Adnan Kahveci: Sütlü kahve tadında bir hayat

1987 Genel Seçimleri’nde ilk kez tercihli oy kullanılmıştı ve Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın -bilemediğimiz nedenlerle- hışmına uğrayan Adnan Kahveci, o bölgeden aşağı sıralarda aday gösterilmişse de, daima iç içe olduğu Pendik-Kartal halkı, genel seçim sandığından “bilhassa tercih” ederek onu “birinci sıradan milletvekili yapmayı” başarmıştı.

SON kırk yılın en sade, en yalın, en zeki, en doğal, en yerli, en faydalı, en örnek üç beş siyasetçisinden biriydi Adnan Kahveci kuşkusuz. Şek şüphe götürmez. Kendisini seven de, sevmeyen de ittifak eder bunda. Yüzlerce bakandan, binlerce milletvekilinden, on binlerce Amerika’da okumuştan sadece biriydi aslında o…

Onu farklı kılan, özgün biri olarak hafızalarımıza kazıyan neydi acaba? Hiç şüphesiz “bizden biri” olmasıydı. Hemen her Karadenizlide rastladığımız “doğallığı/içtenliği” idi. Hemen her siyasetçide rastlamadığımız “protokolsüzlüğü” idi. O bir Anadolu çocuğuydu. Fakir, yoksul bir Trabzon köylüsünün (Sürmene, Yılmazlar köyü) oğlu olarak 1949’da gözlerini dünyaya açmıştı. Sarp, zor, güç yolları aşa aşa ilk ve ortaokulu bitirecek, o sırada Milliyet gazetesinin ilkokullar arası ilk bilgi yarışmasında Türkiye Birincisi olacaktı. Bu birincilik onu TÜBİTAK bursuyla Kabataş Lisesi’ne taşıyacaktı. 1966 Üniversiteye Giriş Sınavları’nda 180 soruya 180 doğru cevap vererek Türkiye birincisi olacak, İstanbul Fen Fakültesi’nde eğitimine başlayacak, birkaç ay sonra Millî Eğitim Bakanlığı bursuyla ABD Indiana Purdue Üniversitesi’ne geçecek, orada dört yıllık Elektrik Mühendisliği Bölümü’nü iki buçuk yılda bitirecek, eğitimi sırasında okulunda bulaşıkçılık, garsonluk, aşçılık da yapacaktı üstelik.

Ardından Missouri Üniversitesi’nde doktora yaparken, aynı okulda asistan-profesör statüsüyle öğretim görevliliği de üstlenecekti. Burada duralım biraz. Nefeslenelim...

Tam da bugünlerde merhum Gıda Tarım Hayvancılık Bakanımız Korkut Özal ABD’ye gitmese, gittiğinde bir lokantada yemek yemese, yerken kendisine yemeği yirmi beş yaşlarında kara yağız, bıyıklı, gözlüklü bir garson getirmese, o garsona “Burada ne arıyorsun evlâdım?” diye sormasa, o genç de, “Burada filan üniversitede asistan-profesörüm. Doktora yapıyorum bir yandan da… Ama aldığım maaş yetmiyor, boş zamanlarımda burada garsonluk yapıyorum” demese, bu zeki gence bakan Özal “Adın ne senin evlâdım?” diye sormasa, o da “Adnan Kahveci efendim!” demese, Bakan Bey o gencin telefon ve adresini alıp o sırada Sabancı Holding'te CEO olan ağabeyi merhum Turgut Özal'a vermese, bugün Türk siyasetinde kimse (merhum) “Adnan Kahveci” diye birini tanımayacaktı muhtemelen.

Kader böyle bir şey işte! Gel de burada Fatih türbedârı Ahmet Âmiş Efendi’nin şu sözünü hatırlama: “Olan olmuştur, olacak da olmuştur. Olacak hiçbir şey yoktur!”

Sonra askerlik için Türkiye’ye dönüş, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği, İçişleri Bakanlığı’nda Bilgisayar Altyapısı Proje Genel Koordinatörlüğü, 1980 ve sonrasında Başbakanlık ve DPT Müsteşarı Turgut Özal’a danışmanlık falan filan… Sonra milletvekilliği, bakanlıklar...

Bilinmeyen Kahveci

Son bölümü herkes biliyor zaten. Onun kırk dört yıllık hayatı, kelimenin tam mânâsıyla “bir başarı öyküsü”dür. Ama yazımızın teması bu değil. Bu tarafı ailesini, yakınlarını, sevenlerini ilgilendiriyor. Bizi (sizi) ilgilendiren taraf çok daha başka!

