Ah bahar!

Emekli de olmuştum. Ne zaman ne isterlerse koşuyordum. Çocukları büyüyüp bana ihtiyaçları kalmayınca artık aramaz oldular. Ben merak edip aradığımda da ‘Aman anne, sen bizi ne merak ediyorsun? Çocuklar büyüdü artık. Seni yormamıza gerek yok. Sen keyfine bak!’ diyorlardı. Oysa benim keyfim de, ilgim de, merakım da onlaraydı. Artık arada bir gördüğüm torunlarım, zamanın asi çocukları olma yolunda ilerliyorlardı.

“ÖMRÜMÜZÜN baharı birlikte geçsin”, “Bahar pembe beyaz olur”, “Baharın gülleri açtı”, “Baharım, ilk aşkım, son umudumdun benim”, “Bahar bitti, yaz bitti, artık bülbül ötmüyor”…

Bahar için bestelenmiş bunca şarkı içinde galiba bu hikâyeye uyan en son beste…

Baharımız yazımız hep sevdiklerimizle geçsin isteriz. Ama bazen öyle olmuyor, olamıyor. Bir bahar gününde ve her baharda aklıma geliveren bir gerçek hayat hikâyesini sizlerle paylaşmak istedim sevgili okurlarımız.

Yıllar yıllar önce bir bahar günü, oturduğumuz semtin çocuk parkında, bir alışveriş sonunda dinlenmek için bir banka oturmuştum. Bir süre sonra orta yaşın üzerinde bir hanım, elinde iki küçük bavul ile geldi ve bankın hemen yanındaki çok yıllık çınar ağacına sırtını yasladı. Biraz soluklandı ve olduğu yere çöktü. Yaşlı ve yoğun bedenini zor taşıyordu sanki. Yüzünde yılların acısı var gibi geldi bana. Belli ki uzun süre yürümüştü. Beni fark etmedi. Başını kaldırıp uzun uzun çınar ağacının dallarına baktı. Güneş huzmeleri rüzgârın kıpırdattığı yaprakların arasından yüzüne vuruyor ve yüz çizgilerinin derinliği iyice belli oluyordu.

Kocaman gövdesi, iyice yayılmış dalları ile doğal bir çadır oluşturan bu ulu çınar, sanki arkadaşıymış gibi konuşmaya başladı. Derin bir ah çekti önce: “Ah be koca çınar, iyi ki varsın! Bahar güneşine yaşlı ve yorgun beden ile dayanmak zor. Gölgen iyi geldi bana. İçimin sızısı biraz hafifledi…” Sesli düşünüyordu. Gözleri nemliydi: “Ne şanslısın be koca çınar! Çocukların, torunların yok.”

Sustu, daldı gitti. Yanına yaklaştım, “Merhaba teyzeciğim!” dedim. “Merhaba kızım!” dedi. “Dertlisin galiba?” dedim. İki damla yaş, gözlerinden kırışık yanaklarına süzüldü. İçim öyle acıdı ki, sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Anlatmak ister misin?” dedim. “Kendi dertlerimle kimseyi üzmek istemem. Onun için çınarla konuşuyordum. Benim gibi yaşlı ve dertli çok kişi gölgesinde oturmuş, içini dökmüştür. Belki beni anlar dedim” dedi.

Kollarından tutup kaldırarak banka oturmasına yardım ettim. Parkın çay ocağından iki çay, simitçiden de iki simit alıp yanına oturdum. “Yolculuk var sanırım?” dedim. “Evet” dedi. “Neden bu kadar üzgünsün?” dedim. Isırdığı simit ağzında, öylece baktı yüzüme. Simidini yavaşça çantasına koydu. Belli ki yutamayacaktı. Çayından bir yudum alıp, “Çocukların var mı kızım?” dedi. “İki oğlum var Allah bağışlarsa” dedim. “İyi” dedi. “Sen çok sıkıntılısın be teyzem, anlat bana hadi, açılırsın!” dedim. “Sen ne kadar iyisin böyle!” dedi, “Annen baban var mı?” diye sordu. “Babamı çok yıllar önce ahirete uğurladık ama annem sağ çok şükür!” dedim. “Aman kızım!” dedi, “Kıymetini bil! Ana gibi yar olmaz ama evlâtlar değişik oluyor bazen” dedi ve anlatmaya başladı:

“İnsanın ailesinin, torunlarının olması en büyük şansıdır. Ama benim için hiç öyle olmadı maalesef. Yıllar yıllar önce çok güzel bir kızdım. Ankara’nın banliyölerinden birinde oturuyorduk. Ortaokulu bitirinceye kadar aynı yerde mutlu bir çocukluk ve ilk gençlik yıllarım geçti. Tek çocuktum, annem ve babamın göz bebeği idim. Babacığım memurdu. Her istediği yerine getirilebilen bir çocuk değildim. Ama bana verilen terbiye buna gerek olmadığı yönündeydi. Elimdekilerle mutlu olmayı öğretti annem babam bana. Onların birbirine ve bana olan sevgileri hiçbir şeyi aratmıyordu bana.

