Ah, o piyanoyu bırakmayacaktım!

Melodik hayâllerimin mahvına sebep olmasına rağmen, sadece Bizim Yûnus ile tanıştırdığı için bile hâlihazırdaki eğitim sistemimize saygısızlık etmekten imtina ederim. Çünkü Amerikalı insan kaynakları uzmanlarından çok daha önce Yûnus’un da dediği gibi, “İlim kendin bilmektir ve hepisinden iyice, bir gönüle girmektir”.

DÜN tez yazmak istediğim konu ile ilgili bulduğum birkaç kitabı satın almak için gittiğim kitabevinde lise öğrencilerini görünce içimden, “Şimdi ne kadar test kitabı varsa ebeveynlerine aldıracak ve sonra bir kenara atacaklar” diye geçirdim. Bilgisayarın başındaki gözlüklü adamın ise yalnızca barkod okutmakla görevlendirilmiş olduğunu düşündüm. Ve hatta sıkıldım onun yerine…

Ancak arka arkaya dizilen çocuklar, bilgisayarın başındaki adama tek tek ihtiyaçları olan proje ödevlerinin konusunu (ben lisedeyken bunun adı “dönem ödevi” idi ve her defasında edebiyat dersinden dönem ödevi aldım ki bu bile yanlış hayatı doğru yaşamaya çalışmaktaki ısrarım ve eminim ki Adorno yaşasaydı bana çok kızacaktı) söylüyordu. Adam en öndeki çocuğa, “Bir hafta sonra gel, al” dedi. Bir arkadakine ise, “Üç gün sonra hazır olur” dedi. Bir hafta sonra gelmesi söylenen çocuğun proje ödevi, Kafka-Dönüşüm’ü yorumlamak üzerine olduğundan mıdır bilinmez, bilgisayarın başındaki adamın bu konuyu biraz fazla düşünmesi gerekiyordu galiba.

Ben ders bitirme projelerinde hazırladığım 5-10 sayfalık makalelerde bile intihâl yapmamak için iki gün cümle düşünürken, lisedeki bu çocukların başkalarını para karşılığında kullanarak dersten geçer not almaya çalışmaları değildi beni şaşırtan. Bunu daha bu yaşta idrak etmiş ve insanları kullanmaya başlamış olmalarıydı.

Evet, teknolojinin hızına yetişilemiyordu. Evet, tüketim çağındaydık ve kitap okumak yerine filmine gitmek daha kolaydı. Evet, her şey bir “tık” uzağımızdaydı. Biliyordum, Google harika bir şeydi ve Yandex hayat kurtarıcıydı… Bilgisayardan hazır ödev indirmeyi bile anlayabiliyordum; ancak “Ya öğretmen anlarsa?” diye korkmamaları, bana kendimi biraz şapşal hissettirdi. En azından onların yaşında onlardan daha şapşaldım.

“Bizim zamanımızda” diye başlayan cümleler kurmak için yeterince tecrübeli değildim. Dolayısıyla içimden bile geçiremedim bu cümleyi ve sonra onlara hak verdim. Yapmak zorunda oldukları ve heyecanlanmadıkları bir proje için neden saatlerce uğraşsınlardı ki? Hangimiz bize heyecan vermeyen şeyleri yaparken yeterince emek sarf ediyorduk? Biraz zamanım olsaydı eğer, Dönüşüm’deki Gregor Samsa’yı sadece biraz daha anlayabilmek için bile o ödevle hemhâl olmak isterdim. Gözlüklü adam da benim kadar istiyor muydu acaba Gregor’la yüzleşmeyi? Zira ben de hâlâ karar veremedim Dönüşüm’deki özne Gregor mu, yoksa onun kız kardeşi mi diye.

Oysa bu çocuk, elindeki akıllı telefonundan en kötü ekşi sözlük yazarlarının gönderilerini okuyarak bile fikir sahibi olup, bir hafta sonra bitecek proje ödevini gözlüklü adamdan alacak ve öğretmene teslim edecekti. Ve bitecekti işte! Mesele geçer not almak olduğu sürece bu kadarı kâfiydi.

Fark etmeksizin hayatta en büyük öznenin kendisi olduğuna inandırılan bu çocuklar, özel bir ilgileri bulunmadığı müddetçe elbette en kolay şekilde not almak için yapılması gerekeni yapıyorlardı. O kadardı işte! Bu kadar hezeyana gerek yoktu yani. Kitabevinde karşılaştığım çocuklar, aslında kişisel gelişim alanı tanınmayan her çocuk gibi, bir şekilde sisteme istediğini veriyor ve hayatlarını ortalama mutluluk standartlarına en yakın şekilde idame ettirmeye çalışıyorlardı. Sonuç odaklı eğitim anlayışı içerisinde bana kendimi şapşal hissettiren bu sahne eğer zaman yönetimi ölçülen bir eğitim anlayışı içerisinde değerlendiriliyor olsaydı, en öndeki çocuk muhtemelen yine tam not alacaktı. İlgili proje ödevi için en az bir hafta verilmiş olsaydı tabiî…

Geçen haftalarda Amerika’da yayınlanan bir derginin internet sitesinde, “Gelecekte insanların yapacağı bir iş kalacak mı?” başlıklı bir haberle karşılaştım. Özetle, makineleşmenin artması ve geliştirilen teknolojiler sebebiyle ihtiyaç duyulan işgücünün giderek azaldığından, buna rağmen yeni iş alanlarının ortaya çıkmasından dolayı bu alanların farklı becerilere sahip kişilerin istihdamını zorunlu kılmasından, bu anlayışın da yavaş yavaş yıkılmaya başlaması sebebiyle nihayet kişilerarası becerilere sahip işgücü talebinin doğduğundan bahsediyordu. Son kertede, robotların insanlardan daha eksiksiz işler yapacağından bahisle, artık bilgi odaklı eğitim sisteminin terk edilmesini ve kişiye değer katacak bir eğitim sisteminin benimsenerek kişisel yeteneklerin, etik değerlerin ve insanlar arası iletişimin ön plâna çıkarılmasının hedeflenmesi gerektiği belirtiliyordu.

