“Ah/mak”inesi

Evlat aileden sevgi değil baskı yer, kaçar gider el ipine. Anne-baba asi evladı yok sayar, kapılıp gider dünya seline. Dahası, eş arar muhabbeti, buldu sanır elinde; yanındakini görmez, kaybolup gider kendi içinde. İletişim dili oldu mavi tik; insanın değeri, aldığı beğenide…

VAKT-i zamanında ülkenin birinde geçmişine bağlı, geleceğine sevdalı bir halk varmış. Herkes birbirine az çok saygı duyar, asla eziyet etmezmiş…

İnançlılar da, inançsızlar da yaşadıkları yere sahip çıkar, asıl zararın onlara ait olmayan değerlerden geleceğini bilirlermiş. Çünkü bu halkın çoğunluğu hakikat ile beslenirmiş. Seveni olduğu kadar, gizli-aşikâr düşmanları da pek çokmuş ya, aldırış etmezmiş bu halk buna.

Bir gün birileri gelmiş bu ülkeye; öyle hesaplı, plânlı. Kendindeki değeri bilmeyip dıştakine sevdalı olanlar, el pençe divan, misafir etmiş onları. Gelenler demişler ki orada yaşayanlara, “Verin sözlerimize kulak, sizlere neler anlatacağız bir bak! Aman dikkat edin, yaklaşıyor yaklaşmakta olan. Tehlike büyük. Herkes kendini kollamalı, bugünler iple aranmamalı. Geliyor gelmekte olan. Dinleyin sözümüzü, yarın olur size yalan. Çoluğunuzu çocuğunuzu salmayın, aman ha oturun, yerinizden kalkmayın!”.

Kimse anlam verememiş durduk yere bu söylenenlere. Durduk yere mi bilinmez amma bu ahvale kimi gülüp geçmiş, kimi korkup bu duygu üzerine ezilmiş, kimi durmayıp araştırmış kendince, kimi umursamamış. Derken gün günü devirmiş. Bu kim bilinmezler yine halkın ortasında bitmişler. Bu sefer hazırlıkları ellerinde demet demet; hem bağırıyor, hem yayıyorlarmış. Afiş olup dağ bayır haykırıyorlarmış. Üstelik kim bilinmezler, nereden geldiği bilinmezlerle beraber organize iş götürmesinler mi?

Hâl böyle olunca, bu sefer de korkanlar artmış, gülenler azmış. Haberler kulaktan kulağa yayılmış. Anneler babalar çocuklarını konu komşudan, akrabadan, akrandan sakınmış; gelinlik kızlar işlemelerden şaşmış. Gel zaman, kal zaman derken, haber tüm ülkeyi sarmış. İnsanlar olmuş bir anda panik; dışarı çıkan hızlıca iş görüyor, oldukça dakik.

Derken, bir aklıevvel, nasıl olduysa sormuş koca bir soru: “Gelen ne?” Bu soruyla irkilen, durunca düşünen aklıselim dile gelmiş hemen: “Zararı ne?”

Soru hikmeti bu ya, zihinleri hemen açmış: “Getiren kim? Amacı ne? Faydası var mı? Hayır mı, şer mi?”

Hatta kalkıp ak sakallı bir dede, bastonu elinde, “Düşmanın geleceği varsa göreceği de var” demesin mi? Ah bu sorular, halkı bir anda kendine getirmiş! Hakikat bu ya, insan bilmediğinden korkar, bildiği şey tehlike bile olsa tedbir alır. Saklanmak ecele mânî olsaydı Firavun hâlâ yaşamaz mıydı?

Kim bilmezler ve nereden geldiği bilinmezler evvelâ şaşakalmışlar. Bakmışlar ki, bu halkı böyle korkutarak ikna edemeyecek, dahası düşman bilinecekler. Bir olup uzun uzun toplantılar yapmışlar. Muhatap olmadan kimseyle, soruları havada bırakacak, dahası düşünmeyi azaltacak, gelen bilginin kaynağı belli olmayacak, biraz korkutacak, zihinleri de biraz uyuşturacak cak, cek, cak, cek bir makine icat etmeye karar vermişler. “Korku yalnız zihnin izin verdiği ölçüde derindir” diyerek bu sefer de korkunun şeklini değiştirip halkı kendinde olmayana özendirme hâline bürümek istemişler. İnsan birine ya da bir şeylere özenirse yalnız kendisi ile meşgul olur. Yalnız kendisiyle meşgul olan yalnızlaşır, yalnız kalan korkar, kendini güvensiz hisseder. Bu hisse bürünen, karşısına ilk çıkan güce boyun eğer. Denize düşenin yılana sarılması gibi hani… 

Ama bu kadar sağlam bir yapı iki dinamitle çöker mi? Yok efendim, inanın çökmez. Mümkünatı mümkün değil. Değil tabiî!

