Adını ne koyalım?

Kendi yaptıklarımız ve ettiklerimiz konusunda bir şeyler devşirmek istediğimizde aslında en çok kendimize haksızlık yaptığımızı ve kendimize iftira ettiğimizi idrak edebileceğiz. Bu çerçevede devam ettiğimizde, -istisnaları olsa da- kendine haksızlık ve iftira eden tıynetin başkasına yapmama ihtimâlinin çok sahici bir yaklaşım olmayacağını hissedenler arasında bile olabileceğiz.

AD koyma iştiyakımız...

Geldiğimiz yerde söz konusu iştiyakımızın başta adımızın başına ve sonuna olmak üzere diğer alanlarda ve farklı şekillerde hayatımıza eklemlenerek ve çeşitlenerek bizi çok farklı bir yere çektiğini söylemek mümkün.

Konunun en temelinde, elbette doğan her çocuğa farklı kültürlerde farklı ritüellerle isim konulduğundan bahsedilebilir. Yine bu süreçte çocuğun doğduğu coğrafyanın kültürü, o coğrafyanın dili, ebeveynlerin yaklaşımı ve kararının isim koyma sürecini belirlediği görülür.

Çocuğun ana baba üzerindeki önemli haklarından biridir güzel isim. İsmin insan fıtratı üzerindeki tesiri de muhakkaktır. O nedenle isim koyma süreci bazen uzun araştırmalara kadar da gidebilir. Bunların hepsi de olması gereken ve olağan süreçlerdir.

Lâkin yapageldiğimiz durumda, olağanı bile biz belirleyip ona hükmederek, onu kendimize göre yontarak hareket edince bütünü etkileyen bir eksen kayması yaşamak kaçınılmaz hâle geliyor. Dolayısıyla her şeyin adını koyma iştiyakımız ile onun muhteviyatını büyütme, geliştirme, onu canlı kılma, ona şekil verme ve sâdık kalma konusundaki gayretimiz arasında doğru ve sağlıklı bir orantı kurmak çok güç olabiliyor.

Bunun nedenlerine baktığımızda birçok şey söylenebilir ama asıl sorunu iki başlıkta toplamak mümkün galiba.

Birincisi, adı konunca geri kalanın kolayca gerçekleşeceğine olan inanç…

Bu başlığın daha doğrusu şu: Adını koyduğuna inanabilmek adına kendini inandırma içgüdüsü…

İkinci başlık ise, birinci başlıkla yakın bir bağlantıya sahip: Olmasını istediğimiz şey ne ise, başlığı bu minvâlde koymak

Bunun da çeşitli nedenleri var: Ulaşması zor olana kolayca talip olmak, bu bağlamda realiteleri bilinçli şekilde gözden kaçırmak yahut göz önünden kaldırmak, saklısında olmayanı vitrinde var göstermek, asıl vitrini izole etmek gibi birbiriyle yakın ilişkili birkaç neden bunlardan bazıları...

***

Ancak çoğumuzun kaçırdığı durum şu ki, isim koymak, hayata henüz başlamak ve “Bismillah” demektir. Hayat defterine kaydolmaktır. Deftere kaydolmak ömrünce yaşamanın başlangıcı ise de yaşanmamış hiçbir şeyin garantisi değildir. Bir diğer ifadeyle, defterin bütün temiz sayfaları için yazılması muhtemel ne varsa, bu ihtimâllerin varlığı, onu yazılmış, dolu bir defter hâline getirmez.

Daha başka bir ifadeyle,  hiçbir eşyanın olmadığı bir evde eşya varmış gibi hareket etmek ne kadar aklıselimce bir yaklaşım olabilir?

Bir tiyatro sanatçısı olarak bir rolün gereğini yapmıyorsak, hepimizin buna cevabı olumsuz olacaktır. Cevap olumsuz da olsa, adını ne koyalım?

***

Buna cevap vermek için tam da bu noktada aynaya bakmak çoğumuza iyi gelecektir. Hayır, hayır, gelmeyecektir! Bağışlayın, gelemeyecektir!

Zira ışık-ayna ve gözlerimiz arasında kalan bölüme -buna “vizyon” deniliyor- hâricî bir ayna, belki büyüteç tutmadıkça kusuru aynada bulmalarımız, ışık yetersizliğinden dem vurmalarımız devam edip gidecektir.

Sadece bu mu?