Anlatayım. Tipik bir örnekle hem de…

Sevdiğim bir ağabeyden (Nahit Pehlivanoğlu) dinlemiştim. Bizzat şahit olduğu bu olayı nakletmişti: Yıl, 1988… Tam otuz sene kadar önce yani... Zamanın Maliye Bakanı Adnan Kahveci bir ili ziyaret edecektir. Haber gönderir: “Beni il sınırında karşılamasınlar, ben kendim gelirim.”

O güne kadar altmış beş yıllık Cumhuriyet tarihimizde gelenektir, bir başbakan veya bakan, resmî makam aracıyla geldiği güzergâhtaki ilin valileri, belediye başkanları, daire müdürleri ve partisinin il-ilçe teşkilatlarıyla il sınırında, otuz kırk araç ve yüz yüz elli kişilik heyetle karşılanır, resmî ziyaret bitimiyle beraber bakanın ili ziyareti bitiminde de diğer ilin il sınırında sonraki ilin valisi ve diğer yetkililerince devralınır. Usûl, âdab, gelenek, görenek budur. Bu hep böyledir.

Bakan Kahveci o ilin valiliğini -diyelim ki, Salı günü saat 10:00'da- ziyaret edecektir. Valilik Koruma Âmiri İsmet Komiser, avlunun girişindeki görevli polisi bilgilendirir. Polis arkadaş da o gün saat 09:30’dan itibaren Vilâyet bahçesine hiçbir aracı sokmaz. Zira az sonra koruma araçları önde, arkada kırmızı plâkalı makam aracıyla bir bakan gelecektir. Hep öyledir çünkü. Titizdir, sorun çıksın istemez polis memurumuz. Dikkatle yolu gözler.

Saat 10:00'a birkaç dakika kala bir cip belirir kapıda. Memur fırlar önüne. Cipin şoförüne, azarlarcasına bağırır: “Çek arabanı buradan, bir iki dakikaya Maliye Bakanı gelecek, kapatma yolu! Haydi çek çabuk!”

Cipin sağ kapısından koyu yeşil montlu, krem gömlekli, kravatsız, kırk yaşlarında var yok, gözlüklü, kara yağız bir adam iner, polis memuruna seslenerek Valilik kapısına doğru yürür: “Tamam, kızma, geldik işte!”


Sade giyimli, gösterişsiz, tevazu içinde yalnız başına Valilik merdivenlerini adımlayan o garip adam, Maliye Bakanı Adnan Kahveci'den başkası değildir.

Bu protokolsüzlüğe ne çok ihtiyacı var ülkemizin!

Bakan olduğunda ilk yaptığı işin, Bakanlık binasına gelirken her sabah yapılan karşılama uygulamasını kaldırdığını pek kimse bilmez.

Bir hanımefendi anlatıyor: “O yıllarda ben de İstanbul Defterdarlığı’nda memurum… Bir gün, öğle yemeğindeyiz yemekhanede, sivil kıyafetle bir bey geldi, sıraya girdi, yemek alıp oturdu masamıza. Hem yemek yedik, hem bize ‘Nasıl gidiyor, eksikler, ihtiyaçlar nedir?’ filan türünden sorular sordu. Bilgiler aldı. O zaman tek kanallı televizyon, sosyal medya yok. Pek de tanıyamadık geleni. Meğer o bey, Maliye Bakanı Adnan Kahveci’ymiş. Defterdardan habersiz yemekhaneye gelip bizden işin gidişatı ile ilgili bilgiler almış. Yemek sonrası da resmî ziyaret için Defterdar Bey ile makâma, görüşmeye çıktı. Böyle özel ve güzel bir insandı rahmetli.”

Her gün milletiyle beraber halkının içindeydi Kahveci. İstanbul Kartal-Pendik bölgesi milletvekiliydi. Meselâ özel aracı olduğu hâlde, bakanken de, milletvekiliyken de İstanbul-Ankara gidiş gelişlerinde trenle gelir gider, halkla konuşur, dertlerini öğrenir, halkın nabzını tutar, çözümler üretmeye çalışırdı.

Hiç unutmam, 1987 Genel Seçimleri’nde ilk kez tercihli oy kullanılmıştı. Bu, şu demekti: Partiniz, diyelim ki sizi o bölgeden 10’uncu sırada aday gösterdi ve seçimde de o bölgeden 5 milletvekili çıkarttı, partinizin tüm adayları arasında tercihte il beşe girmişseniz eğer, milletvekili seçilecektiniz. Öyle de oldu ve Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın -bilemediğimiz nedenlerle- hışmına uğrayan Adnan Kahveci, o bölgeden aşağı sıralarda aday gösterilmişse de, daima iç içe olduğu Pendik-Kartal halkı, genel seçim sandığından “bilhassa tercih” ederek onu “birinci sıradan milletvekili yapmayı” başarmıştı.

