Afrika’da öldürülse bir yerli

Kuşkusuz pergelin merkezi “yerli ve yerinde” diye, pergeli açmaya niyeti olmayan ve açsa bile bunu kendi çıkarları veya sadece ülkesinin sınırları çerçevesinde açacak olan anlayışlar da var olacaktır; özellikle “milliyetçilik” tanımını buna göre sınırlamamış olan akımlar her zaman var olacaktırlar.

Tabut

ALLAH’ın kudretini kavrayamayız. Varlığını inkâr edemediğimiz Allah’ın insandan istediği kulluğun tanımını, ancak elçilerin tarif ettiği kadar bilebiliriz. Sorumluluklarımız ve sınırlarımız hakkında genel kabul ve uygulamaları takip edebiliriz; ancak öz ve hikmet noktasında meraklarımızın yola çıkışını engelleyemeyiz. Geriye keşfetmemiz gereken tek seçenek kalıyor: “Dünya”…

İnsanoğlunun “Burası neresi? Ben kimim?” sorusu kadar, “Acaba başkası da var mı?” merakı da etkilidir. Bir insanın başka bir insanı bulduğunda “Dünyalar benim oldu!” demesi, insanın, özü itibariyle “yakınlaşan” bir varlık olmasındandır. Nitekim kök anlam ve bağlamında “insan” kelimesi, “unutmak” ve “yakınlaşmak” anlamlarına sahiptir.

İnsanı yaratan mutlak kudret sahibi Rab Allah’ın, insana hitap ederken “beni Âdem”, yani “Âdem’in çocukları” demesi de “Dünya hepimiz, biz de birimiz için!” şiarına hatırlatmadır. Ancak “yakınlaşan” bir varlık olarak insanın uzaklaşan ve iten bir yönü de var. Nitekim Vahiyde, “İnsan, yakınlaştırana (takva) ve uzaklaştırana, ötekileştirene (fücura) yönelebilecek kıvamda yaratılmıştır” şeklindeki tespiti yapılmıştır.

İnsanın fücura yönelişinin ilk hikâyesi “öldürmek” ile sonuçlanmıştır. Kabil, kardeşi Habil’i öldürmüştür. Yeryüzü Kabil için “iki insana fazla” gelmiştir. Kabil sadece kardeşini öldürmemiş, insanın içinde uyuyan takvayı da uykuda iken boğmuştur. Yani takvayı tabuta koymuş, her gün omuzunda taşımıştır.

Selâm

İnsanın insanı öldürdüğü haberi yeryüzüne yayıldığında, âdeta dünya insanın başına yıkılmıştı. Artık insanlar Kabil olmadıklarını göstermek için ya gülümsüyor veya elini kalbinin üstüne götürüp gözleriyle saygı bakışları gönderiyorlardı. O gün bugündür gülümsemek, ağlamak ve elini ya kalbine ya da karşıdakine yöneltmek bir “barış” işareti olageldi. İslâm, din olarak adını bu duruştan almıştı: “Selâm”…

Selâm, “Fücura hayır!” demenin ve takvayı evetlemenin şiarı idi. O nedenle “selâm”, insanoğluna “insan” olması sebebiyle verilen kutsal çiçek gibidir. Ancak zamanla dünya nice gündüzlere, gecelere ve olaylara tanık oldu, selâmın da özü sözü değişti. Hatta gün oldu, bazen “selâm” vermek “parola”ya evirildi ve sadece “Seni öldürmeyeceğim!” seviyesine düştü. Hatta artık sadece “Sen Müslümansın, değil mi?” şüphesini gidermenin sınavı hükmüne eröiş durumda. Artık Kabil de “Selâm!” demeyi öğrenmişti…

Oysa Vahyin selâmdan muradı, “insanlık” iklimi ve “insanca hayat” inşası için bir ahlâk oluşturmaktı. Bu nedenledir ki “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” her şeye başlamak emredildi. Nitekim Cennet müjdelenen kişilere de Cennet’e girişleri sırasında, “Selâm ile selâm yurduna girin!” denilecek.

Cennet

Allah’ın varlığını unutanlar, yeryüzünü cennet olarak görmek ve göstermek istediler. Fakat “Cennet dünyamız” derken, Cennet’teki gibi bir hayat yaşamayı kastettiler; bu nedenle çiçek dolusu bahçeler, şehvet kokulu geceler ve hesap sorulmayacak ömürler istediler. Peki, dünyayı cennet kılmak için ne yaptılar? Başkalarının hayatlarını cehenneme çevirerek yol alabildiler. Çünkü Cennet’te gibi hissetmek istediler, ancak Vahyin müjdelediği Cennet’te “fücur olmayan hayat”ı kuramadıkları için, aslında fücurlarını azdırmaktan başka sonuç elde edemediler. Ve derken dünya, cennet ve cehennem hayatı hissedenlerin savaşına döndü.

Öldükten sonra hayatın devamına inanan Müslümanların yeryüzünü cehenneme çevirmeleri düşünülemez! Başkasının cehennemi hissedeceği hayatlara mahkûm eden bir hayat tarzını Müslümanın yayması akıl ve iman dışıdır. Çünkü “Müslüman” demek, zaten “selâma kavuşmuş ve başkasının da selâma ermesini isteyen” demektir.

