SON kırk yılın en sade,
en yalın, en zeki, en doğal, en yerli, en faydalı, en örnek üç beş siyasetçisinden
biriydi Adnan Kahveci kuşkusuz. Şek şüphe götürmez. Kendisini seven de, sevmeyen
de ittifak eder bunda. Yüzlerce bakandan, binlerce milletvekilinden, on binlerce
Amerika’da okumuştan sadece biriydi aslında o…
Onu
farklı kılan, özgün biri olarak hafızalarımıza kazıyan neydi acaba? Hiç
şüphesiz “bizden biri” olmasıydı. Hemen her Karadenizlide rastladığımız
“doğallığı/içtenliği” idi. Hemen her siyasetçide rastlamadığımız
“protokolsüzlüğü” idi. O bir Anadolu çocuğuydu. Fakir, yoksul bir Trabzon köylüsünün
(Sürmene, Yılmazlar köyü) oğlu olarak 1949’da gözlerini dünyaya açmıştı. Sarp,
zor, güç yolları aşa aşa ilk ve ortaokulu bitirecek, o sırada Milliyet gazetesinin
ilkokullar arası ilk bilgi yarışmasında Türkiye Birincisi olacaktı. Bu
birincilik onu TÜBİTAK bursuyla Kabataş Lisesi’ne taşıyacaktı. 1966 Üniversiteye
Giriş Sınavları’nda 180 soruya 180 doğru cevap vererek Türkiye birincisi
olacak, İstanbul Fen Fakültesi’nde eğitimine başlayacak, birkaç ay sonra Millî
Eğitim Bakanlığı bursuyla ABD Indiana Purdue Üniversitesi’ne geçecek, orada
dört yıllık Elektrik Mühendisliği Bölümü’nü iki buçuk yılda bitirecek, eğitimi
sırasında okulunda bulaşıkçılık, garsonluk, aşçılık da yapacaktı üstelik.
Ardından
Missouri Üniversitesi’nde doktora yaparken, aynı okulda asistan-profesör
statüsüyle öğretim görevliliği de üstlenecekti. Burada duralım biraz.
Nefeslenelim...
Tam
da bugünlerde merhum Gıda Tarım Hayvancılık Bakanımız Korkut Özal ABD’ye
gitmese, gittiğinde bir lokantada yemek yemese, yerken kendisine yemeği yirmi
beş yaşlarında kara yağız, bıyıklı, gözlüklü bir garson getirmese, o garsona “Burada
ne arıyorsun evlâdım?” diye sormasa, o genç de, “Burada filan üniversitede
asistan-profesörüm. Doktora yapıyorum bir yandan da… Ama aldığım maaş yetmiyor,
boş zamanlarımda burada garsonluk yapıyorum” demese, bu zeki gence bakan Özal
“Adın ne senin evlâdım?” diye sormasa, o da “Adnan Kahveci efendim!” demese,
Bakan Bey o gencin telefon ve adresini alıp o sırada Sabancı Holding'te CEO
olan ağabeyi merhum Turgut Özal'a vermese, bugün Türk siyasetinde kimse (merhum)
“Adnan Kahveci” diye birini tanımayacaktı muhtemelen.
Kader
böyle bir şey işte! Gel de burada Fatih türbedârı Ahmet Âmiş Efendi’nin şu sözünü
hatırlama: “Olan olmuştur, olacak da olmuştur. Olacak hiçbir şey yoktur!”
Sonra
askerlik için Türkiye’ye dönüş, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği,
İçişleri Bakanlığı’nda Bilgisayar Altyapısı Proje Genel Koordinatörlüğü, 1980
ve sonrasında Başbakanlık ve DPT Müsteşarı Turgut Özal’a danışmanlık falan
filan… Sonra milletvekilliği, bakanlıklar...
Bilinmeyen
Kahveci
Son
bölümü herkes biliyor zaten. Onun kırk dört yıllık hayatı, kelimenin tam
mânâsıyla “bir başarı öyküsü”dür. Ama yazımızın teması bu değil. Bu tarafı
ailesini, yakınlarını, sevenlerini ilgilendiriyor. Bizi (sizi) ilgilendiren
taraf çok daha başka!
Anlatayım.
Tipik bir örnekle hem de…
Sevdiğim
bir ağabeyden (Nahit Pehlivanoğlu) dinlemiştim. Bizzat şahit olduğu bu olayı
nakletmişti: Yıl, 1988… Tam otuz sene kadar önce yani... Zamanın Maliye Bakanı
Adnan Kahveci bir ili ziyaret edecektir. Haber gönderir: “Beni il sınırında
karşılamasınlar, ben kendim gelirim.”