Olay tam da buydu! Kimin yanındaysanız, o da sizin yanınızdadır. Kime benziyorsanız, onunlasınız…

Popülizmden, nutuktan, şovdan, fotoğraftan, paylaşımdan uzak adamdı. Hep çözüm peşindeydi. Realistti. Hem de acıtırcasına…

Yine Nahit Pehlivanoğlu’na kulak verelim:

“Maliye Bakanımız, Sakarya Valiliği ile Defterdarlığına resmî ziyaretten sonra -âdet olduğu üzere- parti binamıza geldi. Milletvekillerimiz, belediye başkanları, il-ilçe başkanları, belediye meclis üyeleri, il ilçe yönetim kurulu üyeleri olarak seksen yüz kişi varız… Bakan Kahveci programı sordu, il başkanı anlattı: ‘Bir… Şu anda partideki teşkilâtımıza konuşmanız…’ ‘Onu geçin’ dedi Bakan Kahveci, ‘Zaten gece gündüz konuşmaktan başka bir şey yaptığımız yok’.

‘İki… Filan otelde öğle yemeği’… ‘Onu da geçin’ dedi Bakan Kahveci ve ekledi: ‘Ne yemeği? Ben rastgele bir kapıyı çalar, selâm veririm. Vatandaşım bana bir dilim peynir ekmek, bir bardak çay verir. Toplu yemeğe, masrafa gerek yok. Bir saat kaybedemeyiz yemekle. Sonra?’

‘Üç… Filan otelde bir saat istirahatiniz’... ‘Ne yaptık da yorulduk ki istirahat ediyoruz?’ dedi Bakan, ‘Kaldırın onu da! Ben halkla konuşarak dinlenirim ancak. Vakit, dinlenme değil, çalışma zamanı! İptal! Sonra?’.

‘Dört… Belediye başkanlarımızın sizden çok önemli istekleri var Sayın Bakanım, onları dinlemeniz’… ‘Buyursunlar’ dedi Bakan Kahveci. Diğer başkanlar aralarında anlaşmışlar. Yaşını başını almış, olgun, itibarı en yüksek iki başkanı sözcü seçmişler. Arifiye Belediye Başkanı Sefer Kubilay ile Ferizli Belediye Başkanı Salih Kılıçarslan söz alarak, seçime altı ay kala maaş ödeyememekten ve bütçe yetersizliği nedeniyle yeterince yol, su, kanalizasyon çalışması yapamamaktan yakındılar ve ‘Sayın Maliye Bakanım, ne olur, belediyelerimize ek kaynak istiyoruz! Size çok güveniyoruz. Seçim, en önemli şey! Ne olur, kırmayın belediyelerimizi!’ türünden sözler söylediler.

Hepimiz, Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin ağzından çıkacak müjdeye kilitlenmişiz. Bakan Bey konuştu: ‘Size kaynak buldum!’ Herkes mutlu… Hele başkanların yüzünde güller açtı birden. Bakan Kahveci devam etti: ‘Kadro ve bütçe olmadığı hâlde seçim kazanmak için her aileden birkaç kişiyi işe almıştınız ya hani, onları çıkarın şimdi işten! Onlardan tasarruf edeceğiniz bütçe ile de yol, su, kanalizasyon yaparsınız. Alın size bütçe, alın size kaynak!’

Tabiî hepimizin başından aşağı kaynar sular döküldü.”

Evet, Adnan Kahveci tam da buydu işte! Gerçekçiydi. Realistti. Halk dalkavukluğundan, parti goygoyculuğundan nefret ediyordu. ‘Adama göre iş değil, işe göre adam’ idi bütün derdi. Elbette partisinin teşkilâtları hiç sevmedi, sevemedi onu. Buna ne şüphe! “Sevilmek” derdi olmayana vız gelir, tırıs giderdi. “Doğrucu Davutlar” için alkışın ya da alkışsızlığın ne önemi vardı? Zaten Maliye Bakanı olur olmaz ilk yaptığı işlerden biri, partisinin tüm Türkiye’deki belediye başkanlarına haber göndermek olmuştu: “Kimse ödenek isteğiyle Ankara’ya gelmesin! Benimle görüşemez de, alamaz da… Bu böyle bilinsin!”

