DÜN tez yazmak
istediğim konu ile ilgili bulduğum birkaç kitabı satın almak için gittiğim
kitabevinde lise öğrencilerini görünce içimden, “Şimdi ne kadar test kitabı
varsa ebeveynlerine aldıracak ve sonra bir kenara atacaklar” diye geçirdim. Bilgisayarın
başındaki gözlüklü adamın ise yalnızca barkod okutmakla görevlendirilmiş
olduğunu düşündüm. Ve hatta sıkıldım onun yerine…
Ancak
arka arkaya dizilen çocuklar, bilgisayarın başındaki adama tek tek ihtiyaçları
olan proje ödevlerinin konusunu (ben lisedeyken bunun adı “dönem ödevi” idi ve
her defasında edebiyat dersinden dönem ödevi aldım ki bu bile yanlış hayatı
doğru yaşamaya çalışmaktaki ısrarım ve eminim ki Adorno yaşasaydı bana çok
kızacaktı) söylüyordu. Adam en öndeki çocuğa, “Bir hafta sonra gel, al” dedi.
Bir arkadakine ise, “Üç gün sonra hazır olur” dedi. Bir hafta sonra gelmesi
söylenen çocuğun proje ödevi, Kafka-Dönüşüm’ü yorumlamak üzerine olduğundan
mıdır bilinmez, bilgisayarın başındaki adamın bu konuyu biraz fazla düşünmesi
gerekiyordu galiba.
Ben
ders bitirme projelerinde hazırladığım 5-10 sayfalık makalelerde bile intihâl
yapmamak için iki gün cümle düşünürken, lisedeki bu çocukların başkalarını para
karşılığında kullanarak dersten geçer not almaya çalışmaları değildi beni
şaşırtan. Bunu daha bu yaşta idrak etmiş ve insanları kullanmaya başlamış
olmalarıydı.
Evet,
teknolojinin hızına yetişilemiyordu. Evet, tüketim çağındaydık ve kitap okumak
yerine filmine gitmek daha kolaydı. Evet, her şey bir “tık” uzağımızdaydı.
Biliyordum, Google harika bir şeydi ve Yandex hayat kurtarıcıydı… Bilgisayardan
hazır ödev indirmeyi bile anlayabiliyordum; ancak “Ya öğretmen anlarsa?” diye
korkmamaları, bana kendimi biraz şapşal hissettirdi. En azından onların yaşında
onlardan daha şapşaldım.
“Bizim
zamanımızda” diye başlayan cümleler kurmak için yeterince tecrübeli değildim. Dolayısıyla
içimden bile geçiremedim bu cümleyi ve sonra onlara hak verdim. Yapmak zorunda
oldukları ve heyecanlanmadıkları bir proje için neden saatlerce uğraşsınlardı ki?
Hangimiz bize heyecan vermeyen şeyleri yaparken yeterince emek sarf ediyorduk? Biraz
zamanım olsaydı eğer, Dönüşüm’deki Gregor Samsa’yı sadece biraz daha
anlayabilmek için bile o ödevle hemhâl olmak isterdim. Gözlüklü adam da benim
kadar istiyor muydu acaba Gregor’la yüzleşmeyi? Zira ben de hâlâ karar
veremedim Dönüşüm’deki özne Gregor mu, yoksa onun kız kardeşi mi diye.
Oysa
bu çocuk, elindeki akıllı telefonundan en kötü ekşi sözlük yazarlarının gönderilerini
okuyarak bile fikir sahibi olup, bir hafta sonra bitecek proje ödevini gözlüklü
adamdan alacak ve öğretmene teslim edecekti. Ve bitecekti işte! Mesele geçer
not almak olduğu sürece bu kadarı kâfiydi.
Fark
etmeksizin hayatta en büyük öznenin kendisi olduğuna inandırılan bu çocuklar,
özel bir ilgileri bulunmadığı müddetçe elbette en kolay şekilde not almak için
yapılması gerekeni yapıyorlardı. O kadardı işte! Bu kadar hezeyana gerek yoktu
yani. Kitabevinde karşılaştığım çocuklar, aslında kişisel gelişim alanı tanınmayan
her çocuk gibi, bir şekilde sisteme istediğini veriyor ve hayatlarını ortalama
mutluluk standartlarına en yakın şekilde idame ettirmeye çalışıyorlardı. Sonuç
odaklı eğitim anlayışı içerisinde bana kendimi şapşal hissettiren bu sahne eğer
zaman yönetimi ölçülen bir eğitim anlayışı içerisinde değerlendiriliyor
olsaydı, en öndeki çocuk muhtemelen yine tam not alacaktı. İlgili proje ödevi
için en az bir hafta verilmiş olsaydı tabiî…
Geçen
haftalarda Amerika’da yayınlanan bir derginin internet sitesinde, “Gelecekte
insanların yapacağı bir iş kalacak mı?” başlıklı bir haberle karşılaştım.
Özetle, makineleşmenin artması ve geliştirilen teknolojiler sebebiyle ihtiyaç
duyulan işgücünün giderek azaldığından, buna rağmen yeni iş alanlarının ortaya
çıkmasından dolayı bu alanların farklı becerilere sahip kişilerin istihdamını zorunlu
kılmasından, bu anlayışın da yavaş yavaş yıkılmaya başlaması sebebiyle nihayet
kişilerarası becerilere sahip işgücü talebinin doğduğundan bahsediyordu. Son
kertede, robotların insanlardan daha eksiksiz işler yapacağından bahisle, artık
bilgi odaklı eğitim sisteminin terk edilmesini ve kişiye değer katacak bir
eğitim sisteminin benimsenerek kişisel yeteneklerin, etik değerlerin ve
insanlar arası iletişimin ön plâna çıkarılmasının hedeflenmesi gerektiği
belirtiliyordu.