O
güne kadar altmış beş yıllık Cumhuriyet tarihimizde gelenektir, bir başbakan
veya bakan, resmî makam aracıyla geldiği güzergâhtaki ilin valileri, belediye
başkanları, daire müdürleri ve partisinin il-ilçe teşkilatlarıyla il sınırında,
otuz kırk araç ve yüz yüz elli kişilik heyetle karşılanır, resmî ziyaret
bitimiyle beraber bakanın ili ziyareti bitiminde de diğer ilin il sınırında
sonraki ilin valisi ve diğer yetkililerince devralınır. Usûl, âdab, gelenek,
görenek budur. Bu hep böyledir.
Bakan
Kahveci o ilin valiliğini -diyelim ki, Salı günü saat 10:00'da- ziyaret edecektir.
Valilik Koruma Âmiri İsmet Komiser, avlunun girişindeki görevli polisi
bilgilendirir. Polis arkadaş da o gün saat 09:30’dan itibaren Vilâyet bahçesine
hiçbir aracı sokmaz. Zira az sonra koruma araçları önde, arkada kırmızı
plâkalı makam aracıyla bir bakan gelecektir. Hep öyledir çünkü. Titizdir, sorun
çıksın istemez polis memurumuz. Dikkatle yolu gözler.
Saat
10:00'a birkaç dakika kala bir cip belirir kapıda. Memur fırlar önüne. Cipin
şoförüne, azarlarcasına bağırır: “Çek arabanı buradan, bir iki dakikaya Maliye
Bakanı gelecek, kapatma yolu! Haydi çek çabuk!”
Cipin sağ kapısından koyu yeşil montlu, krem gömlekli, kravatsız, kırk yaşlarında var yok, gözlüklü, kara yağız bir adam iner, polis memuruna seslenerek Valilik kapısına doğru yürür: “Tamam, kızma, geldik işte!”
Sade
giyimli, gösterişsiz, tevazu içinde yalnız başına Valilik merdivenlerini
adımlayan o garip adam, Maliye Bakanı Adnan Kahveci'den başkası değildir.
Bu
protokolsüzlüğe ne çok ihtiyacı var ülkemizin!
Bakan
olduğunda ilk yaptığı işin, Bakanlık binasına gelirken her sabah yapılan
karşılama uygulamasını kaldırdığını pek kimse bilmez.
Bir
hanımefendi anlatıyor: “O yıllarda ben de İstanbul Defterdarlığı’nda memurum… Bir
gün, öğle yemeğindeyiz yemekhanede, sivil kıyafetle bir bey geldi, sıraya
girdi, yemek alıp oturdu masamıza. Hem yemek yedik, hem bize ‘Nasıl gidiyor,
eksikler, ihtiyaçlar nedir?’ filan türünden sorular sordu. Bilgiler aldı. O
zaman tek kanallı televizyon, sosyal medya yok. Pek de tanıyamadık geleni.
Meğer o bey, Maliye Bakanı Adnan Kahveci’ymiş. Defterdardan habersiz
yemekhaneye gelip bizden işin gidişatı ile ilgili bilgiler almış. Yemek sonrası
da resmî ziyaret için Defterdar Bey ile makâma, görüşmeye çıktı. Böyle özel ve
güzel bir insandı rahmetli.”
Her
gün milletiyle beraber halkının içindeydi Kahveci. İstanbul Kartal-Pendik
bölgesi milletvekiliydi. Meselâ özel aracı olduğu hâlde, bakanken de,
milletvekiliyken de İstanbul-Ankara gidiş gelişlerinde trenle gelir gider,
halkla konuşur, dertlerini öğrenir, halkın nabzını tutar, çözümler üretmeye
çalışırdı.
Hiç
unutmam, 1987 Genel Seçimleri’nde ilk kez tercihli oy kullanılmıştı. Bu, şu
demekti: Partiniz, diyelim ki sizi o bölgeden 10’uncu sırada aday gösterdi ve seçimde
de o bölgeden 5 milletvekili çıkarttı, partinizin tüm adayları arasında
tercihte il beşe girmişseniz eğer, milletvekili seçilecektiniz. Öyle de oldu ve
Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’ın -bilemediğimiz nedenlerle- hışmına uğrayan
Adnan Kahveci, o bölgeden aşağı sıralarda aday gösterilmişse de, daima iç içe
olduğu Pendik-Kartal halkı, genel seçim sandığından “bilhassa tercih” ederek
onu “birinci sıradan milletvekili yapmayı” başarmıştı.