Öyle, böyle, şöyle derken işin çözümünü kökte görmüşler biraz da. Kökü kestik mi tıpkı bir ağaç gibi, o ağaç kurur. Kuruyan ağaç istenen kıvama hazır bir tahta, yakılacak odun olur. Bu halkı da köklerinden uzaklaştırmak, onların söylediği sözlere iman ettirmek, uygun kıvama getirip yakmak için taktik geliştirmişler. Yalnız bir sorun varmış: Halkın en iyi bildiği şey, dost-düşman algısı imiş. Bu aleti işleve koyabilmek için onlara ulaşmaları gerekmiş. Tabiî şu an için mümkün görülmeyince yine düşünüp taşınmış, uzun toplantılar yapmışlar, “Biz dostuz” (!) diye yaklaşarak doğrultmuşlar namlularını. Halk sormamış bu sefer. Ya uğraşmaya üşenmiş ya da konfor alanları bozulsun istememişler. “Rehavet mi, gaflet mi?” diye düşüneduralım, halk, dostlarına (!) hemen inanıvermiş bile. Bir söz ile ikna olmazlarmış aslında ya, bu sefer tehlike en rahat yerden yaklaşmış onlara.

“Yanlışın en tehlikelisi, doğruya en yakın olanıdır” ilkesini almışlar yanlarına, belirsiz belirliler ve herkesin evine, yurduna sokmuşlar icatları “AH-MAKinesi”ni. Bu makinenin kumandası kişinin elinde ise de ipler hep onlarda imiş. Makine kimde var ise onu statü sahibi saydıran da onlarmış ya, halk sadece yazılan oyunda oyuncu kalmış biraz da. Halkın kazanmasını istedikleri ahlâkı ya da ahlâksızlığı böylelikle daha kolay, daha ucuza getirerek inşâ edebileceklermiş. O makinede izlettirecekleri şeyler bakmak ve görmek arasındaki nazar ahlâkını yıpratmış. Bunu ancak duyanlar bilmiş.

Zaman akıp gitmiş böyle bir süre. Bilinmez çetesi, hedefine kısmen ulaşmış ama yetmemiş bu zafer onlara; “Daha fazla!” diyerek evlere koyduklarını ellere de tasarlamışlar. Bu icatla yeni bir din inşâ etme hedefleri varmış aslında. Adı da “Dijital Din”. Bu dinin ibadethanesi kara aynalar, ibadeti ise sürekli çevrimiçi olmak imiş. Yapanından korkutarak sanal mutluluk vadeden bu din, halkı kolay lokma hâline getirebilirmiş ancak. İşte o zaman her söyledikleri kutsanacak ve sorgulanmadan kabul edilecekmiş. En önemli hedef kitleleri gençler ve aileler olmuş.

Zamanın dili, dijital çağ, olmazsa olmaz, metaverse, alfalar, Mars, Jüpiter, Neptün” derken, bu sefer halk ikiye ayrılmış: Olmalı mı? Olmamalı mı?

Kimi kabullenip içinde kaybolmuş, kimi itmiş elinin tersiyle, tamamen reddetmiş, halktan soyutlanmış. Tehlike hakikaten büyücekmiş. Ayırmış anayı babadan, babayı evlattan, akrabayı muhabbetten, arkadaşı hoşbeşten. Evlatlar her yerde endam eder, analar babalar gittikleri yerleri ortaya döker olmuş. Kalmamış kimsenin mahremi. Yenilen içilen her şey masada; dahası değerler kayboluyormuş hayâda.

Evlat aileden sevgi değil baskı yer, kaçar gider el ipine. Anne-baba asi evladı yok sayar, kapılıp gider dünya seline. Dahası, eş arar muhabbeti, buldu sanır elinde; yanındakini görmez, kaybolup gider kendi içinde. İletişim dili oldu mavi tik; insanın değeri, aldığı beğenide… Koskoca ülkede herkes bir rüzgârda dolaşırken, kimi oturduğu yerden kalkmadan yaşayıp gitmeye başlamış.

Deliler ırmağından su içmemeye kararlı birileri fark etmiş bu hâli. Derken, çıkmış bir bilge kişi, bakmış olacak gibi değil, toplamış tüm halkı: “Ey ahali, bu gidişat, gidişat değil! ‘Gelecek’ dediler, ‘Ne?’ dedik, getiremediler. ‘Geldi’ dediler, sormadık, ses etmedik, kabullendik, içimize soktular. Yetmedi, ellerimizde oyuncak oldu bu alet. Kara belâ artık her yerde. Başımıza okunmadan salâ, kontrolü ele almalıyız. Getirdikleri ‘Dijital Din’ bizden değil. Yeniliği de, gelişimi de severiz elbet, lâkin amaçlar araç olmaz, sürekli tüketmek iman edene yaraşmaz. Üretmek bu işin sırrı, düşmanın silahı ile silahlanmak; dengede kalırsa yapılmalı. Mahremiyeti yaymak tüketiyor bizi, kendimizle uğraşmaktan evleri kapladı yürek yangını. Sevin çocuklarınızı, dinleyin onları adam yerine koyarak. Sevgi, saygı, şefkattir insan olanın ahlâkı. Evlatları yetiştirin sizden öte zamana göre. Lâkin bu demek değil teslim olsunlar bâtıl olana. Bataklıkta yaşayandan bu zamana kadar kime gelmiş ki hayır? Aslını bozanı sorgulamayıp kökten kopana deriz biz ‘Hayır!’. Değerlerinizden vermezseniz taviz, korkmanıza gerek olmaz, kaybolmaz sizdeki iz.”

Ne de güzel söylemiş bilge kişi. Hem hikâye burada bitmemiş elbet. “Şahit olanın sorumluluğu, duymayana bildirmek” derler…