Afiyet olsun

Hâlbuki yemek yemek bir sorumluluk! Zevkten öte şifâ beklemişiz ki “Afiyet olsun” demişiz yemek yiyene. Aç komşu varken tokluğun bir anlamı olamaz. Hele çok yemenin afiyete dönüşecek hiçbir yanı olamaz. Dünyanın bir yerinde aç insan yaşıyorsa, bir yerinde çöpe yemek atmak insanlık olamaz. Az yiyen az uyurmuş. Az uyuyan az konuşurmuş. Ve aç insan, Allah’a daha yakın olurmuş.

GÖNÜL tokmuş, göz tokmuş bir zamanlar; göz tok olunca karın da tokmuş. En rahat döşek, alın teri dökmüş yorgun bedenin yattığı döşekmiş. En leziz yemek, açlıktan kıvrandıktan sonra yenen yemekmiş. Ama şu zamanlar çok şey değişmiş. Yaşam tarzımız, yeme içmemiz…

Yesek, hep yesek, dünya gibi nice dünyalar olsa ve yeryüzü sofra olsa da hepsini yesek, ne geçer elimize acaba dertten ve şükürsüz bir kalpten başka? Olur olmaz her şeyi söyleyip dursak, ne yazılır hanemize kederden başka? Dur durak bilmeden her şeyi istesek, neyin sahibi oluruz kefenden başka?

Bu serap kandırmaz suya; burası dünya ve biz de bu doymak bilmeyen nefsin sahibi olduktan sonra… Söz, ok olur ümükte yoğrulmadıktan sonra. Ekmek, ateş olur hamuru besmelesiz olup katığı şükürsüz yendikten sonra.

Bir adam mutlulukla rızık taşırsa evine, ibadet olur. Bir kadın o rızkı mutlulukla pişirip sofraya koyarsa, ibadet olur. Bir çocuk mutlulukla kaşığını eline alır ve doyunca şükrederse, ibadet olur. O rızık kalbe giderse, o vakit iman olur…

Hazreti Mevlâna’nın gözüyle bakıyorum. Yemek besmeleyle yenirse insana terfi eder, mâkâmı yücelir, duygu ve düşünceye dönüşür. O bir Allah dostudur, Peygamber’in izinin tozudur. Öyleyse Peygamber gibi anlam yüklemeli insan yemeğe. Üç yudumda, Yaratan’ın adıyla ve yavaşça içmeli suyu ve son yudum boğazından geçince hamd ile gülümsemeli. Eğer sonsuzluğu arıyorsa bir ruh, bunu muhakkak yapmalı. Cennet’in bal şerbetlerini, serin sularını istiyorsa bir insan, dünyadayken suyu böyle içmeli. Eğer bu lezzetleri bu kadar sevdiyse yürek, her lokmayı bin şükürle çiğnemeli.

Ne, neden, nasıl, ne kadar? Ne yiyorsun? Neden yiyorsun? Nasıl yiyorsun? Ne kadar yiyorsun?

Ne yediğinin önemi var; helâl olmalı en başta, alın teriyle kazanılmış olmalı. Yaşamak için, güç bulmak için ve o gücü Yaratan uğruna tüketmek için yemelisin. “Allah” adı en başta gelmeli, bütün damarlar kan beklerken edeple uzanmalı kaşık tabağa; edep su, edep nefes olmalı. Susmalı dilin. Bir dizini kalbine doğru çekip diğerini bükmelisin. Doymak üzereyken kaşığı bırakmalısın elinden. Sonra şükretmeli dilin açlara duâ ederek. Bereket umarak sevinç dolmalı kalbin.

“Yağı eksik, tuzu eksik”, “Tadı şöyle, tuzu böyle” derken, dilin zehri, aşın tadını bozmasın. Şükrün tadını bozmasın. Sen insanoğlusun; sen ki şeref sahibisin, zaten sana lutfedilenler de senin damarlarında kan olmak için yarışıyorlar.

Neden rûhumuzdaki açlığı, bir başkasının doyacağı lokmaları yiyerek gidermeye çalışıyoruz? Bu kadar kiloyu bacaklarımıza yükleyip hastanelerde başkalarının yerini işgal ediyoruz? “Kime ne yediğimden içtiğimden?!” derken, belki de büyük evrenin küçük zerresi olduğumuzu unutuyoruz. Kelebek etkisi gibi, birinin fazla kilosunun derdini başkaları çekiyor. Hâl böyle olunca, yediklerimize bir kez daha dönüp baksak mı acaba?

“İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kap doldurmamış” sözünü Peygamber sözü olarak kulağımıza küpe yapsak mı acaba?

Hiç düşünmeden yediğimiz şeylere bakıyorum. Ayaküstü hızlı yenen yemeklere, defalarca kızarmış yağlarda pişenlere, katkılarla sunulan zehirlere, ne olduğu belirsiz ürkütücü bulduğum her şeye… Bizim karınlarımıza ve zaaflarımıza tuzaklar hazırlandı. Birer birer değil, topluca düştüğümüz tuzaklar... Neyi nasıl yememiz gerektiğine düşman aklı karar verdi. Akıllarımıza mayınlı yollar döşendi; saf tohumlarımıza, bereketli topraklarımıza kimyasal bombalar yağdı. Karınlarımız isabet aldı.

Açlık bizi rahatsız edince, olur olmazla sadece karın doldurur olduk. Gönül açlığımızın sancısı tutunca müziğin sesini yükselttik. Kendi iç sesimizi duymamak için çabalayıp durduk. Biz nasıl oldu da vücûdumuzun ve rûhumuzun çektiklerine karşı bu kadar “el” olduk?

Hâlbuki yemek yemek bir sorumluluk! Zevkten öte şifâ beklemişiz ki “Afiyet olsun” demişiz yemek yiyene. Aç komşu varken tokluğun bir anlamı olamaz. Hele çok yemenin afiyete dönüşecek hiçbir yanı olamaz. Dünyanın bir yerinde aç insan yaşıyorsa, bir yerinde çöpe yemek atmak insanlık olamaz. Az yiyen az uyurmuş. Az uyuyan az konuşurmuş. Ve aç insan, Allah’a daha yakın olurmuş.

Bu cümleleri terse çevirip tekrar düşünmek istiyorum: Demek ki çok yiyen çok uyur. Çok uyuyan çok konuşur. Çok yiyen dünyaya düşkün olur. Çok konuşana itibar eden olmaz. Dünyaya düşkün olmak, aldanmanın ta kendisidir.

Evet, bu cümleler madalyonun öteki yüzünde belirdi bir anda. Bir yanda insana yakışır bir yüce dağ varken, diğer yanda bir derin sefalet çukuru…

Bir acı kahveye kırk yıl hatır biçen, bir harf öğretene kırk yıl kölelik eden bu milletin yemesi içmesi bir sanat olsun, seçkin ve özel olsun! Başı besmele, sonu şükür ve afiyet olsun…