Olay
tam da buydu! Kimin yanındaysanız, o da sizin yanınızdadır. Kime benziyorsanız,
onunlasınız…
Popülizmden,
nutuktan, şovdan, fotoğraftan, paylaşımdan uzak adamdı. Hep çözüm peşindeydi.
Realistti. Hem de acıtırcasına…
Yine
Nahit Pehlivanoğlu’na kulak verelim:
“Maliye
Bakanımız, Sakarya Valiliği ile Defterdarlığına resmî ziyaretten sonra -âdet olduğu
üzere- parti binamıza geldi. Milletvekillerimiz, belediye başkanları, il-ilçe
başkanları, belediye meclis üyeleri, il ilçe yönetim kurulu üyeleri olarak
seksen yüz kişi varız… Bakan Kahveci programı sordu, il başkanı anlattı: ‘Bir… Şu
anda partideki teşkilâtımıza konuşmanız…’ ‘Onu geçin’ dedi Bakan Kahveci, ‘Zaten
gece gündüz konuşmaktan başka bir şey yaptığımız yok’.
‘İki…
Filan otelde öğle yemeği’… ‘Onu da geçin’ dedi Bakan Kahveci ve ekledi: ‘Ne
yemeği? Ben rastgele bir kapıyı çalar, selâm veririm. Vatandaşım bana bir dilim
peynir ekmek, bir bardak çay verir. Toplu yemeğe, masrafa gerek yok. Bir saat
kaybedemeyiz yemekle. Sonra?’
‘Üç…
Filan otelde bir saat istirahatiniz’... ‘Ne yaptık da yorulduk ki istirahat
ediyoruz?’ dedi Bakan, ‘Kaldırın onu da! Ben halkla konuşarak dinlenirim ancak.
Vakit, dinlenme değil, çalışma zamanı! İptal! Sonra?’.
‘Dört…
Belediye başkanlarımızın sizden çok önemli istekleri var Sayın Bakanım, onları
dinlemeniz’… ‘Buyursunlar’ dedi Bakan Kahveci. Diğer başkanlar aralarında
anlaşmışlar. Yaşını başını almış, olgun, itibarı en yüksek iki başkanı sözcü
seçmişler. Arifiye Belediye Başkanı Sefer Kubilay ile Ferizli Belediye Başkanı
Salih Kılıçarslan söz alarak, seçime altı ay kala maaş ödeyememekten ve bütçe
yetersizliği nedeniyle yeterince yol, su, kanalizasyon çalışması yapamamaktan
yakındılar ve ‘Sayın Maliye Bakanım, ne olur, belediyelerimize ek kaynak
istiyoruz! Size çok güveniyoruz. Seçim, en önemli şey! Ne olur, kırmayın
belediyelerimizi!’ türünden sözler söylediler.
Hepimiz,
Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin ağzından çıkacak müjdeye kilitlenmişiz. Bakan Bey
konuştu: ‘Size kaynak buldum!’ Herkes mutlu… Hele başkanların yüzünde güller
açtı birden. Bakan Kahveci devam etti: ‘Kadro ve bütçe olmadığı hâlde seçim
kazanmak için her aileden birkaç kişiyi işe almıştınız ya hani, onları çıkarın
şimdi işten! Onlardan tasarruf edeceğiniz bütçe ile de yol, su, kanalizasyon
yaparsınız. Alın size bütçe, alın size kaynak!’
Tabiî
hepimizin başından aşağı kaynar sular döküldü.”
Evet,
Adnan Kahveci tam da buydu işte! Gerçekçiydi. Realistti. Halk dalkavukluğundan,
parti goygoyculuğundan nefret ediyordu. ‘Adama göre iş değil, işe göre adam’ idi
bütün derdi. Elbette partisinin teşkilâtları hiç sevmedi, sevemedi onu. Buna ne
şüphe! “Sevilmek” derdi olmayana vız gelir, tırıs giderdi. “Doğrucu Davutlar”
için alkışın ya da alkışsızlığın ne önemi vardı? Zaten Maliye Bakanı olur olmaz
ilk yaptığı işlerden biri, partisinin tüm Türkiye’deki belediye başkanlarına
haber göndermek olmuştu: “Kimse ödenek isteğiyle Ankara’ya gelmesin! Benimle
görüşemez de, alamaz da… Bu böyle bilinsin!”
