
“KİM bir kötülük
görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse,
diliyle değiştirsin. Diliyle de değiştirmeye gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme
cihetine gitsin -ki bu, imanın en zayıf derecesidir-.” (Hazreti Muhammed -sav-)
Yıllardır
kıtalar ötesinden insanlığın aydınlık günlerine zalimce düşünceler barındıran
oyunlar tasarlanıyor. Bir dram ki, tanıklık ettiğimiz olaylar, tarih kaydını
tutarken sayfalarından utanıyor. Seyre durduğumuz her acı bir öncekini aratırken,
zalim, her yeni güne dahasını ekliyor. Devlerin düellosunda İslâm beldeleri
arena. Ölen bizden, öldüren bizden; yazan onlardan, yöneten ise yine onlardan. Eskiler,
“Her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden koparmış” derler. O zulüm
ki, kalınlaşmaktan ziyade, mazlumun üzerine giydiği urbası gibi olmuş. Her yeni
doğan çocuk bu kumaşla kundaklanıyor artık. Doymayan nefis, bitmeyen ihtiras, plânlanan
dünya düzeni sebebiyle kan, gözyaşı ve açlık, insanların değişmez kaderi. Ölüm ise
korku ve çaresizlik içinde beklenen bir hâl alıyor.
Ebrehe
kisveliler fillerini süslemiş, koca cüsseleriyle yeryüzünü inim inim inleterek
dolaşıyorlar. Yüzlerine taktıkları “insanca” maskeleriyle her tarafa başka emellerle
bakıp hedefleri uğruna hayatları cehenneme çeviriyorlar. Öyle ki, kendilerinden
olanlarla kenetlenirlerken, olmayanları sözde “özgürlük ve barış” sloganlarıyla
avuçlarının arasında ufalayıp atıyorlar.
Fakat
biz inananlar zulme talip olanların akıbetinin sürur olmayacağını, zaman
içerisinde kayda geçmiş zulüm mimarı zalimlerin nasıl bir sonla yitip
gittiklerini biliyor ve İlâhî adalete inanıyoruz. Zalimin dünyevî gücü ve
kudretinin niteliği, helakinin çok büyük olaylara bağlı olmadığını, hatta güçleri
oranıyla kıyaslanırsa ne kadar basit sebeplere karşı aciz ve bîçare kaldıkları Cenab-ı
Hakk tarafından biz insanlara gösterildi, gösteriliyor.
Nemrut’a
bir sinek, Ebrehe’ye küçücük Ebabil kuşları sebep dairesinde kâfi gelmiştir. İnanan
ve iman eden kullar olarak bir sinek kanadı miktarınca gayret, bir kuş çırpınışı
kadar mücadele Rabbin katında makbul bulunacak ve bu gayret neticesiz bırakılmayacaktır.
“İyi
bilin ki, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” Biz Allah’ın vaadine iman ediyor,
bu İlâhî kelâma sığınarak, her bir canlının mesuliyetini üzerimizde hissedip yaptıklarımızdan
ve de yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğimizi düşünerek, “Ey Rabbim! Sen elimize
kuvvet, sözümüze tesir, kalbimize mutmain bir dâvâ şuuru ver! Ver ki, dünyayı
kuşatan zulme ve zalime karşı koyup mazlumun tutan eli, konuşan dili, gür çıkan
sesi olalım” diyoruz.
***
Yük
ağır, imtihan çetin. Zalim, gür sedasıyla bastırmış; göklere iniltiyle ulaşıyor
tüm nidaları. Bir kâbusun ortasında çıkmayan solukların ağırlığı var bedenimde.
Ne yana çevirsem gözümü, bir mazlumun ıstırabı tokat gibi çarpıyor yüzüme. Taifliler
tüm köşe başlarını tutmuş. Ellerinde “demokrasi” yazan taşları, düzenlerini
kurmak için savururken masumiyet kanıyor, gelincik tarlalarına çeviriyor
etrafımızı.
Tüm
insanlık adına...
Kaybolsam,
yitip gitsem... Öyle görünmez olsam ki bir uzlet mevsiminde âlemin yaşadıklarının
yasını tutsam… Aklımın, yüreğimin taşıyamadığı bütün yükleri zifiri zindanlara
hapsedip kapılarının üstüne kırk kilit vursam… Sonra kulağımı fıtratıma dayayıp
yaratılış gayemi dinlesem ve her bir hücremle sükût hâlinde kalbimi rabıtaya
bağlasam…
Rabbin
yoktan var ettiği, zerreden küreye tüm cisimleri tefekkür penceresinden seyretsem…
Kâinattaki ahenk ve ritmi yakalayıp kendimi ise bir meczup gibi salıversem… Tüm
azalarımdan kalbime hücum eden hezaran yük ve azapları hangi Yusufî kuyulara
atsam da oradan tertemiz çıkıp insanlık pazarında beş kuruşa satılsam… Bir
çocuk alsa beni… Üzerine bomba düşmemiş, gözü hiçbir tabuta ilişmemiş olsa… Beyaz
tenli, mavi gözlü olmasa da fark etmez, bir çocuk olsun yeter ki rengi
Rabbimden olan...
