
İNSAN konuştukça daha
çok yıpranacak seviyeye ulaştığında hassasiyet daha da derinleşmiş demektir.
Mânâ ile onun anlaşılma boyutu arasındaki fark arttıkça, mânâ beklemeye devam
ederken mânâsızlaşma büyümeye başlar.
Mânâ
yıpranmaz. Onu dert edinen insan yıpranır. Nerede? Hayatın tam orta yerinde!
İnsanın en kalabalık yerinde… Ne zaman? Sadece niyetini gerçekleştirmek isteyenler
tarafından; iyiyi, barışı, özgürlüğü, eşitliği ve adâleti diline dolamanın -kendince
ve işbirlikçilerince- mubah kabul edildiği dönemde…
İnsanın
insana karşı savunma sistemlerini iyi-kötü tartısında konumlayamadığında ve
bunu özgürlük adına veya özgürce yapmaya başladığında... Hemen hemen herkes
iyilik arzusundayken…
Herkes
iyinin elinden tuttuysa kötüyü pusula kılan kim? Ya da herkes kötünün elinden
tuttuysa iyi kim? Bir başka ifadeyle, herkes kötüyse, kötülük meşru sayılabilir
mi?
Gelgelelim
saydık ve sayıldık, var olan bir düzende bu, suçluluk psikolojisine -aynaya
sırtını dönmeye- bitmek bilmeyen bir öteleme ve delil karartma mekanizmasına
sahip/teşne bir tavra ve karaktere işaret etmez mi?
Geçelim…
Kıstas
her değiştiğinde doğru değişecekse yahut doğru kıstasa götürecek ayak izleri yerine
her defasında suni izler tesis edilecekse sorunun büyümesi ve kronikleşmesi
kaçınılmaz hâle gelmez mi? Hem bunun bir adım ötesinde -karanlık derinleşeceği
için- kıstas ve bakış ikilisinin yerini tamamen paranoyalar, kurgular,
benzetmeler, “Gördüm sanki”ler ile “Doğru anladım sanki”ler almaz mı?
Herkes
iyinin elinden tuttuysa kötüyü pusula kılan kim? Ya da herkes kötünün elinden
tuttuysa iyi kim? Başımız daha fazla dönmeden, pusula nedir a dostlar? Kim
bulduysa buyursun lütfen! Bu lütfa hemen herkesin ihtiyacı var. Zira en azından
bu, kimin penceresini hangi sıklıkla tadilat ve tamirattan geçirdiğine
götürebilir bizi. Bir başka açıdan, kimin penceresi haktan ve doğrudan yana
dimdik, kiminki yakına ve uzağa göre değişiyor veya kiminki makyaj içeriyor? Duruma
özel sübjektif hak ve haklılıklar bir tarafa, hak ve doğru, özü itibariyle
elbette birdir. Ancak kaçırılan ve aklı karıştıran kısım da tam bu noktada
ortaya çıkmaktadır! Zira yerine göre sübjektif-geçici hak ve doğru ile genel
geçer hakkaniyet/hakikat arasında pusulayı takip etmekle pusulayı kendimize hizmet
eder hâle getirmek kadar bir fark olduğu aşikâr.
Ne
var ki, bu aşikâr duruma rağmen hiçbir sûrette öze ait olanın değil, her açıdan
dışsallıkla modifiye edilmiş bir içsellik anlayışının kök salıyor olması, kimi
nereye taşıyacak? Kimi sevindirecek, kimi üzmeye devam edecek? Söz konusu bu hâl,
günün birinde gerçek iyi insan -ki hissedenler için sadece ayak seslerinden
bile tanınabilir olan- karşımıza çıktığında veya karşımızdakinin zaten o
olduğunu -kafayı duvara çarpmışçasına- idrak ettiğimizde devran dönmüş
olmayacak mı? Ve o vakit, iyiliğin ah u zârını, derdini, devrandan yana
şekvasını dile getirdiğini -muhtemel ki- duyduğumuzda yahut bizden hesap sorulduğunu
hissettiğimizde devran dönmüş olmayacak mı? Kaldı ki, devranın döndüğünü, tam
olarak alacağını almaya geldiğini öğrenmeye/görmeye ne kadar mecâlimiz olacak?
İyilik
ve kötülüğe bile şerh koyar hâle geldik, kabul edelim. Onları bile kendi hâline
bırakamıyoruz. Neydi o cümle? “Organik değil artık hiçbir şey!”
Kendimize
nispet bir hâli mümkün mü bunun? Bunu henüz derken bile suçlulara has bir korku…
İçimizden biri çıkıp bundan bile bir meşruiyet devşirecekmiş gibi bir görüntü...
Evet, korkmamak ve sezinlememek elde değil…
Herkes
iyinin elinden tuttuysa kötüyü pusula kılan kim? Ya da herkes kötünün elinden
tuttuysa iyi kim? İyi meselesi sanırım şurada kilitleniyor ve çözmek isteyenin
zihnini kurcalayıp kalbini yorarken, karar vermiş olan için de tam olarak
kimliği belirsiz ve anlamsız bir kırıklığa yol açıyor. Evet, kilitlenen kısımda
kim neyi kurtarıyor? Günlük, haftalık, aylık ve yıllık vadelere mi odaklıyız,
uzun ömürlü veya uzun vadeli işlere mi? “İşler” derken, dil alışkanlığı
elbette. İnsanın uzun vadede yaşamasını istediği ve korumaya çalıştığı her
şeye…
Elbette
konuya ve duruma göre değişir ama kurtarmak istenilen kısım da bu! Kimin neye
yatırım yaptığıyla kimin neyi inşâ edip neyi yıkmak istediğiyle doğrudan
orantılı.
Herkes
iyinin elinden tuttuysa kötüyü pusula kılan kim? Ya da herkes kötünün elinden
tuttuysa iyi kim?
Öyle
de, bu kadar iyi söylemine rağmen iyinin akıbetinden hâlâ bir haber, hâlâ bir
ses yok mu? Duyulabilir seviyede yok. Üzülebilir seviyede çok…
Bir
üç nokta burada iyi durabilir, dursun… İyiler hatırına, iyinin hatırına, iyiye
selâm niyetine…
“İyi”
derken… Biz iyinin kimliğiyle başka işlere yoğunlaşmış, elini gönülsüz ve zoraki
tutmalarımıza ne vakit cevap vereceğini beklemeye koyulmuşken…
Kim
bilir, belki gönülden bir bağla tutmak ister elimizi... Bizim suyun akışını
bütün zorlamalarımıza rağmen… Gönülden ve yepyeni bir su yolu açar bize… Gönülden…
“Durum
buraya varınca, biz ne hissederiz?” sorusunu düşünmek bile istemiyor insan,
değil mi?
Öyle…
İnsanız,
her şeye rağmen en ufak bir ümide bile yüz kulaç atar, yine kendi ayağımıza
takılırız. İnsanız, bu kadar! İnsanız, bu kadarı iyi! İnsanız, şaşacak kadar
iyi… İnsanız, şaşılacak kadar iyi… İnsanız, kıymetini bilince ah, ne kadar iyi!
İnsanız
ah kadar iyi! İnsanız, ah, kader iyi!