Yanlış
istihbarat
Öyle
de yapmıştı. “Benim partilim, benim hemşerim, benim akrabam, benim delegem,
benim cemaatim” sözlerinden nefret ediyordu. Anavatan Partisi İl Genel Meclisi
Üyesi rahmetli Nedim Günay’dan dinlemiştim:
“1986
senesi… Adnan Kahveci bakan değil daha… Bir akşam Ankara’daki bir otelde beş
altı kişi yemek yedik, sonrasında meyve muhabbet filan… Adnan Kahveci de
masamızda… Ben alkol alıyorum, baktım o da içiyor. Çok şaşırdım. Vakit ve
muhabbet ilerledikçe kendimi tutamadım, sordum: ‘Adnan Bey, sizin için
tarikatçı diyorlar, siz içki içer miydiniz?’ Bir kadehi daha diken Kahveci,
cevap verdi soruma: ‘Doğru diyorlar, tarikatçıyım ben! Ama Tekel Tarikatı’ndan…
Her akşam bir 35’lik içmezsem yapamam.’
Masamız
kahkahaya boğulmuştu birden. Kahveci devam etti: ‘İşin aslı şu: Beni
Amerika’dan Korkut Özal Bey bulup getirdiği için, MİT beni doğru dürüst araştırmadan
‘Tarikatçı’ diye fişlemiş. Anavatan Partisi’nin 37 kurucusundan biri olduğum
hâlde, 1983 seçimlerinde Kenan Evren Paşa, MİT raporuna dayanarak milletvekili
adaylığımı veto etti, seçilemedim. Benim dinle, dindarlıkla alâkam yoktur.”
Evet,
Adnan Kahveci muhafazakâr kimlikli biri değildi. Kabataş, İstanbul, Amerika,
Boğaziçi derken, Trabzon Sürmene’deki “fabrika ayarlarından” uzaklaşmıştı
biraz, doğruydu. Nitekim bakan olarak -ve tabiî yine sivil kıyafetle- Çaybaşı
Yeniköy’de belediye seçimleri için hane hane dolaşırken salâ verilecek, sokakta
karşılaştığı -ne ilginçtir ki kendisi gibi Trabzon Sürmene kökenli- yetmiş beş
yaşlarından koca yüzlü, iri burunlu, beyaz sakallı amcaya “Amca hayrola, kim
öldü?” diye soracak, yaşlı amca da onu -hayatının belki de en büyük dersini
vererek-, “Sen gavur misun evladum? Ha bugün Çuma! Çuma selasi okunayi da!”
şeklinde cevaplayacaktı.
Türkiye’nin
birincisi olup mükemmel bir zekâya sahip olabilirdiniz, Amerika’larda doktora
yapmış olabilirdiniz, Türkiye’nin en birinci okulu Boğaziçi Üniversitesi’nde
öğretim üyeliği yapmış olabilirdiniz, milletvekili, hatta bakan olabilirdiniz, mümkündü
bunlar -özgürdü insanoğlu inanıp inanmamakta, amenna- ama içinde yetiştiğiniz
cemiyetin, kucağında büyüdüğünüz toplumun değerlerinden koptuğunuz anda, hem de
bin bir zorlukla çocukluğunuzun geçtiği Sürmene’nin bir başka köyünden gelmiş
ihtiyar, bir cümleyle bütün diploma, kariyer, unvan ve makamlarınızı yırtıp
çöpe atabilirdi böyle!
Elim
son
Kırk
dört yaşında, elim bir trafik kazasıyla, hem de ailece vefat edecek; sonra
naaşları, Sürmeneli hemşerisinin dediği ‘son turak olan çameye getirilecek,
cenaze namazı sonrası toprağa tevdi edilecekti. Toprağa verilen Adnan Kahveci
değildi aslında. Eşi ve kızı değildi. Dürüstlüktü, çıkarsızlıktı, yalan
dolansızlıktı…
Pırıl
pırıl bir zekâ, yiğit, mert ve vefalı bir duruş, mütevazı, halkıyla iç içe,
samimî bir kalp, popülizmden uzak, gerçekçi ve çözümcü bir örnek, “akşamları
Tekel Tarikatı’ndan olsa da gündüzlerini milletinin inancına, çilesine ve dertlerine
vakfetmiş bir gönüldü toprağa verilen. Kırık dört yıllık, sütlü kahve tadında,
sütlü kahve renginde, sütlü kahve kokusunda kısacık ama dolu dolu, faydalı,
dürüst bir hayattı onunki.
Adnan
Kahveci, Adnan Kahveciler yaşıyor aslında! Bütün iyilerin, iyiliklerin yaşadığı
gibi… Kıyamete kadar yaşayacağı gibi...