Kıyama
kalksın sonra bedenim tüm insanlık adına. Önce Ömer’in adaletiyle çarpsın yüreğim,
sonra Hakk’ın safında yer tutmak için sökeyim göğsümü kafesinden, takayım Hamza’nın
yüreğini yerine. Bir Bilâl mâkâmına yüceleyim direnişlerimle; âleme yayılacak
sesimle hakkı haykırayım tüm insanlığa…
Kurak
topraklara bassın ayaklarım. Tüm köşe başlarından emin olayım. “Beyaz adamın”
gölgesi düşmemiş olsun tek bir adımıma. Süreyim topraklarını yeniden, sileyim geçmişin
izlerini üzerinden. Sonra buğday taneleri ekeyim gün batmayan topraklara, büyüsün,
başak olsun, boyun bükecek dolulukta buğdaya dursun. Gönlümü değirmen yapıp
orada öğüteyim her bir tanesini. Türlü türlü meyveler doldurayım eteklerime. Gözü
yavrusunun gözünde olan ananın gözbebeklerine bakayım. Çekmeden kirpiklerini
sigaya, sadece yüreğine dokunarak, avuçlarına nagihan bir muştu bırakayım. Kuruyan
dudağına, çatlayan toprağına ab-ı hayat olsun diye topuğumu İsmail
masumiyetinde yere vurayım, fışkıran sular ile önce insanlığımı arındırayım.
Kansız
topraklarda gezinsin bedenim. Gökyüzü mavi, bulutlar beyaz olsun. Griyi sileyim
renklerin arasından. Güvercinler uçsun avuçlarımdan; cıvıl cıvıl renkler
savurayım dört bir tarafa. Evlerde çatılar olsun, semada uçurtmalar. Toplayıp
tüm uçakların kanatlarını çocuklara takayım; hayâllerinin ülkesinde uçarken onlar,
tabutsuz yatan Hüsnü Yusuf kokulu çocukların perçemlerini gülablarla yıkayayım.
Yezitlerin kılıçlarına Zülfikâr gibi bilenmiş yüreğimle en yıkıcı darbeyi ben vurayım!
Ufak
bir tebessüm yerleştireyim yanaklarına. Tüm analardan şefkat toplayıp çaresiz ellerime,
o çocukların yüzlerine teselli vermek için dokunayım. Gece karanlığına bürünen gözlerinden,
Firavun düşlülerin saltanatlarını Musa’nın asâsı gibi ellerimle bir vuruşta yıkayım.
Şarkılar besteleyeyim savaşın çocuklarına; notalarında vahşet, satırlarında
dehşet saklamayan... Söylerken onlar hep bir ağızdan, ölümü bilmeyenlerin bedenleri
vurmasın sahillere diye, denizleri avuçlarımla alev almış şehirlerin üzerine
ben boşaltayım.
Kayıp
mezarların yurtlarına gideyim. Acının ve çaresizliğin feryatlarından kül rengine
bulanmış topraklarda eleğime “medeniyeti” doldurup elerken, tüm maznunları deli
poyrazların esintisiyle dünyanın dışına savurup atayım. Sıvazlayayım ellerimle kalplerini,
bir İnşirah ferahlığı için ellerimi semaya açayım. Sonra mavi kelebeklerin
arkasına takılıp bağırlarında Artemis çiçeği büyütenlerin izlerini süreyim. Her
birinin yapraklarına ayrı ayrı dokunup kanatlarına bir Fatiha emanet ederek ukbaya
uçurayım.
Ey
“selâm şehri”! Gönlümüzün ve gövdemizin istikameti ve kutlu sırlara koynunu,
tüm kapılarını semaya açan diyar! Bir ana gibi, sıcak bir çocuk gibi mahzun belde!
Şehirlerin dertleri okunurken ilk sıraya daima senin adın yazıldı…
Nebîlerin
kokularını fersah fersah uzaklardan koklayıp izini sürsem bu yetim şehrin. Dolaşsam
“İsra” kokan mescitlerin etrafını tezkiye yakarışlarıyla. Gövdesine sinmiş gül
rayihasıyla kendimden geçsem. Kulağımı dayasam yere, o faris komutanların ayak
seslerini duysam...
Boynun
bükük, sinen dert dolu, biliyorum. Üzerinde yakılan ateşlerin İbrahimî gül
bahçelerine dönüştüğünü tüm müminlerle seyretsem... Sarılsam yılların hasretiyle,
imanım gibi sana sahip çıksam… Matem kokan suskunluğunu, kederini… İstiğfarlarla
temizlenip de seni teselli etsem… Bir seccade de ben sersem yollarına seher
vakti... Ebabil ruhlu çocuklara taşlar uzatsam avuçlarımla, bir taşın üzerine
de benim adım yazılsa…
Yarın rûz-i mahşerde, o ulu mahkemede, “Ya Rab! Elim ulaşmadı. Sözüm yetişmedi. Fakat kalbim bu zulümlerin hiçbirine razı gelmedi” diyebilsem...