Adında bile ittifak edemediğimiz Suriyeli sorunu

Bir zorlama olmaksızın, Suriyelilerin gönüllü olarak kendi topraklarına dönmeleri ve bunun özendirilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bunun ilk şartı, Suriye’de daha geniş güvenli bölgeler oluşabilmesidir ki bunu sağlayacak olan da oradaki varlığımızdır. “Suriyelileri evlerine göndereceğiz” diyenlerle “Suriye’de ne işimiz var?” diyenlerin aynı olması ise çelişkinin büyüğüdür.

SURİYELİ sığınmacılar konusu, geldikleri günden beri hep bir sorun olarak çıktı karşımıza. Birileri karşı çıktı varlıklarına, birileri sahiplendi. Birileri Suriyeli düşmanlığına vardırdı işi, birileri ilânihâye kalmaları moduna girdi neredeyse.

Konunun isminde bile ortaklaşamadık ve “göçmen”, “muhacir”, “mülteci”, “sığınmacı” kelimelerinin hangisiyle tanımlayacağımıza karar veremedik bir türlü. Ve bu belirsizliğe bizi sürükleyen, konunun muhalifleri değil, Devlet’in yetkili mâkâmlarıydı baştan beri. O hâlde soruna doğru ismi bulup doğru teşhisi koymak lâzım önce.

Göçmen/muhacir

Sosyal ya da ekonomik sebeplerle daha iyi bir hayat beklentisi üzerine ülke değiştirenlere “göçmen” denir. Bu göç, onlar için bir zorunluluk değil, tercihtir. Vatandaşı oldukları ülke korumasında olmaya devam ederler. Göçmenlerin bir kısmı hem vatandaşı oldukları, hem de göç ettikleri ülkenin kanunlarına uygun hareket ederler. Bazıları ise illegal yollardan yer değiştirirler ki bu durumdakilere “düzensiz göçmen” denir.

Her iki durumda da göç edenler, bir tehdit algısıyla değil, kendi tercihleriyle hareket ederler.

Aslında göçmen ile muhacir aynı anlama gelen kelimeler. Fakat Türkiye’de “muhacir” sıfatı, Osmanlı’nın kaybedilmiş Balkan topraklarından Anadolu’ya göç edenleri tarif etmek için kullanılır. Ve bu grup göçmenler, karşılıklı iki taraf ülkenin anlaşmaları sonucu, aslında kendi anavatanlarına dönmüş kişilerdir.

Mülteci

Uluslararası hukukta, vatandaşlık bağı olan ülkeden ırkı, dini, tâbiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyâsî düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için ayrılmak zorunda kalanlara, vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen ya da dönmek istemeyenlere “mülteci” deniyor. Ancak bu konuda Cenevre Sözleşmesi ile düzenlenmiş bir de coğrafî sınırlama var ve Türkiye de bu sınırlamayı tercih eden ülkeler arasında.

Buna göre Türkiye, yukarıda saydığımız sebeplerle ülkesini terk edenlerden sadece Avrupa ülkelerinden gelenleri mülteci olarak kabul ediyor.

Sığınmacı

Sığınmacılar, bir anlamda birer mülteci adayıdır. Sığındıkları ülke kanunları ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği kararları uygun görünceye kadar mülteci sıfatını alamazlar. Ancak bu sınıftakiler de zorunlu olarak ülkelerine gönderilemez, kanunî koruma alamasalar bile sığındıkları ülke tarafından korunmaya devam ederler.

Şimdi, Suriye’deki iç savaştan kaçarak ülkemize sığınanları bu dört sıfatın hangisi ile tarif edebileceğimize bakalım.

Ortada bir sosyal ve ekonomik statü değişikliği beklentisi olmadığına göre Suriyelilere “göçmen” deme şansımız yok.

Suriyelilere “muhacir” diyebilmemiz için gerekli şartlardan biri olan “anavatana dönüş”, Suriye’nin de bir zamanlar Osmanlı toprağı olması sebebiyle tartışılabilir. Ama ortada ne bir anlaşma, ne de bir tercih olduğu için bu sıfat da tam olarak yerine oturmamaktadır.