Hâl buysa, niyet bundan ise, o zaman Müslüman coğrafyanın “selâmsız” kalışını neye bağlayacağız? Cennet’i ahirette aradıkları için, bu dünyanın Cehennem’e dönüşü ile ilgilenmediklerine mi yoracağız? Oysa Cehennem gibi bir hayata mahkûm insanların çoğu Müslüman zaten… O zaman?

Müslüman dünyanın “yeryüzü cenneti” ile ilgili bir algı ve yorumlama problemi olduğu aşikâr. Müslüman coğrafyada, dünyanın özü itibariyle cennetten alıkoyan, fücuru kışkırtan bir “serin cehennem” olduğu vehmi bir şekilde yayılmış görülüyor. Bu “dünyaperest” ironisi zamanla, bir başka sorunla birleşti: “Cihat”…

Cihat “selâmı yaymak çabası” iken, “teslim olmayanlara dünyayı cehennem kılmak” parolasına döndü. Öyle ki, gün geldi “cihatçılık” düşüncesi, kendisine teslim olmayan Müslümanları bile öldürmeyi meşru gören bir “fücur kılıcı”na evirildi.

“Cihat kılıcında selâmı kurban etmek” anlayışı, âdeta dindarlığı zombileştirdi. Artık Müslüman coğrafya, bitmek bilmeyen savaşların, soykırımların, acı ve kinin organize edilebildiği yeryüzündeki cehenneme evirildi. Öyle ki, Müslüman coğrafyayı selâmete kavuşturma ümidi azaldıkça intihar saldırıları çoğaldı ve uzlete, mağarasına, çile odasına çekilmeyi “kutsal yola giriş” diye yayan kampanyalar çoğaldı. Cennet dünyadaki yitik, ahiret için de “rüya” kılındı.

Hâl böyle olunca, Müslümanın yeryüzü ve özelde Müslümanların yoğun olduğu coğrafyaya ilişkin bir “bilinç/sorumluluk” ödevi var. Bu ödevin adı şudur: “Yerindelik”…

Yerli ve yerinde

Müslümanların “yerlilik, millîlik ve evrensellik” hakkındaki sözlüğünde, dilinde ve en önemlisi de tutumunda “kendisiyle barışık olmayan” bir “iletişimsizlik sendromu” var. Çünkü ya “yerli ve yerinde kalamayan bir ümmetçilik” ufkuna savruluyor veya yerindelik ilkesiyle başladığında “yerinde saymak” ile sonuçlanan bir içe kapanma kuyusuna düşüyor. Bir türlü bütünleşik algı ve dengeyi yakalayamıyor. Tıpkı “dünya ve ahiret bütünleşik dengesi”nden uzaklaşılması gibi... Oysa Vahyin en önemli hedeflerinden biri de “denge”dir!

Yerli ve yerinde olmak ile “ümmet” ve “evrensellik” arasındaki ilişki doğru tanımlanmazsa eğer, o zaman kendi ailesini, ülkesini ve milletini mağdur ederek insanlığa hizmet etme çabasına düşülür ki, bu da doğrusu hem bir dengesizlik, hem de adaletsizliktir. Kaldı ki, insanlığa da hizmet değildir. O zaman bir tespitten yola çıkıyoruz: Pergelin merkezinde yaşadığın yer vardır ve pergeli bu merkez kaymadan açabildiğin kadar, gücün yetebildiği kadar pergeli açmak, en doğru ve dengeli tutumdur.

Kuşkusuz pergelin merkezi “yerli ve yerinde” diye, pergeli açmaya niyeti olmayan ve açsa bile bunu kendi çıkarları veya sadece ülkesinin sınırları çerçevesinde açacak olan anlayışlar da var olacaktır; özellikle “milliyetçilik” tanımını buna göre sınırlamamış olan akımlar her zaman var olacaktırlar. Hatta bazı akımlar, “Ülke sınırlarını aşacak şekilde pergeli açacaksak, mutlaka ‘yönetmek’ kaydıyla açalım!” diyebileceklerdir. Bunların hepsi birer dünya hâlidir ve “İnsan bu!” dedirten tutumlardır. Ancak Müslüman olarak “pergel hareketi” esprisince merkezde yerindelik ve pergelin sınırında da evrensellik aranmak durumundadır.

Bu bağlamda Müslümanın Müslümanlarla etkileşimi ve ilişkisi, yönetmek, benzetmek, kullanmak ve hizmetçi kılmak değil, kendine özgülük, paylaşımda özgünlük ve en önemlisi de her coğrafya pergeli kendi merkezinden açarak sınırlarda buluşarak, açılan tüm halkaların yeryüzünü kaplamasını sağlanmaktır.

Bir şairin güzel betimlemesi gibi, “Afrika’da öldürülse bir yerli,/ Canı bende çıkıyor;/ Seni bildim bileli”… Bu güzel tasvir içinde, “yerli” olanın öldürülmesi durumunda canı bizden çıkacak kadar bütünleşmeliyiz; ancak onu yaşatmak, ama yerliliği bozmak şeklindeki bir candaşlık da kabul edilemez. Bütünleşik denge esastır.

Aksi hâlde Kabil’in tabutu, yeryüzünde cennet arayan bazı Müslüman azınlıkların hüküm sürdüğü coğrafya ve selâmetsiz yarınlara mahkûm olan bir kabre sürülür. Üstelik selâmet “insan” içindir. Selâm, sadece Müslümanlara verilen bir parola değildir!