İlk
bakışta hoşuma gitti bu haber; çünkü “Bahsi geçen kavramlara odaklanmış bir
eğitim anlayışı ile yetişseydim eğer ne yapardım?” diye düşündüm. Örneğin,
çalmayı bıraktığım piyanoda kesinlikle ustalaşırdım ve böylelikle müzik
öğretmeninin gelmediği zamanlarda İstiklâl Marşı okunurken görüntü olsun diye
önüme koydukları orgu çalıyormuş gibi yapmaktan daha fazlasını yapabilirdim
belki. Sonra şunu düşündüm: Her geçen gün biraz daha güvenilirliğini yitiren
sınavları hayatımızın dönüm noktaları hâline getirmeselerdi eğer, sadece piyanist
olmakla yetinmez, orkestra şefi olmak da isteyebilirdim. Ve eğer bir orkestra
şefi olabilseydim...
Bu
cümleden sonra üç nokta koydum, çünkü bu imkânsız hayâli yazıya dökerken bile
suratımdaki anlamsız tebessüme engel olamıyorum.
Evet,
bir orkestra şefi olabilseydim, şuna kesinlikle eminim ki, göğsümde bazen
kontrol etmekte zorlandığım varoluş sevgimi reklâmsız, özgürce ve herhangi bir
kimseye yaranma çabam olmaksızın bağır çağır dile getirebilmek için kesinlikle
bir koro kurardım. Viyolonsel, piyano, def, kanun, keman, saksafon ve vuvuzela,
kesinlikle yer vereceğim enstrümanlardan sadece birkaçı. Öyle elindeki batonla
direktif veren bir şef olmazdım ben. Harabi’nin yakılan şiirlerini bulup
bestelerdim. Sonra herkesin burun kıvıracağı potporiler hazırlardım. Meselâ
Dalida’nın yüksek perdeden söylediği şarkılarının arasından “Hû” sesleri
yükselirdi yavaş yavaş…
Sonra…
Evet,
sonra müzik canlanır ve insanlar el çırpmaya başlardı. Tam o sırada Elif
Çağlar’ın Jamaica’sından Sami Yusuf’un Forgotten Promises’ine geçiş yapardım ve
insanlar parmak şıklatmaya başlarlardı. Daha çok bağırırlardı kadınlar.
Erkekler daha çok gülerlerdi. Babama solo yaptırırdım. Evet evet, babama kesinlikle
solo yaptırırdım! Hatta dayanamaz, kendim de solo yapardım; ama ses oktavım çok
tiz seslere çıkmama izin vermediği için naif deyişler söylerdim herhâlde. Arı
bir romantizmle de yapmazdım bunu.
Tüm
bilişsel süreçlerini tamamlayan insanlardan oluşması için koroma dâhil olmak
isteyenleri, uluslararası çalışmalar yapan bir insan kaynakları firmasının
hazırlayacağı özel sınavlardan geçirirdim. Ama bu sınav sadece önyargılı,
kibirli ve kıskanç insanları elemek için kullandığım kişilik testi vb. bir şey
olurdu. Böylece içi boş özgüveniyle ortalıkta özgüvenimizi baltalamaya çalışan
garip insanlardan kurtulduğumuz bir ortam yaratabilirdim belki.
Neyse
ki yeteneklerimin ve etik değerlerimin üzerine inşâ edebileceğim bir eğitim
hayatım olmadı da insanlar tahayyül dünyamın fütursuzluğuyla yüzleşmekten kurtuldu
ve genç olduğu için kimsenin dâvâ etmek istemeyeceği binlerce avukattan biri
oldum. Keşke müvekkil adaylarıma icra memurlarının eşref saatleriyle ilgili
tecrübelerimi anlatabilseydim. Ama muhtemelen bunlardan bahsedersem benim
beceriksiz ya da başarısız olduğumu düşünürlerdi. Orkestra şefi olamamışken,
bir de böyle sıfatlarla anılmak istemem açıkçası. Bu yüzden icra dairelerinde
işlem yaptırabilmek için arşivden dosya istediğimde, işi bunu yapmak olduğu hâlde
sadece çay-çorba parası vermek istemediğim için suratıma hayalet görmüş gibi
uzun uzun bakan memurlardan bahsetmeyeceğim. Hem umudumu da yitirmedim: Robotlardan
daha başarılı olacağımız tek alanın insanî değerler olacağı iddia edilen ve
kişisel yetenekler doğrultusunda geliştirilen eğitim sisteminin yetiştireceği
bireylerle çalışabileceğim yıllar gelirse eğer, ben de başarılı bir avukat
olabilirim.
Melodik hayâllerimin mahvına sebep olmasına rağmen, sadece Bizim Yûnus ile tanıştırdığı için bile hâlihazırdaki eğitim sistemimize saygısızlık etmekten imtina ederim. Çünkü Amerikalı insan kaynakları uzmanlarından çok daha önce Yûnus’un da dediği gibi, “İlim kendin bilmektir ve hepisinden iyice, bir gönüle girmektir”.