Türkiye’nin Avrupa dışından gelenleri mülteci statüsünde kabul etmemesi, Suriyelilere “mülteci” dememizin de önüne geçmektedir. Aynı sebeple, yürürlükteki kanunlarımıza göre mülteci olamayacak kişileri mülteci adayı olarak görmemiz ve onlara “sığınmacı” dememiz de düşünülemez.

O hâlde, Suriye’deki Esed zulmünden kaçarak ülkemize sığınanlara ancak “Suriyeli” demek gerekir ki bu da mevcut statülerini anlatmaya yetmeyecektir. Tam da bu yüzden, Göç İdaresi Başkanlığı, Suriye’den ülkemize sığınanları tarif edebilmek için, resmî olarak “geçici koruma statüsü” belirlemiştir. Bu, uluslararası koruma statüsünden farklı olarak, özellikle Suriyeliler için hazırlanmış bir kanunî düzenlemedir. Geçici koruma statüsünün yürürlükten kalkması Cumhurbaşkanlığı Kararı ile mümkün olsa da hâlen bu korumaya sahip olanların hakları korunmaya devam eder.

Artık biliyoruz ki, ülkemize sığınmış olan Suriyeliler ne göçmendir, ne mülteci, ne de sığınmacı. Evet, Türkiye ensardır ama Suriyeliler muhacir de değildir.

Şimdi bütün bu bilgiler ışığında, ilk olarak Kılıçdaroğlu tarafından topluma pompalanan Suriyeli nefreti ve onları derhâl geri göndermeye dayalı siyâsî propagandanın aslında ne kadar mesnetsiz bir taahhüt olduğu çıkmaktadır ortaya.

Evet, geçici koruma altındaki Suriyeliler, her geçen gün ülke gündemini işgal eden bir sorun olmaya başlamıştır. Bu sorun artık, Cumhur İttifakı seçmeni tarafından da dillendirilmektedir. Hatta BBP Genel Başkanı Destici bile, bir an önce Suriyelilerin kendi vatanlarına dönmesi, bunun şartlarının acilen hazırlanması gerektiğini söyleyerek konuya müdahil olmuştur. Ve bence şartların hazırlanması talebinde haklıdır da.

Ancak bunların hiçbiri, Suriyeliler üzerinden bir kaos plânı hazırlayanları, bu plâna maşa olan Ümit Özdağ ve benzeri hadsizleri, özellikle sosyal medya üzerinden yapılan Suriyelileri aşağılayıcı iğrenç linç girişimlerini haklı çıkarmaz. Geçici koruma statüsü almış olan Suriyelilerden bazılarının yaptıkları hatalar da asla ve asla tümünü kapsayacak suçlamalara dönüştürülemez. Esed’in zulmüne tek kelime etmemiş olanların, bu zulme maruz kalanları yargılamaya çalışmaları da asla kabul edilemez.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ensar olma kültürü, bölgesel faktörler ve hatta akrabalık ilişkilerine varan insanî sebeplerle Suriyelilere kapılarını açmış ve onları tekrar Esed’in zulmüne teslim etmeyecek bir ortamı hazırlama gayretindedir. Suriye’deki son gelişmeler ışığında, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere BM’nin finansal çözümleri ile güvenli yaşam alanları oluşturma projeleri gündemdedir.

Elbette başından beri söylendiği üzere, bir zorlama olmaksızın, Suriyelilerin gönüllü olarak kendi topraklarına dönmeleri ve bunun özendirilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bunun ilk şartı, Suriye’de daha geniş güvenli bölgeler oluşabilmesidir ki bunu sağlayacak olan da oradaki varlığımızdır.

“Suriyelileri evlerine göndereceğiz” diyenlerle “Suriye’de ne işimiz var?” diyenlerin aynı olması ise çelişkinin büyüğüdür.