Tabut
ALLAH’ın kudretini kavrayamayız. Varlığını
inkâr edemediğimiz Allah’ın insandan istediği kulluğun tanımını, ancak
elçilerin tarif ettiği kadar bilebiliriz. Sorumluluklarımız ve sınırlarımız
hakkında genel kabul ve uygulamaları takip edebiliriz; ancak öz ve hikmet
noktasında meraklarımızın yola çıkışını engelleyemeyiz. Geriye keşfetmemiz
gereken tek seçenek kalıyor: “Dünya”…
İnsanoğlunun
“Burası neresi? Ben kimim?” sorusu kadar, “Acaba başkası da var mı?” merakı da etkilidir.
Bir insanın başka bir insanı bulduğunda “Dünyalar benim oldu!” demesi, insanın,
özü itibariyle “yakınlaşan” bir varlık olmasındandır. Nitekim kök anlam ve bağlamında
“insan” kelimesi, “unutmak” ve “yakınlaşmak” anlamlarına sahiptir.
İnsanı
yaratan mutlak kudret sahibi Rab Allah’ın, insana hitap ederken “beni Âdem”,
yani “Âdem’in çocukları” demesi de “Dünya hepimiz, biz de birimiz için!”
şiarına hatırlatmadır. Ancak “yakınlaşan” bir varlık olarak insanın uzaklaşan
ve iten bir yönü de var. Nitekim Vahiyde, “İnsan, yakınlaştırana (takva) ve
uzaklaştırana, ötekileştirene (fücura) yönelebilecek kıvamda yaratılmıştır”
şeklindeki tespiti yapılmıştır.
İnsanın
fücura yönelişinin ilk hikâyesi “öldürmek” ile sonuçlanmıştır. Kabil, kardeşi
Habil’i öldürmüştür. Yeryüzü Kabil için “iki insana fazla” gelmiştir. Kabil
sadece kardeşini öldürmemiş, insanın içinde uyuyan takvayı da uykuda iken
boğmuştur. Yani takvayı tabuta koymuş, her gün omuzunda taşımıştır.
Selâm
İnsanın
insanı öldürdüğü haberi yeryüzüne yayıldığında, âdeta dünya insanın başına
yıkılmıştı. Artık insanlar Kabil olmadıklarını göstermek için ya gülümsüyor
veya elini kalbinin üstüne götürüp gözleriyle saygı bakışları gönderiyorlardı.
O gün bugündür gülümsemek, ağlamak ve elini ya kalbine ya da karşıdakine
yöneltmek bir “barış” işareti olageldi. İslâm, din olarak adını bu duruştan
almıştı: “Selâm”…
Selâm,
“Fücura hayır!” demenin ve takvayı evetlemenin şiarı idi. O nedenle “selâm”,
insanoğluna “insan” olması sebebiyle verilen kutsal çiçek gibidir. Ancak
zamanla dünya nice gündüzlere, gecelere ve olaylara tanık oldu, selâmın da özü
sözü değişti. Hatta gün oldu, bazen “selâm” vermek “parola”ya evirildi ve
sadece “Seni öldürmeyeceğim!” seviyesine düştü. Hatta artık sadece “Sen
Müslümansın, değil mi?” şüphesini gidermenin sınavı hükmüne eröiş durumda.
Artık Kabil de “Selâm!” demeyi öğrenmişti…
Oysa
Vahyin selâmdan muradı, “insanlık” iklimi ve “insanca hayat” inşası için bir
ahlâk oluşturmaktı. Bu nedenledir ki “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” her
şeye başlamak emredildi. Nitekim Cennet müjdelenen kişilere de Cennet’e
girişleri sırasında, “Selâm ile selâm yurduna girin!” denilecek.
Cennet
Allah’ın
varlığını unutanlar, yeryüzünü cennet olarak görmek ve göstermek istediler.
Fakat “Cennet dünyamız” derken, Cennet’teki gibi bir hayat yaşamayı
kastettiler; bu nedenle çiçek dolusu bahçeler, şehvet kokulu geceler ve hesap
sorulmayacak ömürler istediler. Peki, dünyayı cennet kılmak için ne yaptılar?
Başkalarının hayatlarını cehenneme çevirerek yol alabildiler. Çünkü Cennet’te
gibi hissetmek istediler, ancak Vahyin müjdelediği Cennet’te “fücur olmayan
hayat”ı kuramadıkları için, aslında fücurlarını azdırmaktan başka sonuç elde
edemediler. Ve derken dünya, cennet ve cehennem hayatı hissedenlerin savaşına
döndü.
Öldükten
sonra hayatın devamına inanan Müslümanların yeryüzünü cehenneme çevirmeleri düşünülemez!
Başkasının cehennemi hissedeceği hayatlara mahkûm eden bir hayat tarzını
Müslümanın yayması akıl ve iman dışıdır. Çünkü “Müslüman” demek, zaten “selâma
kavuşmuş ve başkasının da selâma ermesini isteyen” demektir.
Hâl
buysa, niyet bundan ise, o zaman Müslüman coğrafyanın “selâmsız” kalışını neye
bağlayacağız? Cennet’i ahirette aradıkları için, bu dünyanın Cehennem’e dönüşü
ile ilgilenmediklerine mi yoracağız? Oysa Cehennem gibi bir hayata mahkûm
insanların çoğu Müslüman zaten… O zaman?