İlk bakışta hoşuma gitti bu haber; çünkü “Bahsi geçen kavramlara odaklanmış bir eğitim anlayışı ile yetişseydim eğer ne yapardım?” diye düşündüm. Örneğin, çalmayı bıraktığım piyanoda kesinlikle ustalaşırdım ve böylelikle müzik öğretmeninin gelmediği zamanlarda İstiklâl Marşı okunurken görüntü olsun diye önüme koydukları orgu çalıyormuş gibi yapmaktan daha fazlasını yapabilirdim belki. Sonra şunu düşündüm: Her geçen gün biraz daha güvenilirliğini yitiren sınavları hayatımızın dönüm noktaları hâline getirmeselerdi eğer, sadece piyanist olmakla yetinmez, orkestra şefi olmak da isteyebilirdim. Ve eğer bir orkestra şefi olabilseydim...

Bu cümleden sonra üç nokta koydum, çünkü bu imkânsız hayâli yazıya dökerken bile suratımdaki anlamsız tebessüme engel olamıyorum.

Evet, bir orkestra şefi olabilseydim, şuna kesinlikle eminim ki, göğsümde bazen kontrol etmekte zorlandığım varoluş sevgimi reklâmsız, özgürce ve herhangi bir kimseye yaranma çabam olmaksızın bağır çağır dile getirebilmek için kesinlikle bir koro kurardım. Viyolonsel, piyano, def, kanun, keman, saksafon ve vuvuzela, kesinlikle yer vereceğim enstrümanlardan sadece birkaçı. Öyle elindeki batonla direktif veren bir şef olmazdım ben. Harabi’nin yakılan şiirlerini bulup bestelerdim. Sonra herkesin burun kıvıracağı potporiler hazırlardım. Meselâ Dalida’nın yüksek perdeden söylediği şarkılarının arasından “Hû” sesleri yükselirdi yavaş yavaş…

Sonra…

Evet, sonra müzik canlanır ve insanlar el çırpmaya başlardı. Tam o sırada Elif Çağlar’ın Jamaica’sından Sami Yusuf’un Forgotten Promises’ine geçiş yapardım ve insanlar parmak şıklatmaya başlarlardı. Daha çok bağırırlardı kadınlar. Erkekler daha çok gülerlerdi. Babama solo yaptırırdım. Evet evet, babama kesinlikle solo yaptırırdım! Hatta dayanamaz, kendim de solo yapardım; ama ses oktavım çok tiz seslere çıkmama izin vermediği için naif deyişler söylerdim herhâlde. Arı bir romantizmle de yapmazdım bunu.

Tüm bilişsel süreçlerini tamamlayan insanlardan oluşması için koroma dâhil olmak isteyenleri, uluslararası çalışmalar yapan bir insan kaynakları firmasının hazırlayacağı özel sınavlardan geçirirdim. Ama bu sınav sadece önyargılı, kibirli ve kıskanç insanları elemek için kullandığım kişilik testi vb. bir şey olurdu. Böylece içi boş özgüveniyle ortalıkta özgüvenimizi baltalamaya çalışan garip insanlardan kurtulduğumuz bir ortam yaratabilirdim belki.

Neyse ki yeteneklerimin ve etik değerlerimin üzerine inşâ edebileceğim bir eğitim hayatım olmadı da insanlar tahayyül dünyamın fütursuzluğuyla yüzleşmekten kurtuldu ve genç olduğu için kimsenin dâvâ etmek istemeyeceği binlerce avukattan biri oldum. Keşke müvekkil adaylarıma icra memurlarının eşref saatleriyle ilgili tecrübelerimi anlatabilseydim. Ama muhtemelen bunlardan bahsedersem benim beceriksiz ya da başarısız olduğumu düşünürlerdi. Orkestra şefi olamamışken, bir de böyle sıfatlarla anılmak istemem açıkçası. Bu yüzden icra dairelerinde işlem yaptırabilmek için arşivden dosya istediğimde, işi bunu yapmak olduğu hâlde sadece çay-çorba parası vermek istemediğim için suratıma hayalet görmüş gibi uzun uzun bakan memurlardan bahsetmeyeceğim. Hem umudumu da yitirmedim: Robotlardan daha başarılı olacağımız tek alanın insanî değerler olacağı iddia edilen ve kişisel yetenekler doğrultusunda geliştirilen eğitim sisteminin yetiştireceği bireylerle çalışabileceğim yıllar gelirse eğer, ben de başarılı bir avukat olabilirim.

Melodik hayâllerimin mahvına sebep olmasına rağmen, sadece Bizim Yûnus ile tanıştırdığı için bile hâlihazırdaki eğitim sistemimize saygısızlık etmekten imtina ederim. Çünkü Amerikalı insan kaynakları uzmanlarından çok daha önce Yûnus’un da dediği gibi, “İlim kendin bilmektir ve hepisinden iyice, bir gönüle girmektir”.