
YALNIZLIĞIN türküsü söylenir dillerde. Kimine dert, kimine hasret getirse de yankılanır yurdumun her yanında. Sararmış yapraklara bakıp sevdiğini özleyen yüreklere kim ne demeli, nasıl teselli vermeli!?
Gamın derdin içinde yükselirken mısralar şaire mi kulak vermeli yoksa söylenene mi? Dağlara sırdaş diye sığınmak ne ilginçtir, ne büyük yalnızlıktır. Aşk ile kavrulan yüreğe sevgiden yârdan gayrı ne iyi gelir?
Açan çiçekler ve börtü böcek dolu kırlara bahar geldiğinde âşıklar hafiflermiş. Ya sonbahar? Neden sonbahar diğerlerinden farklıdır? Taşıdığı ve hissettirdiği duygular neden farklıdır? Bir kalemdar adam, “Diğerleri mevsimdir, sonbahar ise sanat!” der, öyle ya, ayrılığı anlatır rüzgârla savrulan yapraklar. Sıcak rüzgârlar artık soğumuş ve binbir renkli çiçekler uykunun yolculuğuna başlamıştır. Renkler azalır, soğuk artar ve kırlar boşalır. Geriye bir tek yalnızlar ve âşıklar kalır. Herkesin gittiği bir dünyada kalmak, ne acı! Kalanlarla mı olmak, gidenlere mi kavuşmak lazım, bilmiyorum. Yürek kendini nerede hissederse oraya gitmek lazım, derler.
Şu yalan dünyanın gamı derdi hiç eksilmeden artarken ne giden ne kalan mutlu. Gidenin yeri neresidir, Mevlâ bilir lâkin kalan, dünya yurdunda şanssız. Neye, kime üzüleceğimizi bilemediğimiz günlerden geçerken ortada ne aşk kaldı ne sonbaharın sanatı. Hüzün ve hazan mevsimine denk gelmek bize düşmüş, ölene üzülecek vaktin olmadığı zamanda olmak meğer bizim kaderimizmiş.
Zulmün doruğa çıktığı bir dünyada huzur bile korku ve endişe içinde. Savaşta öldürülen bebeklere üzülmeye vakit bulamadan katledilen kadınların ve çocukların derdi bindi yüreğimize. Düzeliriz belki umuduyla düşünmeye fırsat kalmadan bilinçli öldürülen bebeklerin olduğu gerçeği vurdu alnımızın orta yerine. Kalbimizde, vatan için atan yüreklerle dolu tesisimizde patlayan bomba kopardı başka bir fırtınayı. Sahi biz Gazze’ye üzülecek, orada soykırıma uğrayan masumlara yardıma gidecektik… Ne oldu, nasıl oldu yetişemeden mücahitlerin komutanları birer birer öldürüldü. Gazze’ye üzülemeden Beyrut ateşe atıldı. Ülkem sınırına bir şehirlik mesafede yangın varken gülmeyi unutmalıydık. Bizler eğlencenin doruklarında koşturuyoruz.
Aşk, âşıklarla ölüyor. Yunuslar gitti gideli azalan âşıklar şimdi Gazze’de ölüyor ve yitip giden suretlere karışıyorlar. Kudüs’te akıyor bin yıl önceki gibi oluk oluk kan ve biz hengâmeli müzikler eşliğinde çıldırırcasına hoplayıp zıplıyoruz. Sahi bir ara üzülür müyüz, yoksa o ölüm kusan silahlar kapımıza geldiğinde namlular namusumuza döndüğünde, ezanı susturmaya, bayrağı indirmeye başladığında mı keder aklımıza düşecek!?
Oturduğumuz sofralarda doymadan kalkmazken bir lokma ekmeğin derdinde olan masum çocukların vebalını nasıl ödeyeceğiz? Sıradanlaşan bombaların görüntüleri ve ölenlerin yalnızca rakamdan ibaret olduğu hâlimiz bize ne tür belalar getirecek?
Ey aşkın sahibi, sevgiyi yüreğe eken Rabbim, bu gafletten ne zaman uyanacağız. Bize nasip olacak mı yoksa bolluk içinde yokluğun derdini çekerken elimiz kolumuz bağlı duracak mıyız?
Sonbaharın tüm solgun ama duygu dolu renkleri doldururken şehirleri kana doymak bilmez katil sürüsü kan yağdırıyor üzerimize. Aşkın ve hüznün mevsimi sonbaharı kanla karışık keder mevsimine çevirenler her gün biraz daha ilerliyor. Ülkemde onlardan beter vahşilerin türediği günlerin bize tekabül etmesi ne acı. Çocuğunun hayatından emin olmayan anne babaların derdi ne büyük. Çocuğuna kıyan annenin vicdanı ne kara! Ne ara geldik bu hâle? Nerede “edep ve hu” ile yananlar, nerede insan ve vicdanı?!
Bu yazımda aşkı, sevgiyi, sevdayı anlatmak istiyordum. Lâkin kelimeler uzadı gitti gerçeklere. Yaradan yaraya merhem versin, yardan yara atılan kardeşlikler varken ne yara ne yaraya bakamaz olduk. Yardan serden geçenler binip atlarına gittiler. Biz kala kala yaralı, kırık dökük parçalar hâlindeyiz. Ne kalkıp gidelim diyebiliyor, ne yüreğimiz susmaya el veriyor. Ne yapmalıyız, ne yana gitmeliyiz? Mevlânâ’nın kapısına bakamaz, Yunus’un mısralarını okuyamaz olduk. Aşk da, âşık da gitti ve biz kaldık öylece yalnız…