Ahde vefâ

“Hatırla ki, Rabbin, Âdemoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye buyurduğu vakit, onlar da ‘Evet, Rabbimizsin! Şahit olduk’ demişlerdi. Bu şahit tutuşumuzun sebebi, kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktur’ dersiniz diyedir. Yahut ‘Doğrusu atalarımız önceden Allah’a ortak koşmuşlardı, biz onlardan sonra gelen bir nesil bulunuyoruz. Şimdi o bâtıl yolu kuranların yaptıkları günahlarla bizi helâk mı edeceksin?’ dersiniz diye... İşte âyetleri böyle açıklıyoruz. Olur ki, küfürden tevhide dönerler.”

VEFÂ, gönül deryasına girenlere verilen değerin bir nişânesidir. Sözünün eri olup onu hatırlamak, ona sımsıkı sâdık kalmak ve kendisine yapılan iyiliği Hakk nâmına unutmamaktır.

Aslında ahde vefânın özü, kulun Rabbine, ümmetin Peygamberine, müridin mürşîdine, dostun dostuna, aile fertlerinin birbirine, milletin de vatanına sevgi ve sadâkatidir. Dostunu Allah için sevmek, arkadaşı öldükten sonra onun aile efrâdına iyilik ve yardım etmek, kapıdaki köpeğine varıncaya kadar her şeyine değer vermektir vefâ. Hakikatte vefâ kelâmını bir de Hazreti Mevlâna’nın deyişiyle anlatmak daha da anlamlı olacaktır. Şöyle der Hazret: “Vefâ nedir, bilir misin? Vefâ, arkanda bıraktığını, giderken yaktığını yabana atmamandır. Vefâ; dostluğun asaletine, bir duâ sonrası verilen sözlere, hayâllere ihanet katmamandır. Vefâ, ötelerin sonsuz mükâfatı karşısında Cehennem’i hafife almaman, ulvî güzellikleri dünyaya satmamandır.”

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Ahde vefâ öyle önemlidir ki, ezelden beri Rabbimize verdiğimiz sözün bir timsâli olarak ortaya çıkar. Allah-u Teâlâ ile kulları arasında bir kulluk mukavelesi vardır. Bu mukavelenin özüne uymak, kulun Rabbine karşı bir ahde vefâsıdır aslında. Bakara Sûresi kırkıncı âyet, bu konuya şöyle değinir: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size verdiğim sözü tutayım.”

Yani siz Allah’a verdiğiniz sözü unutmayıp O’na ibadet ve kulluk edin ki Allah da sizi şeytanın hilelerinden korusun ve muhafaza eylesin.

Ne idi verilen söz? A’raf Sûresi’nde bu konu şöyle geçmektedir: “Hatırla ki, Rabbin, Âdemoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları nefislerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye buyurduğu vakit, onlar da ‘Evet, Rabbimizsin! Şahit olduk’ demişlerdi. Bu şahit tutuşumuzun sebebi, kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktur’ dersiniz diyedir. Yahut ‘Doğrusu atalarımız önceden Allah’a ortak koşmuşlardı, biz onlardan sonra gelen bir nesil bulunuyoruz. Şimdi o bâtıl yolu kuranların yaptıkları günahlarla bizi helâk mı edeceksin?’ dersiniz diye... İşte âyetleri böyle açıklıyoruz. Olur ki, küfürden tevhide dönerler.” (1)

Yani sözün özü, Elest Bezmi’nde Allah-u Teâlâ ile ruhlar arasında bir sözleşme ezelden vukuu bulmuştur. Cenâb-ı Hakk, Hazreti Âdem’in (as) sulbünden zürriyetlerini almış ve onlara hitaben, “Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna da kendilerini şahit tutmuştur: “Onlar da ‘Evet, Rabbimizsin! Şahidiz’ dediler.” (2)

Peygamberimizin vefâsı

Ahde vefâ kelâmına en sâdık kalan, şüphesiz ki Efendimiz (sav) olmuştur. Kendisine birçok eziyet yapılmış ve birçok sıkıntı verilmiş olsa da zerre-i miskâl dâvâsından geçmemiş, Rabbine olan ahde vefâsını sonuna kadar yerine getirmiştir

Efendimizin İbrahim’e vefâsı

Peygamberimizin mübarek Zâtı ve Nübüvveti, Hazreti İbrahim’in, “Rabbimiz! İçlerinden, onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder” (Bakara, 129) şeklindeki duâsını barındıran âyet ile desteklenmektedir. Hazreti İbrahim, bu duâyı oğlu İsmail (as) ile Kâbe’yi bina ettikten sonra yapmıştır. Nitekim Efendimiz, “Ben büyükbabam İbrahim’in duâsına, kardeşim Îsâ’nın müjdesine ve annem Âmine’nin rüyasına mazhar olmuşumdur” buyurarak, hem Hazreti İbrahim ile Hazreti Îsâ’yı, hem de annesini minnetle anmıştır. Bu, Ondaki vefâ duygusunun eşsiz bir eseridir.

