Ah bir yapabilsem!

Nebîlerin kokularını fersah fersah uzaklardan koklayıp izini sürsem bu yetim şehrin. Dolaşsam “İsra” kokan mescitlerin etrafını tezkiye yakarışlarıyla. Gövdesine sinmiş gül rayihasıyla kendimden geçsem. Kulağımı dayasam yere, o faris komutanların ayak seslerini duysam...

“KİM bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin -ki bu, imanın en zayıf derecesidir-.” (Hazreti Muhammed -sav-)

Yıllardır kıtalar ötesinden insanlığın aydınlık günlerine zalimce düşünceler barındıran oyunlar tasarlanıyor. Bir dram ki, tanıklık ettiğimiz olaylar, tarih kaydını tutarken sayfalarından utanıyor. Seyre durduğumuz her acı bir öncekini aratırken, zalim, her yeni güne dahasını ekliyor. Devlerin düellosunda İslâm beldeleri arena. Ölen bizden, öldüren bizden; yazan onlardan, yöneten ise yine onlardan. Eskiler, “Her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden koparmış” derler. O zulüm ki, kalınlaşmaktan ziyade, mazlumun üzerine giydiği urbası gibi olmuş. Her yeni doğan çocuk bu kumaşla kundaklanıyor artık. Doymayan nefis, bitmeyen ihtiras, plânlanan dünya düzeni sebebiyle kan, gözyaşı ve açlık, insanların değişmez kaderi. Ölüm ise korku ve çaresizlik içinde beklenen bir hâl alıyor.

Ebrehe kisveliler fillerini süslemiş, koca cüsseleriyle yeryüzünü inim inim inleterek dolaşıyorlar. Yüzlerine taktıkları “insanca” maskeleriyle her tarafa başka emellerle bakıp hedefleri uğruna hayatları cehenneme çeviriyorlar. Öyle ki, kendilerinden olanlarla kenetlenirlerken, olmayanları sözde “özgürlük ve barış” sloganlarıyla avuçlarının arasında ufalayıp atıyorlar.

Fakat biz inananlar zulme talip olanların akıbetinin sürur olmayacağını, zaman içerisinde kayda geçmiş zulüm mimarı zalimlerin nasıl bir sonla yitip gittiklerini biliyor ve İlâhî adalete inanıyoruz. Zalimin dünyevî gücü ve kudretinin niteliği, helakinin çok büyük olaylara bağlı olmadığını, hatta güçleri oranıyla kıyaslanırsa ne kadar basit sebeplere karşı aciz ve bîçare kaldıkları Cenab-ı Hakk tarafından biz insanlara gösterildi, gösteriliyor.

Nemrut’a bir sinek, Ebrehe’ye küçücük Ebabil kuşları sebep dairesinde kâfi gelmiştir. İnanan ve iman eden kullar olarak bir sinek kanadı miktarınca gayret, bir kuş çırpınışı kadar mücadele Rabbin katında makbul bulunacak ve bu gayret neticesiz bırakılmayacaktır.

“İyi bilin ki, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” Biz Allah’ın vaadine iman ediyor, bu İlâhî kelâma sığınarak, her bir canlının mesuliyetini üzerimizde hissedip yaptıklarımızdan ve de yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğimizi düşünerek, “Ey Rabbim! Sen elimize kuvvet, sözümüze tesir, kalbimize mutmain bir dâvâ şuuru ver! Ver ki, dünyayı kuşatan zulme ve zalime karşı koyup mazlumun tutan eli, konuşan dili, gür çıkan sesi olalım” diyoruz.

***

Yük ağır, imtihan çetin. Zalim, gür sedasıyla bastırmış; göklere iniltiyle ulaşıyor tüm nidaları. Bir kâbusun ortasında çıkmayan solukların ağırlığı var bedenimde. Ne yana çevirsem gözümü, bir mazlumun ıstırabı tokat gibi çarpıyor yüzüme. Taifliler tüm köşe başlarını tutmuş. Ellerinde “demokrasi” yazan taşları, düzenlerini kurmak için savururken masumiyet kanıyor, gelincik tarlalarına çeviriyor etrafımızı.

Tüm insanlık adına...

Kaybolsam, yitip gitsem... Öyle görünmez olsam ki bir uzlet mevsiminde âlemin yaşadıklarının yasını tutsam… Aklımın, yüreğimin taşıyamadığı bütün yükleri zifiri zindanlara hapsedip kapılarının üstüne kırk kilit vursam… Sonra kulağımı fıtratıma dayayıp yaratılış gayemi dinlesem ve her bir hücremle sükût hâlinde kalbimi rabıtaya bağlasam…

Rabbin yoktan var ettiği, zerreden küreye tüm cisimleri tefekkür penceresinden seyretsem… Kâinattaki ahenk ve ritmi yakalayıp kendimi ise bir meczup gibi salıversem… Tüm azalarımdan kalbime hücum eden hezaran yük ve azapları hangi Yusufî kuyulara atsam da oradan tertemiz çıkıp insanlık pazarında beş kuruşa satılsam… Bir çocuk alsa beni… Üzerine bomba düşmemiş, gözü hiçbir tabuta ilişmemiş olsa… Beyaz tenli, mavi gözlü olmasa da fark etmez, bir çocuk olsun yeter ki rengi Rabbimden olan...

