“ÖMRÜMÜZÜN baharı birlikte
geçsin”, “Bahar pembe beyaz olur”, “Baharın gülleri açtı”, “Baharım, ilk aşkım,
son umudumdun benim”, “Bahar bitti, yaz bitti, artık bülbül ötmüyor”…
Bahar
için bestelenmiş bunca şarkı içinde galiba bu hikâyeye uyan en son beste…
Baharımız
yazımız hep sevdiklerimizle geçsin isteriz. Ama bazen öyle olmuyor, olamıyor.
Bir bahar gününde ve her baharda aklıma geliveren bir gerçek hayat hikâyesini
sizlerle paylaşmak istedim sevgili okurlarımız.
Yıllar
yıllar önce bir bahar günü, oturduğumuz semtin çocuk parkında, bir alışveriş
sonunda dinlenmek için bir banka oturmuştum. Bir süre sonra orta yaşın üzerinde
bir hanım, elinde iki küçük bavul ile geldi ve bankın hemen yanındaki çok
yıllık çınar ağacına sırtını yasladı. Biraz soluklandı ve olduğu yere çöktü.
Yaşlı ve yoğun bedenini zor taşıyordu sanki. Yüzünde yılların acısı var gibi
geldi bana. Belli ki uzun süre yürümüştü. Beni fark etmedi. Başını kaldırıp
uzun uzun çınar ağacının dallarına baktı. Güneş huzmeleri rüzgârın kıpırdattığı
yaprakların arasından yüzüne vuruyor ve yüz çizgilerinin derinliği iyice belli
oluyordu.
Kocaman
gövdesi, iyice yayılmış dalları ile doğal bir çadır oluşturan bu ulu çınar,
sanki arkadaşıymış gibi konuşmaya başladı. Derin bir ah çekti önce: “Ah be koca
çınar, iyi ki varsın! Bahar güneşine yaşlı ve yorgun beden ile dayanmak zor.
Gölgen iyi geldi bana. İçimin sızısı biraz hafifledi…” Sesli düşünüyordu.
Gözleri nemliydi: “Ne şanslısın be koca çınar! Çocukların, torunların yok.”
Sustu,
daldı gitti. Yanına yaklaştım, “Merhaba teyzeciğim!” dedim. “Merhaba kızım!”
dedi. “Dertlisin galiba?” dedim. İki damla yaş, gözlerinden kırışık yanaklarına
süzüldü. İçim öyle acıdı ki, sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Anlatmak ister
misin?” dedim. “Kendi dertlerimle kimseyi üzmek istemem. Onun için çınarla
konuşuyordum. Benim gibi yaşlı ve dertli çok kişi gölgesinde oturmuş, içini
dökmüştür. Belki beni anlar dedim” dedi.
Kollarından
tutup kaldırarak banka oturmasına yardım ettim. Parkın çay ocağından iki çay,
simitçiden de iki simit alıp yanına oturdum. “Yolculuk var sanırım?” dedim. “Evet”
dedi. “Neden bu kadar üzgünsün?” dedim. Isırdığı simit ağzında, öylece baktı
yüzüme. Simidini yavaşça çantasına koydu. Belli ki yutamayacaktı. Çayından bir
yudum alıp, “Çocukların var mı kızım?” dedi. “İki oğlum var Allah bağışlarsa”
dedim. “İyi” dedi. “Sen çok sıkıntılısın be teyzem, anlat bana hadi, açılırsın!”
dedim. “Sen ne kadar iyisin böyle!” dedi, “Annen baban var mı?” diye sordu. “Babamı
çok yıllar önce ahirete uğurladık ama annem sağ çok şükür!” dedim. “Aman kızım!”
dedi, “Kıymetini bil! Ana gibi yar olmaz ama evlâtlar değişik oluyor bazen”
dedi ve anlatmaya başladı:
“İnsanın
ailesinin, torunlarının olması en büyük şansıdır. Ama benim için hiç öyle
olmadı maalesef. Yıllar yıllar önce çok güzel bir kızdım. Ankara’nın banliyölerinden
birinde oturuyorduk. Ortaokulu bitirinceye kadar aynı yerde mutlu bir çocukluk
ve ilk gençlik yıllarım geçti. Tek çocuktum, annem ve babamın göz bebeği idim.
Babacığım memurdu. Her istediği yerine getirilebilen bir çocuk değildim. Ama
bana verilen terbiye buna gerek olmadığı yönündeydi. Elimdekilerle mutlu olmayı
öğretti annem babam bana. Onların birbirine ve bana olan sevgileri hiçbir şeyi
aratmıyordu bana.
Oturduğumuz
yer çok güzeldi. Yemyeşil, cennet gibiydi. Baharı başka güzel, yazı başka, kışı
başka güzeldi. Ne yazık ki okulum ve babamın tayini yüzünden daha lüks bir
semte taşınmak zorunda kaldık. Liseye başladığım yıldan itibaren alımlı bir kız
olduğumdan görücülerden artık bıkma noktasına gelmiştik. Hiç rahat
vermiyorlardı. Okulum biter bitmez babacığım beni karşısına aldı ve ‘Bak kızım!’
dedi, ‘Artık lise bitti. Gelen giden de bizi bıktırdı. Artık bir karar ver,
seni evlendirelim’.
