Adım “İnsan”

Bizi güçlü yapan şey kaslarımız değil. O açıdan bakarsak gariban, kalender ve fakir kalırız. Evvelini ve ahirini sorgulayan insanoğlunu güçlü kılan şey, kalbine dolan sonsuzluk…

İNSANIN henüz adı bile anılmazken, tozu dumana katıp savuran bir kudret vardı. Suya yöneldi ve galaksiler emrine amâde oldu…

Milyarlarca yılın ardından, yeryüzü toprağından ahsen-i takvîm üzere var edildik. Kuvvetin güzele dönüştüğü bir kilit noktada değerimiz katbekat arttı; çünkü bir et parçası olmaktan kurtuldu ve içine sonsuzluk üflendi kalbin.

Kalp, aklın nurunun yetemediği yerde kendisine lütfedilen kudretle inanabildi. Göz delil arayadursun, kalp ise imanın tadına mest oldu. Yine de zirvesi görünmeyen dağların yanı başında dibi bulunmaz çukurları vardı onun. Kalp, azizle zelilin çarpıştığı, aman vermez bir mekândı.

Âdem atasının keramet tahtına oturduğu günü hiç unutmasın insan. Bu şehirler niçin kuruldu, bilen var mı? Buğday niçin ekildi, biçildi, fırına girip ekmek oldu? Yağmur niçin yağdı, bilen var mı? At niçin evcilleşti? Şatolar, konaklar, kulübeler, toprak evler niçin var? Zaman kimin için un ufak oluyor, köprü kime kuruldu? Rengârenk derilerle, bambaşka dillerle, uçsuz bucaksız gönüllerle insan ne diye insan oldu? Yesin, içsin, eğlensin ve hiç yaşamamış gibi yok olup gitsin, öyle mi? Göz hakikatin rengiyle kamaşmadan, dil hakkı konuşmadan ömür geçsin, öyle mi? Bu hayret dünyası, insanın kalbindeki küfrü de besler, şükrü de.

“Her gece Kadir’dir, her gelen Hızır” diyene aşk olsun! Umudu cennet, korkusu cehennem olana aşk olsun! Serveti iman olana, gönlü muhabbet dolana aşk olsun! Yer bedeni çeker, ruh da bedene hürmetle sabırla yürür. Yürüdüğü yolun nereye vardığını bilen akla aşk olsun!

Vakit ne vakit oldu, bilmem; ama insanın adı anılır oldu. Her zerre nerede toplanacağına karar verdi. Gökler kıvam buldu, sofra kuruldu. Kahır mı, lütuf mu bilmem ama kâseye konuldu. İnsanoğlu o kâseden acıyı sabırla, tatlıyı şükürle içti. Ya da acıya isyan etti, tatlıyı içti, şükrü unuttu. Öyle ki, tatlıya bile isyan etti. Ama en güzeli vardı insan kalbinin, acıya bile şükretti. İnsan başıboş bırakılacağını mı zannetti? Seçtiği yolu, geçtiği yolu gören bilen yok mu zannetti? “Eklem yerlerinizi ben kaynaştırdım, size hareket imkânı verdim” diyen Allah aşkına, nereye gittiğini O göremez mi zannetti?

Bir oruç akşamındayım şu an, anasır-ı erbeanın, demem o ki, dört ana unsurun yarısına karşı koymuşum. Ateş ve havadan olmasa da su ve topraktan el etek çekmişim. İmsak ve iftar arası dalmışım rahmet deryasına, lütfa ermişim. “İnsan ne ki böyle aziz kılınmış?” diye düşünüyorum. Şu an şehrin ışıkları arasında seyre dalmışken, çayımdan bir yudum alıp kendi yokuşlarımı tırmanmaya devam ediyorum. “İnsan zor, insan muamma, insan buz, insan ateş. Ama hakikat odur ki, insan toprak. Bütün iç seferlerimden ganimetle döndüm, elhamdülillah” diyorum.

Nerede insan var, orada evler, aileler, caddeler, sokaklar, çarşılar, pazarlar var. Nerede insan var, orada dedikodu, iftira, kıskançlık, zulüm, katliam, gözyaşı ve keder var. Nerede insan var, orada onur, haysiyet, yardımlaşma, tebessüm, şefkat, sadakat ve sevgi var. Öyleyse insanı insandan farklı yapan sır ne? Kitabı sağdan verilenlerden şanslı kim olabilir? Firdevs’e girenler elbet… Allah’ın Cemalini görebilmek için bir yığın tuzak kurulsa, biz de o tuzakları fark edip kurtulsak, daha ne isteriz?

