idrakini aşan bu büyü neden bozuldu? Her şey nasıl oldu da tersine döndü? Nasıl oldu da toplumumuz bu hasletleri kaybederek köküne yabancılaştı? Hileli iş yapmak ne zamandan beri “ticarî zekâ”, materyalist felsefenin temel taşı olan amaca ulaşmak için her yolu mübah görmek ne zaman “çalışkanlık”, bire alıp yüze satmak ne zaman “masum yüksek kâr” addedilir hâle geldi?
Bir zamanlar meslek ahlâkına uymayanların ifşa edildiği bir toplumdan dürüst iş yapmaya çalışanların parmakla gösterildiği bir nostalji toplumuna evrilmek, hakikaten toplumsal kodların tamiri mümkün olmayan bir sarsıntıyla yüz yüze olduğunun resmidir. Fütüvvet, Ahilik ve Lonca anlayışından hiçbir ahlâkî ve ticarî kod taşımayan materyalist dünya düzenine ait kavramların istilâsı altındaki zihin dünyamız adeta ikilemler mahşeri.
Aldatıcı reklâmlar, haksız rekabet ortamı, alışverişten “veriş ama alamayış”a dönüştürülen güya ticarî kurnazlık, pazarlığın olmadığı dayatma, neyin daha değerli ve güzel olduğuna bizim adımıza karar vererek zihnimizi ve hakikati tamamen başka mecraya yönlendiren ticarî zorbalık... Bütün bu olup bitene maruz kalarak, içinde yaşadığı ortamın tek gerçek olduğunu zannederek alışveriş çılgınlığına kapılmış, materyalizmin mabetleri olan AVM’lerin çarkına su taşıyan masum gençlerimiz, çocuklarımız, istikbâlimiz… Dükkân tabelalarından içeride ne satıldığını anlayamayan halkımız, “…dan başlayan fiyatlar” tezgâhında asla yer almayan ürünler, haberi okumak için “tıkladığınız” sitede içeriği yer almayan haberler… Bize ait olmasa da bütün bu anlatılanlar başka bir medeniyetin sistemi, ürünü ve mücadele aracıdır.
Bütün bu dönüşüm, tarihî bir sürecin neticesinde cereyan etti. 16’ncı yüzyılın başından itibaren Yeni Dünya’nın keşfi ile başlayan süreç, dünyanın geçmişteki bütün toplumsal, askerî ve ticarî geleneklerini kökünden değiştirmeye başladı. “Tarihi galipler yazar” gerçekliğinin neticesi olarak güçlü olanın, ayakta kalanın yönlendirdiği bir dünya kuruldu ve onun ivmesi hâlen devam etmekte. Elbette medeniyetimizin özgün ve orijinal unsurları da bu dönüşüm karşısında kendini soyutlayarak ilâ-nihâye var olamazdı. Zira dünya toplumsal ilişkiler ağından ibaret.
Elbette sizi darp eden muarızınıza “Yumuşak vur” deme hakkınız yok. Ancak bize düşen hiçbir görev kalmadı mı?
Çağımızın Batı patentli ticarî sistemine alternatif bir sistem geliştirilebilir mi bilinmez, ama köklerine tamamen yabancılaşmaya yüz tutan toplumumuzda ahlâk eğitiminin bütün eğitim sisteminin temeline yerleştirilmesi ve kul hakkı hassasiyetinin ihya edilmesi şarttır.
Nihayet insanın en son mezuniyeti, vicdan eğitiminden olacaktır.