Dünyam
altüst oldu. Oysa ben hukuk okuyup avukat olabilmeyi çok istiyordum. ‘Bak kızım!’
dedi babam, ‘Ne kadar okursan oku, sonunda evinin hanımı olacaksın. İyi bir
evlilik yaparsan çocuklarınla kendin meşgul olursun. Bir an önce yuvanı kur.
Biz de rahat edelim, sen de’.
O
kadar ısrar ettiler ki sonunda onların da onayladığı, benim de beğendim bir
genç ile evlendim. Mahallemizin genciydi. Efendi, nazik, geleceği parlak iyi
bir işadamıydı. İlk yıllarımız çok mutlu geçti. İki yıl arayla iki kızımız
oldu. Zaman ilerledikçe eşimin kızlarıma ve bana ilgisinin azaldığını fark
ettim. İşlerinin yoğunluğundandır diye önemsemedim fazla. Anlayışlı olmam
gerektiğini söylüyordu annem babam. Kızlarının üzerine titreyen o baba gitti,
ilgisiz, alâkasız bir adam geldi yerine.
Şirkette,
yanında çalışan sekreteri ile ilişkisi olduğunu öğrendiğimde dünyamın
yıkıldığını, her şeyin sonunun geldiğini anladım. Kızın hamile olduğu da gelen
bilgiler arasındaydı. 10 yıllık evliliğimiz birden son buldu. Kızlarım kendi
arzuları ile benimle yaşamayı tercih ettiler. Boşandık. Kendisinden hiçbir şey
talep etmedim. Oturduğumuz evi ve arabayı bana bıraktı. Sonra sekreteri ile
evlendiği haberini ortak dostlardan aldım. Artık yalnız başıma hayat mücadelesi
vermek zorundaydım. Babacığımın da desteği ile idare ediyordum. İçimdeki avukat
olma isteğim hiç geçmemişti. Ama geç kalmıştım. Dostumuz olan bir avukat
hanımın bürosunda çalışmaya başladım. Babam ve annem üzüntüden hasta oldular.
Yanıma taşınmışlardı, birlikte yaşıyorduk. Kızlarıma da bana yaptıkları gibi
çok güzel bakıyorlardı.
Babam,
emekli olduğunun birinci yılında vefat etti. Annem onun yokluğuna ancak üç yıl
dayanabildi. Kızlarım liseyi bitirmiş, üniversiteye başlamışlardı. Biri doktor
biri mimar oldular. Bu arada babaları ne aradı, ne sordu. Mezuniyet
törenlerinde haber yolladım, gelen cevap, ‘Sen güçlü kadınsın, başarırsın.
Benim yokluğumu aratmazsın’ oldu.
Avukat
hanımla bazen dertleştiğimiz olurdu. Bana kızardı ‘Neden hiçbir şey talep
etmedin, nafaka istemedin?’ diye. ‘Ben gururlu kadınım; eğer durumum biraz iyi
olsaydı, evi ve arabayı da almazdım’ dediğimde iyice sinirlenir, ‘Deli misin
kızım sen? Onca yıllarını, gençliğini vermişsin. Üstelik iki evlât var, elbette
verecek. Onlar senin hakkın zaten’ derdi. Zorlandığım zamanlarda ‘Dava açalım’
derdi. Her seferinde engel olurdum.
Okullar
bitmiş, çalışmaya başlamış, güzel evlilikler yapmıştı kızlarım. Maneviyatı
yüksek gençlerle evlenmelerini isterdim ama olmadı. İkisi de okullarında
tanıştıkları gençler ile evlendiler. Bir kız, bir erkek, ikişer çocukları oldu.
Çocukları küçükken sık görüşüyorduk. Çünkü zorlandıkları ve işleri düştüğünde
beni yanlarına çağırıyorlardı.
Emekli
de olmuştum. Ne zaman ne isterlerse koşuyordum. Çocukları büyüyüp bana
ihtiyaçları kalmayınca artık aramaz oldular. Ben merak edip aradığımda da ‘Aman
anne, sen bizi ne merak ediyorsun? Çocuklar büyüdü artık. Seni yormamıza gerek
yok. Sen keyfine bak!’ diyorlardı. Oysa benim keyfim de, ilgim de, merakım da
onlaraydı. Artık arada bir gördüğüm torunlarım, zamanın asi çocukları olma
yolunda ilerliyorlardı. Birkaç kez bu konuda uyarmak istediğimde kızlarımın
cevabı ‘Sen keyfine bak’ oluyordu. Evimde oturuyor, namazımı kılıp Kur’an’ımı
okuyor, evlâtlarıma dualar ediyordum.