Yanlış istihbarat

Öyle de yapmıştı. “Benim partilim, benim hemşerim, benim akrabam, benim delegem, benim cemaatim” sözlerinden nefret ediyordu. Anavatan Partisi İl Genel Meclisi Üyesi rahmetli Nedim Günay’dan dinlemiştim:

“1986 senesi… Adnan Kahveci bakan değil daha… Bir akşam Ankara’daki bir otelde beş altı kişi yemek yedik, sonrasında meyve muhabbet filan… Adnan Kahveci de masamızda… Ben alkol alıyorum, baktım o da içiyor. Çok şaşırdım. Vakit ve muhabbet ilerledikçe kendimi tutamadım, sordum: ‘Adnan Bey, sizin için tarikatçı diyorlar, siz içki içer miydiniz?’ Bir kadehi daha diken Kahveci, cevap verdi soruma: ‘Doğru diyorlar, tarikatçıyım ben! Ama Tekel Tarikatı’ndan… Her akşam bir 35’lik içmezsem yapamam.’

Masamız kahkahaya boğulmuştu birden. Kahveci devam etti: ‘İşin aslı şu: Beni Amerika’dan Korkut Özal Bey bulup getirdiği için, MİT beni doğru dürüst araştırmadan ‘Tarikatçı’ diye fişlemiş. Anavatan Partisi’nin 37 kurucusundan biri olduğum hâlde, 1983 seçimlerinde Kenan Evren Paşa, MİT raporuna dayanarak milletvekili adaylığımı veto etti, seçilemedim. Benim dinle, dindarlıkla alâkam yoktur.”

Evet, Adnan Kahveci muhafazakâr kimlikli biri değildi. Kabataş, İstanbul, Amerika, Boğaziçi derken, Trabzon Sürmene’deki “fabrika ayarlarından” uzaklaşmıştı biraz, doğruydu. Nitekim bakan olarak -ve tabiî yine sivil kıyafetle- Çaybaşı Yeniköy’de belediye seçimleri için hane hane dolaşırken salâ verilecek, sokakta karşılaştığı -ne ilginçtir ki kendisi gibi Trabzon Sürmene kökenli- yetmiş beş yaşlarından koca yüzlü, iri burunlu, beyaz sakallı amcaya “Amca hayrola, kim öldü?” diye soracak, yaşlı amca da onu -hayatının belki de en büyük dersini vererek-, “Sen gavur misun evladum? Ha bugün Çuma! Çuma selasi okunayi da!” şeklinde cevaplayacaktı.

Türkiye’nin birincisi olup mükemmel bir zekâya sahip olabilirdiniz, Amerika’larda doktora yapmış olabilirdiniz, Türkiye’nin en birinci okulu Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış olabilirdiniz, milletvekili, hatta bakan olabilirdiniz, mümkündü bunlar -özgürdü insanoğlu inanıp inanmamakta, amenna- ama içinde yetiştiğiniz cemiyetin, kucağında büyüdüğünüz toplumun değerlerinden koptuğunuz anda, hem de bin bir zorlukla çocukluğunuzun geçtiği Sürmene’nin bir başka köyünden gelmiş ihtiyar, bir cümleyle bütün diploma, kariyer, unvan ve makamlarınızı yırtıp çöpe atabilirdi böyle!

Elim son

Kırk dört yaşında, elim bir trafik kazasıyla, hem de ailece vefat edecek; sonra naaşları, Sürmeneli hemşerisinin dediği ‘son turak olan çameye getirilecek, cenaze namazı sonrası toprağa tevdi edilecekti. Toprağa verilen Adnan Kahveci değildi aslında. Eşi ve kızı değildi. Dürüstlüktü, çıkarsızlıktı, yalan dolansızlıktı…

Pırıl pırıl bir zekâ, yiğit, mert ve vefalı bir duruş, mütevazı, halkıyla iç içe, samimî bir kalp, popülizmden uzak, gerçekçi ve çözümcü bir örnek, “akşamları Tekel Tarikatı’ndan olsa da gündüzlerini milletinin inancına, çilesine ve dertlerine vakfetmiş bir gönüldü toprağa verilen. Kırık dört yıllık, sütlü kahve tadında, sütlü kahve renginde, sütlü kahve kokusunda kısacık ama dolu dolu, faydalı, dürüst bir hayattı onunki.

Adnan Kahveci, Adnan Kahveciler yaşıyor aslında! Bütün iyilerin, iyiliklerin yaşadığı gibi… Kıyamete kadar yaşayacağı gibi...