Tabiî ki değil… Kusuru dışarıda bulma seansımız bitince ayna üzerinden güzelliğimizi sorgulamak ve cevap beklemeden teyit etmek de yine kendimiz tarafından gerçekleştirilecektir. Bu soru-cevap gösterisinde hakikaten her anlamda çok güzel olsak da, öyle olmasak da buna konulacak ad değişir mi?

O hâlde buna ne ad koyalım?

***

Bunun cevabını ses vermeden hepimiz, içimizden farklı şekillerde seslendirebiliriz ama birini de burada seslendirelim: “Kendine bir güzellik atfet, küçük bir bakiyesi kalsa yeter!”

Böyle mi gerçekten?

Geriye bir güzellik kalıyor mu? Buna “Evet” demek çok zor!

“Evet” diyebileceğimiz kısmı ise geçici bir durum güncellemesi kıvamında… Bir süre sonra ne güzel görünenden, ne de güzellemeden bir eser söz konusu oluyor. Evet, kalıyor ama küçük bir bakiye değil, şımarık bir sofradan geriye bir büyük bulaşık kalıyor. Zira o devâsa iştihamızın gözümüzü karartmasından dolayı geriye kalanın, siyah zemin üzerine açık renkle sürülmüş kalitesiz bir boya görüntüsünden ibaret olduğunu anlamak zorlaşıyor.

Bunun adını ne koyalım o vakit?

“Zeminden kaynaklanan ve gözü rahatsız eden renk değişimleri…”

Çok iyimser ve zayıf bir başlık oldu. Zemini siyaha boyayacak derecede hükmü kolay verenin/başlığı kolay atanın ve başka bir günün gereği olarak üstünü kötü boyayanın da biz olduğumuzu düşününce, çok iyimser ve zayıf oldu, evet…

Gel ki, bu kadar değişkenliğe ne zemin sağlamlığı, ne de sözün sağlamlığı dayanır, değil mi?

Başkasına değil, elbette bizim zeminimiz nasıl, ona bakmak icap ediyor, doğrudur efendim! Fakat rengimizi daha somutlaştırmak ister ve onu daha gerçek bir zeminde ararsak, geçmişimize bakmak ve bunu bizden önce başarabilen kadim kültürümüz ile yüzleşerek küçük bir kıyas yapmak daha doğru sonuç verecektir. Bunu sağlıklı yaptığımızda, eskilerin mevcût iyiyi/güzelliği gizlemesi ile bizim gizli yahut malum iyiyi/güzeli ilâm etmemiz ve dahası gizli yahut malûm iyiyi/güzeli dev aynasında lânse/servis etmemiz ve yine servis etme üslûbumuz arasında ne kadar fark olduğunu görebileceğiz.

Söz konusu bu farkın arkasına biraz daha bakarsak, kendi yaptıklarımız ve ettiklerimiz konusunda bir şeyler devşirmek istediğimizde aslında en çok kendimize haksızlık yaptığımızı ve kendimize iftira ettiğimizi idrak edebileceğiz.

Bu çerçevede devam ettiğimizde, -istisnaları olsa da- kendine haksızlık ve iftira eden tıynetin başkasına yapmama ihtimâlinin çok sahici bir yaklaşım olmayacağını hissedenler arasında bile olabileceğiz.

Evet, hâlimiz bu iken, bazen iç sesimizden alçalan yahut muhatabımızın dış sesinden yükselen, “Yahu yapılan hiç mi hakikî iş yok?” türünden sorular da gelebilir. Onlara cevap: Var, elbette ki var! Zira olmasa bir ışık, karanlığın ilânına ne gerek var? Bazen elle sayılacak kadar azalsa da -devâsa karanlıkta- hâlâ yanan mum ışıkları var. Gaye, mum sayısını arttırmak… Mum artınca ne olacak, feza mı aydınlanacak?

Öyle değil elbette, ama sabaha çıkmak için ümidi muhafaza edenlerin imzası netleşmiş olacak.

Şimdi imza duyulunca bir kampanya var zannedilir, adına da başka bir şey denir… Ama olsun, onların durumuna mı? Buna bir isim istemeyin, zira çok açık: “Manşet at, mention at, bir şey bulamazsan çamur at, izi kalsın! Yahut görmezden gel, gizli kalsın!” 

Bundan daha fazlası da denir mi?

Evet, denir de adını ne koyalım?