Manevî
yönden hiçbir şey verilmeyen torunlarımın gözünü para ve marka hırsı bürümüş
olduğunu görüyor, çok üzülüyordum. Paralı özel okullar, sayısız oyuncaklar,
markalı giyecekler mutlu etmiyordu onları. Dualarım hep onlaraydı. Böylece uzun
bir zaman görüşemedik. Onlar aramadı, ben ulaşamadım.
Ve
bir gün öğle saatinde kapım çaldı. Açtığımda iki kızımı karşımda bulunca çok
şaşırdım. Bayram ziyaretlerinde bile birlikte geldikleri çok nadirdi çünkü.
Biraz sohbetten sonra asıl konuya geldiler. Para sıkıntısı yaşadıklarını, evi
ve arabayı satıp onlara vermemi istiyorlardı. ‘Biz varız nasılsa. Tek başına
oturmana gerek yok. Altı ay birimizde altı ay birimizde kalırsın’ dediler. Bir
an bile düşünmeden ‘Tabiî’ dedim. Evlâtlarım sıkıntıda olunca ben rahat
edebilir miyim? Ama onlarla beraber oturma fikrine itiraz edince hiç de ısrar
etmediler. ‘Sen bilirsin’ dediler. Evi ve arabayı sattım. Parayı kızlarıma verdim
ve kirada oturmaya başladım. Emekli maaşım ancak kira, elektrik, su
faturalarına yetiyor, çok az bir miktar kalıyordu elime. Yarı aç, yarı tok
günler geçiriyor, kızlarımsa beni artık hiç aramıyorlardı.
Bayramlarda
artık tatile gittikleri için o zaman da göremiyordum. Arada arıyor, aynı nasihati
dinliyordum: ‘Sen bizi merak etme, keyfine bak! Biz çok yoğunuz. O yüzden
arayamıyor, sen arayınca da cevap veremiyoruz.’ Nasıl yaşadığımı, ne yaptığımı,
ne yiyip içtiğimi merak bile etmiyorlardı. Dertleşeceğim tek Allah’ım vardı.
Dünya ile ilgili bütün isteklerim bitmişti. Bütün duam, elden ayaktan düşüp
birine yük olmamaktı artık. Seccadem tek sırdaşım olmuştu.
Yine
bir gün öğle namazımı kılmış, üzgün, bezgin, yılgın bir şekilde duamı ederken
telefonum çaldı. Hemen aklıma çocuklarım ve torunlarım geldi. Başlarına bir şey
geldiği telaşıyla açtım. İlk ve ortaokulda da birlikte okuduğumuz arkadaşım
Şule arıyordu. Lise yıllarımızda da okullarımız ayrıldığı hâlde görüşmeye devam
etmiş, evlenince uzun zamandır görüşememiştik. Hal hatır sorma ve soru cevap
faslından sonra meseleyi açtı. Eşini kaybetmiş. Çocuğu olmadığını duymuştum.
Hayatta yapayalnız kalmış. Telefonumu tevafuken karşılaştığı ortak bir
arkadaşımdan almış. Ve durumumu da ondan öğrenmiş. Balıkesir Burhaniye’de,
küçük evinde tek başına yaşıyormuş ve bana çok ihtiyacı varmış.
Mucize
buydu işte! Çok iyi anlaşacağımıza inandığım arkadaşımın teklifi bir kurtarıcı
olarak yetişti imdadıma. Yalnızlık çok zor! Kızlarıma hiçbir şey söylemedim.
Zaten ulaşamıyordum. Onların da umurlarında olmazdı.
Bu
sabah özel eşyalarımı topladım. Büyük eşyam fazla yoktu. Olanları da komşuma
söyledim birilerine vermesi için. 62 yıllık hayatımı bu iki bavula doldurdum.
Birazdan beni buradan bir arkadaşımın oğlu alacak. Ve yarın sabah terminale
bırakacak. Bundan böyle arkadaşımla yaşayacağım. Birbirimize can yoldaşı
olacağız inşallah!
İşte
böyle be canım! Ben yine evlâtlarım, torunlarım için dua etmeye devam edeceğim.
Allah onları hidayete erdirsin, korusun, gözetsin diye… Bir tarafım hep eksik,
hep yaralı ve kırgın!”
Ve
benim notum şu: Toplayıp gücünü, tutup nefesini, yeniden dirilmek lâzımdır
bazen. Bazen yeni başlangıçlar, bir bebeğin uyurken gülümsemesi gibidir güzel
ve masum… Bu yüzden her yeni güne, yeni bir hayata uyanıyormuş gibi umutla
kalkmak lâzım.
“Haydi
kalk ve git arkana bakmadan!” dedim. Yüzünde kocaman, acı bir gülümseme ile
vedalaşıp ayrıldık.
Kaç yıl geçtiğini bilemiyorum üzerinden, sağ mıdır, ne yapar, hep merak ederim. Her bahar, ne zaman bir parkta yürüsem, otursam, yakınından geçsem, Nazire Teyze ve arkadaşı Şule Hanım aklıma gelir.