Kıyama kalksın sonra bedenim tüm insanlık adına. Önce Ömer’in adaletiyle çarpsın yüreğim, sonra Hakk’ın safında yer tutmak için sökeyim göğsümü kafesinden, takayım Hamza’nın yüreğini yerine. Bir Bilâl mâkâmına yüceleyim direnişlerimle; âleme yayılacak sesimle hakkı haykırayım tüm insanlığa…

Kurak topraklara bassın ayaklarım. Tüm köşe başlarından emin olayım. “Beyaz adamın” gölgesi düşmemiş olsun tek bir adımıma. Süreyim topraklarını yeniden, sileyim geçmişin izlerini üzerinden. Sonra buğday taneleri ekeyim gün batmayan topraklara, büyüsün, başak olsun, boyun bükecek dolulukta buğdaya dursun. Gönlümü değirmen yapıp orada öğüteyim her bir tanesini. Türlü türlü meyveler doldurayım eteklerime. Gözü yavrusunun gözünde olan ananın gözbebeklerine bakayım. Çekmeden kirpiklerini sigaya, sadece yüreğine dokunarak, avuçlarına nagihan bir muştu bırakayım. Kuruyan dudağına, çatlayan toprağına ab-ı hayat olsun diye topuğumu İsmail masumiyetinde yere vurayım, fışkıran sular ile önce insanlığımı arındırayım.

Kansız topraklarda gezinsin bedenim. Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz olsun. Griyi sileyim renklerin arasından. Güvercinler uçsun avuçlarımdan; cıvıl cıvıl renkler savurayım dört bir tarafa. Evlerde çatılar olsun, semada uçurtmalar. Toplayıp tüm uçakların kanatlarını çocuklara takayım; hayâllerinin ülkesinde uçarken onlar, tabutsuz yatan Hüsnü Yusuf kokulu çocukların perçemlerini gülablarla yıkayayım. Yezitlerin kılıçlarına Zülfikâr gibi bilenmiş yüreğimle en yıkıcı darbeyi ben vurayım!

Ufak bir tebessüm yerleştireyim yanaklarına. Tüm analardan şefkat toplayıp çaresiz ellerime, o çocukların yüzlerine teselli vermek için dokunayım. Gece karanlığına bürünen gözlerinden, Firavun düşlülerin saltanatlarını Musa’nın asâsı gibi ellerimle bir vuruşta yıkayım. Şarkılar besteleyeyim savaşın çocuklarına; notalarında vahşet, satırlarında dehşet saklamayan... Söylerken onlar hep bir ağızdan, ölümü bilmeyenlerin bedenleri vurmasın sahillere diye, denizleri avuçlarımla alev almış şehirlerin üzerine ben boşaltayım.

Kayıp mezarların yurtlarına gideyim. Acının ve çaresizliğin feryatlarından kül rengine bulanmış topraklarda eleğime “medeniyeti” doldurup elerken, tüm maznunları deli poyrazların esintisiyle dünyanın dışına savurup atayım. Sıvazlayayım ellerimle kalplerini, bir İnşirah ferahlığı için ellerimi semaya açayım. Sonra mavi kelebeklerin arkasına takılıp bağırlarında Artemis çiçeği büyütenlerin izlerini süreyim. Her birinin yapraklarına ayrı ayrı dokunup kanatlarına bir Fatiha emanet ederek ukbaya uçurayım.

Ey “selâm şehri”! Gönlümüzün ve gövdemizin istikameti ve kutlu sırlara koynunu, tüm kapılarını semaya açan diyar! Bir ana gibi, sıcak bir çocuk gibi mahzun belde! Şehirlerin dertleri okunurken ilk sıraya daima senin adın yazıldı…

Nebîlerin kokularını fersah fersah uzaklardan koklayıp izini sürsem bu yetim şehrin. Dolaşsam “İsra” kokan mescitlerin etrafını tezkiye yakarışlarıyla. Gövdesine sinmiş gül rayihasıyla kendimden geçsem. Kulağımı dayasam yere, o faris komutanların ayak seslerini duysam...  

Boynun bükük, sinen dert dolu, biliyorum. Üzerinde yakılan ateşlerin İbrahimî gül bahçelerine dönüştüğünü tüm müminlerle seyretsem... Sarılsam yılların hasretiyle, imanım gibi sana sahip çıksam… Matem kokan suskunluğunu, kederini… İstiğfarlarla temizlenip de seni teselli etsem… Bir seccade de ben sersem yollarına seher vakti... Ebabil ruhlu çocuklara taşlar uzatsam avuçlarımla, bir taşın üzerine de benim adım yazılsa…

Yarın rûz-i mahşerde, o ulu mahkemede, “Ya Rab! Elim ulaşmadı. Sözüm yetişmedi. Fakat kalbim bu zulümlerin hiçbirine razı gelmedi” diyebilsem...