Müslüman
dünyanın “yeryüzü cenneti” ile ilgili bir algı ve yorumlama problemi olduğu
aşikâr. Müslüman coğrafyada, dünyanın özü itibariyle cennetten alıkoyan, fücuru
kışkırtan bir “serin cehennem” olduğu vehmi bir şekilde yayılmış görülüyor. Bu
“dünyaperest” ironisi zamanla, bir başka sorunla birleşti: “Cihat”…
Cihat
“selâmı yaymak çabası” iken, “teslim olmayanlara dünyayı cehennem kılmak”
parolasına döndü. Öyle ki, gün geldi “cihatçılık” düşüncesi, kendisine teslim
olmayan Müslümanları bile öldürmeyi meşru gören bir “fücur kılıcı”na evirildi.
“Cihat
kılıcında selâmı kurban etmek” anlayışı, âdeta dindarlığı zombileştirdi. Artık
Müslüman coğrafya, bitmek bilmeyen savaşların, soykırımların, acı ve kinin
organize edilebildiği yeryüzündeki cehenneme evirildi. Öyle ki, Müslüman
coğrafyayı selâmete kavuşturma ümidi azaldıkça intihar saldırıları çoğaldı ve
uzlete, mağarasına, çile odasına çekilmeyi “kutsal yola giriş” diye yayan
kampanyalar çoğaldı. Cennet dünyadaki yitik, ahiret için de “rüya” kılındı.
Hâl
böyle olunca, Müslümanın yeryüzü ve özelde Müslümanların yoğun olduğu
coğrafyaya ilişkin bir “bilinç/sorumluluk” ödevi var. Bu ödevin adı şudur: “Yerindelik”…
Yerli
ve yerinde
Müslümanların
“yerlilik, millîlik ve evrensellik” hakkındaki sözlüğünde, dilinde ve en
önemlisi de tutumunda “kendisiyle barışık olmayan” bir “iletişimsizlik sendromu”
var. Çünkü ya “yerli ve yerinde kalamayan bir ümmetçilik” ufkuna savruluyor veya
yerindelik ilkesiyle başladığında “yerinde saymak” ile sonuçlanan bir içe
kapanma kuyusuna düşüyor. Bir türlü bütünleşik algı ve dengeyi yakalayamıyor.
Tıpkı “dünya ve ahiret bütünleşik dengesi”nden uzaklaşılması gibi... Oysa
Vahyin en önemli hedeflerinden biri de “denge”dir!
Yerli
ve yerinde olmak ile “ümmet” ve “evrensellik” arasındaki ilişki doğru
tanımlanmazsa eğer, o zaman kendi ailesini, ülkesini ve milletini mağdur ederek
insanlığa hizmet etme çabasına düşülür ki, bu da doğrusu hem bir dengesizlik,
hem de adaletsizliktir. Kaldı ki, insanlığa da hizmet değildir. O zaman bir
tespitten yola çıkıyoruz: Pergelin merkezinde yaşadığın yer vardır ve pergeli
bu merkez kaymadan açabildiğin kadar, gücün yetebildiği kadar pergeli açmak, en
doğru ve dengeli tutumdur.
Kuşkusuz
pergelin merkezi “yerli ve yerinde” diye, pergeli açmaya niyeti olmayan ve açsa
bile bunu kendi çıkarları veya sadece ülkesinin sınırları çerçevesinde açacak
olan anlayışlar da var olacaktır; özellikle “milliyetçilik” tanımını buna göre
sınırlamamış olan akımlar her zaman var olacaktırlar. Hatta bazı akımlar, “Ülke
sınırlarını aşacak şekilde pergeli açacaksak, mutlaka ‘yönetmek’ kaydıyla
açalım!” diyebileceklerdir. Bunların hepsi birer dünya hâlidir ve “İnsan bu!” dedirten
tutumlardır. Ancak Müslüman olarak “pergel hareketi” esprisince merkezde
yerindelik ve pergelin sınırında da evrensellik aranmak durumundadır.
Bu
bağlamda Müslümanın Müslümanlarla etkileşimi ve ilişkisi, yönetmek, benzetmek,
kullanmak ve hizmetçi kılmak değil, kendine özgülük, paylaşımda özgünlük ve en
önemlisi de her coğrafya pergeli kendi merkezinden açarak sınırlarda buluşarak,
açılan tüm halkaların yeryüzünü kaplamasını sağlanmaktır.
Bir
şairin güzel betimlemesi gibi, “Afrika’da öldürülse bir yerli,/ Canı bende
çıkıyor;/ Seni bildim bileli”… Bu güzel tasvir içinde, “yerli” olanın
öldürülmesi durumunda canı bizden çıkacak kadar bütünleşmeliyiz; ancak onu
yaşatmak, ama yerliliği bozmak şeklindeki bir candaşlık da kabul edilemez.
Bütünleşik denge esastır.
Aksi
hâlde Kabil’in tabutu, yeryüzünde cennet arayan bazı Müslüman azınlıkların
hüküm sürdüğü coğrafya ve selâmetsiz yarınlara mahkûm olan bir kabre sürülür.
Üstelik selâmet “insan” içindir. Selâm, sadece Müslümanlara verilen bir parola
değildir!