 

Oturduğumuz yer çok güzeldi. Yemyeşil, cennet gibiydi. Baharı başka güzel, yazı başka, kışı başka güzeldi. Ne yazık ki okulum ve babamın tayini yüzünden daha lüks bir semte taşınmak zorunda kaldık. Liseye başladığım yıldan itibaren alımlı bir kız olduğumdan görücülerden artık bıkma noktasına gelmiştik. Hiç rahat vermiyorlardı. Okulum biter bitmez babacığım beni karşısına aldı ve ‘Bak kızım!’ dedi, ‘Artık lise bitti. Gelen giden de bizi bıktırdı. Artık bir karar ver, seni evlendirelim’.

Dünyam altüst oldu. Oysa ben hukuk okuyup avukat olabilmeyi çok istiyordum. ‘Bak kızım!’ dedi babam, ‘Ne kadar okursan oku, sonunda evinin hanımı olacaksın. İyi bir evlilik yaparsan çocuklarınla kendin meşgul olursun. Bir an önce yuvanı kur. Biz de rahat edelim, sen de’.

O kadar ısrar ettiler ki sonunda onların da onayladığı, benim de beğendim bir genç ile evlendim. Mahallemizin genciydi. Efendi, nazik, geleceği parlak iyi bir işadamıydı. İlk yıllarımız çok mutlu geçti. İki yıl arayla iki kızımız oldu. Zaman ilerledikçe eşimin kızlarıma ve bana ilgisinin azaldığını fark ettim. İşlerinin yoğunluğundandır diye önemsemedim fazla. Anlayışlı olmam gerektiğini söylüyordu annem babam. Kızlarının üzerine titreyen o baba gitti, ilgisiz, alâkasız bir adam geldi yerine.

Şirkette, yanında çalışan sekreteri ile ilişkisi olduğunu öğrendiğimde dünyamın yıkıldığını, her şeyin sonunun geldiğini anladım. Kızın hamile olduğu da gelen bilgiler arasındaydı. 10 yıllık evliliğimiz birden son buldu. Kızlarım kendi arzuları ile benimle yaşamayı tercih ettiler. Boşandık. Kendisinden hiçbir şey talep etmedim. Oturduğumuz evi ve arabayı bana bıraktı. Sonra sekreteri ile evlendiği haberini ortak dostlardan aldım. Artık yalnız başıma hayat mücadelesi vermek zorundaydım. Babacığımın da desteği ile idare ediyordum. İçimdeki avukat olma isteğim hiç geçmemişti. Ama geç kalmıştım. Dostumuz olan bir avukat hanımın bürosunda çalışmaya başladım. Babam ve annem üzüntüden hasta oldular. Yanıma taşınmışlardı, birlikte yaşıyorduk. Kızlarıma da bana yaptıkları gibi çok güzel bakıyorlardı.

Babam, emekli olduğunun birinci yılında vefat etti. Annem onun yokluğuna ancak üç yıl dayanabildi. Kızlarım liseyi bitirmiş, üniversiteye başlamışlardı. Biri doktor biri mimar oldular. Bu arada babaları ne aradı, ne sordu. Mezuniyet törenlerinde haber yolladım, gelen cevap, ‘Sen güçlü kadınsın, başarırsın. Benim yokluğumu aratmazsın’ oldu.

Avukat hanımla bazen dertleştiğimiz olurdu. Bana kızardı ‘Neden hiçbir şey talep etmedin, nafaka istemedin?’ diye. ‘Ben gururlu kadınım; eğer durumum biraz iyi olsaydı, evi ve arabayı da almazdım’ dediğimde iyice sinirlenir, ‘Deli misin kızım sen? Onca yıllarını, gençliğini vermişsin. Üstelik iki evlât var, elbette verecek. Onlar senin hakkın zaten’ derdi. Zorlandığım zamanlarda ‘Dava açalım’ derdi. Her seferinde engel olurdum.

Okullar bitmiş, çalışmaya başlamış, güzel evlilikler yapmıştı kızlarım. Maneviyatı yüksek gençlerle evlenmelerini isterdim ama olmadı. İkisi de okullarında tanıştıkları gençler ile evlendiler. Bir kız, bir erkek, ikişer çocukları oldu. Çocukları küçükken sık görüşüyorduk. Çünkü zorlandıkları ve işleri düştüğünde beni yanlarına çağırıyorlardı.

Emekli de olmuştum. Ne zaman ne isterlerse koşuyordum. Çocukları büyüyüp bana ihtiyaçları kalmayınca artık aramaz oldular. Ben merak edip aradığımda da ‘Aman anne, sen bizi ne merak ediyorsun? Çocuklar büyüdü artık. Seni yormamıza gerek yok. Sen keyfine bak!’ diyorlardı. Oysa benim keyfim de, ilgim de, merakım da onlaraydı. Artık arada bir gördüğüm torunlarım, zamanın asi çocukları olma yolunda ilerliyorlardı. Birkaç kez bu konuda uyarmak istediğimde kızlarımın cevabı ‘Sen keyfine bak’ oluyordu. Evimde oturuyor, namazımı kılıp Kur’an’ımı okuyor, evlâtlarıma dualar ediyordum.