Bilhassa Hazreti İbrahim’in duâsına karşı Efendimiz, ömür boyu ona minnettar kaldığı gibi, kıyamete kadar da minnet duygusunu ümmetinin zihnine nakşetmiştir. Namazlardaki tahiyatlarda okunan Salli ve Bârik duâlarında Âl-i Muhammed’in ardından hemen Âl-i İbrahim zikredilmiş, Hazreti İbrahim ile ev halkı ve ashâbının, Hazreti Muhammed ile Ehl-i Beyt’i ve ashâbının peşinden zikredilmesi, Efendimizin, Kendisinin Peygamberliği için Hazreti İbrahim tarafından yapılan o mübarek duâsının Allah katında kabulüne karşı Cenâb-ı Hakk’a bir şükrü, Hazreti İbrahim’i de minnet ve rahmetle anmasıdır. Bu, çok zarif ve çok hassas bir vefâ duygusunun eseridir. (3)

“Çünkü O, Hatice’nin arkadaşıydı”

Efendimiz için Hazreti Hatice annemiz, bir can yoldaşı, bir dâvâ arkadaşıydı. Efendimiz onu hayatı boyunca hep minnetle anmıştır. Hazreti Hatice Annemizin, Efendimizin dâvâsı yolunda her an yanında olmasını, O’na inanmasını ve her türlü sıkıntıda kol kanat germesini Efendimiz her daim şükranla yâd etmiştir. Vefâtından sonra bile ona karşı ahde vefâsını devam ettirmiştir.

Bir gün Peygamberimiz, Hazreti Aişe ile beraberken, huzûr-u saadetlerine ihtiyar bir hanım gelir. Allah Resulü ona adını sorar. O da “Cessame el-Müzeni” diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz “çirkin” mânâsına gelen bu adı “güzel” anlamındaki yeni bir isimle değiştirerek, “Hayır, senin adın Cessame değil, Hassane el-Müzeni’dir” diye buyurur. Sonra da ihtiyar kadına hâlini hatırını sorar, pek çok iltifatta bulunur. Yaşlı hanım gittikten sonra Allah Resulünün ona gösterdiği ihtiram, ilgi ve alâkası dikkatinden kaçmamış olan Hazreti Aişe merak ederek, “Bu yaşlı hanım kimdi Ya Rasûlullah?” diye sorar. O da, “Hatice’nin arkadaşı… O’nun sağlığında bize gelip giderdi. Kuşkusuz ahde güzel bir şekilde vefâ göstermek, imandandır” diye buyurur. (4)

Hazreti Ömer’in kıssası

Hazreti Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girer ve derler ki, “Ey Halîfe, bu aramızdaki arkadaş, bizim babamızı öldürdü! Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin”. Bu söz üzerine Hazreti Ömer, suçlanan gence dönerek, “Söyledikleri doğru mu?” diye sorar. Suçlanan genç, “Evet, doğru!” der. Bunun üzerine Hazreti Ömer, “Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sorar. Genç anlatır: “Ben, bulunduğu kasabada hâli vakti yerinde olan bir insanım. Ailemle beraber gezmeye çıktık. Kader bizi, arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki, dönen bir defa daha bakıyor. Hayvana ne yaptıysam, bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içeriden hışımla çıktı ve atıma bir taş attı. Atım da oracıkta ölüverdi. Nefsime bu durum ağır geldi. Ben de bir taş attım, babası öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı. Durum bundan ibaret!”

Hazreti Ömer, “Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam! Madem suçunu da kabul ettin” deyince, delikanlı söz alarak şöyle der: “Efendim, bir özrüm var. Ben memleketinde zengin bir insanım. Babam rahmetli olmadan bana epey altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz, ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim. Bu üç gün için de yerime birini bulurum.”

Hazreti Ömer cevap verir: “Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalır ki?” Genç adam ortama bir göz atar, “Bu zât benim yerime kalır” der. O zât, Amr İbnü’l-As’dır. Hazreti Ömer, Amr’a dönerek, “Ey Amr, delikanlıyı duydun” der. O büyük sahabi, “Evet, ben kefilim” der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzeredir. Gençten bir haber yoktur. Medîne’nin ileri gelenleri, Hazreti Ömer’e çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr İbnü’l-As’a verilecek idam yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler. Gençlerse buna râzı olmaz ve “Babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz” derler. Hazreti Ömer, kendinden beklenen cevabı verir: “Bu kefil babam olsa fark etmez, cezayı infaz ederim!” Amr İbnü’l-As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki, “Biz de sözümüzün arkasındayız”.

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından o genç görünür. Hazreti Ömer gence döner ve der ki, “Gelmemek gibi önemli bir fırsatın vardı, neden geldin?”. Genç vakurla başını kaldırır ve “‘Ahde vefâsızlık etti’ demeyesiniz diye geldim” der. Hazreti Ömer bu defa başını çevirir ve Amr İbnü’l-As’a, “Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun, nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?” diye sorar. Şöyle karşılık alır: “Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, ‘İnsanlık öldü’ dedirtmemek için kabul ettim!”

Sıra gençlere gelir, “Biz bu dâvâdan vazgeçiyoruz!” derler. Bu sözün üzerine Hazreti Ömer, “Biraz evvel ‘Babamızın kanı yerde kalmasın’ diyordunuz, ne oldu da vazgeçiyorsunuz?” diye sorar. Gençlerin cevabı oldukça anlamlıdır: “‘Merhametsiz insan kalmadı’ demeyesiniz diye…”

Bu önemli konuyu bir hadîsle birlikte bitireceğiz. Resûlullah buyurdular ki, “Kıyamet günü Allah öncekileri ve sonrakileri birleştirip topladığı zaman, her vefâsız için, onu tanıtan bir bayrak dikilir ve ‘Bu falan oğlu falanın vefâsızlığıdır’ denilir.” (5)

 

1-A’raf Suresi 172-174

2-A’raf Suresi 172

3-Prof. Hüseyin Algül

4-Hakim, Müstedrek, I, 20

5-Buhari, Edep, 99