Manevî yönden hiçbir şey verilmeyen torunlarımın gözünü para ve marka hırsı bürümüş olduğunu görüyor, çok üzülüyordum. Paralı özel okullar, sayısız oyuncaklar, markalı giyecekler mutlu etmiyordu onları. Dualarım hep onlaraydı. Böylece uzun bir zaman görüşemedik. Onlar aramadı, ben ulaşamadım.

Ve bir gün öğle saatinde kapım çaldı. Açtığımda iki kızımı karşımda bulunca çok şaşırdım. Bayram ziyaretlerinde bile birlikte geldikleri çok nadirdi çünkü. Biraz sohbetten sonra asıl konuya geldiler. Para sıkıntısı yaşadıklarını, evi ve arabayı satıp onlara vermemi istiyorlardı. ‘Biz varız nasılsa. Tek başına oturmana gerek yok. Altı ay birimizde altı ay birimizde kalırsın’ dediler. Bir an bile düşünmeden ‘Tabiî’ dedim. Evlâtlarım sıkıntıda olunca ben rahat edebilir miyim? Ama onlarla beraber oturma fikrine itiraz edince hiç de ısrar etmediler. ‘Sen bilirsin’ dediler. Evi ve arabayı sattım. Parayı kızlarıma verdim ve kirada oturmaya başladım. Emekli maaşım ancak kira, elektrik, su faturalarına yetiyor, çok az bir miktar kalıyordu elime. Yarı aç, yarı tok günler geçiriyor, kızlarımsa beni artık hiç aramıyorlardı.

 

Bayramlarda artık tatile gittikleri için o zaman da göremiyordum. Arada arıyor, aynı nasihati dinliyordum: ‘Sen bizi merak etme, keyfine bak! Biz çok yoğunuz. O yüzden arayamıyor, sen arayınca da cevap veremiyoruz.’ Nasıl yaşadığımı, ne yaptığımı, ne yiyip içtiğimi merak bile etmiyorlardı. Dertleşeceğim tek Allah’ım vardı. Dünya ile ilgili bütün isteklerim bitmişti. Bütün duam, elden ayaktan düşüp birine yük olmamaktı artık. Seccadem tek sırdaşım olmuştu.

Yine bir gün öğle namazımı kılmış, üzgün, bezgin, yılgın bir şekilde duamı ederken telefonum çaldı. Hemen aklıma çocuklarım ve torunlarım geldi. Başlarına bir şey geldiği telaşıyla açtım. İlk ve ortaokulda da birlikte okuduğumuz arkadaşım Şule arıyordu. Lise yıllarımızda da okullarımız ayrıldığı hâlde görüşmeye devam etmiş, evlenince uzun zamandır görüşememiştik. Hal hatır sorma ve soru cevap faslından sonra meseleyi açtı. Eşini kaybetmiş. Çocuğu olmadığını duymuştum. Hayatta yapayalnız kalmış. Telefonumu tevafuken karşılaştığı ortak bir arkadaşımdan almış. Ve durumumu da ondan öğrenmiş. Balıkesir Burhaniye’de, küçük evinde tek başına yaşıyormuş ve bana çok ihtiyacı varmış.

Mucize buydu işte! Çok iyi anlaşacağımıza inandığım arkadaşımın teklifi bir kurtarıcı olarak yetişti imdadıma. Yalnızlık çok zor! Kızlarıma hiçbir şey söylemedim. Zaten ulaşamıyordum. Onların da umurlarında olmazdı.

Bu sabah özel eşyalarımı topladım. Büyük eşyam fazla yoktu. Olanları da komşuma söyledim birilerine vermesi için. 62 yıllık hayatımı bu iki bavula doldurdum. Birazdan beni buradan bir arkadaşımın oğlu alacak. Ve yarın sabah terminale bırakacak. Bundan böyle arkadaşımla yaşayacağım. Birbirimize can yoldaşı olacağız inşallah!

İşte böyle be canım! Ben yine evlâtlarım, torunlarım için dua etmeye devam edeceğim. Allah onları hidayete erdirsin, korusun, gözetsin diye… Bir tarafım hep eksik, hep yaralı ve kırgın!”

Ve benim notum şu: Toplayıp gücünü, tutup nefesini, yeniden dirilmek lâzımdır bazen. Bazen yeni başlangıçlar, bir bebeğin uyurken gülümsemesi gibidir güzel ve masum… Bu yüzden her yeni güne, yeni bir hayata uyanıyormuş gibi umutla kalkmak lâzım.

“Haydi kalk ve git arkana bakmadan!” dedim. Yüzünde kocaman, acı bir gülümseme ile vedalaşıp ayrıldık.

Kaç yıl geçtiğini bilemiyorum üzerinden, sağ mıdır, ne yapar, hep merak ederim. Her bahar, ne zaman bir parkta yürüsem, otursam, yakınından geçsem, Nazire Teyze ve arkadaşı Şule Hanım aklıma gelir.