İnsan her şeyi ister. Doğası gereği hile yapmayı ister, zina etmeyi ister, isyanı ister, dövmeyi, sövmeyi, öldürmeyi ister, zahmetsizce zevk u sefayı ister, zulmü ister. Ama aynı insanoğlu huzuru, sevilmeyi, adaleti, çabalamayı, inanmayı ve sonsuzluğu da ister.  Annemizden kendi çocukluğumuzu dinlemeyi severiz. Yetmez, aslımızı sorarız; dedelerimizin nereden geldiğini... Ve ilk insanlık tarihine kadar gideriz. Ama yetmez, dünyanın ilk var olduğu zamanı bilmek isteriz. O da yetmez, evrenin yaşını bulur, çıkartırız ortaya. “Buraya kadar eyvallah” demeyiz. Sonra da geleceği sorarız. Güneşin ne zaman söneceğini, dünyanın doğal kaynaklarının ne kadar dayanacağını, insanlığın ömrünü merak ederiz. Bütün zamanlara sözümüz geçsin diye mi acaba? Sofradan aç kalkınca sinirlenen, uykusunu alamayınca huysuzlanan, gözüne toz kaçsa telaşla gözünü ovuşturan aciz insan mı zamana hükmedecek olan? Hem bu kadar zamana ve mekâna diş geçirmek cüreti ve cesaretiyle doluyuz, hem de bu kadar zayıf. “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisi birçok şeyi açıklıyor aslında. Kötülüğü emreden nefis de insanın mayasına katılmış, kendini sorgulayan nefis de. Hatta kaderinden razı, huzura ermiş olan nefis de mayamıza katılmış.

Bizi güçlü yapan şey kaslarımız değil. O açıdan bakarsak gariban, kalender ve fakir kalırız. Evvelini ve ahirini sorgulayan insanoğlunu güçlü kılan şey, kalbine dolan sonsuzluk. O sonsuzluk duygusuyla Yaratıcısını fark etmesi ve göremediği hâlde Ona bağlanması ve bütünleşmesidir. “Beden güçsüz ama ruh güçlüdür” dedikten sonra sevap ve günah kavramları daha da anlam kazandı. Bedenin istediği şeyler günah olarak insanı alçaklığa sürüklerken, ruhun istedikleri ise insanı sevaba götürüp yüceltiyor. Yerçekiminden etkilenen beden iken, buna rest çeken ruhtur. İnsan, bedeninin sınırlarını hep merak edip zorlamıştır. Rekor denemeleri yaparak en üst seviyeyi görmek istemiştir. Peki, neden ruhunun sınırlarını merak etmesin ki? Belki beden ve ruhun iş birliğiyle en üst seviyede varılabilecek keşfedilmemiş yerler ya da lezzetler, adı her neyse bir şeyler vardır. Her canlının marifetini taklit etmek isteyen ve hatta tanrılık mâkâmında bile kendisini görmeye yeltenen insanoğlu, neden ruhunun gizemlerini çözmesin ki?

Beden, bilimle açıklanabilen sırrını önünde sonunda açığa çıkaran bir şaheser, evet, ama kalp devasa bir şaheserdir. Yapay zekâdan sonra bir de hissedebilen kalp yapılırsa insanoğlunun sırrı çözülmüş olur herhâlde.

Issız dağın başında bir su kaynağı olsa, yılanı, kartalı, börtü böceği o kaynağı keşfeder; çünkü susuzluk suyu aratır ve buldurur. Eğer hayatın anlamını arıyorsa insan, es geçemez, kafa yorar, başı çatlarcasına düşünür ve araştırır. Sonra hakikatin kaynağına ulaşır. Hidayet budur işte! Yemek içmek, ölüm kalım, dünya ahiret, zaman mekân her ne varsa anlamını bulur.

Arı duru, tertemiz bir duyguyla insan olduğunun farkına varan, beden ve ruh arasındaki dengeyi görür. Bedenine hürmet eder ama onu dizginlemeyi öğrenir, onu emanet kabul eder, hıyanet etmez. Sınırlı dünya zamanını iyi değerlendirip sınırsız ahiret için yaşamayı öğrenir. Önem sıralaması yaparak günlük hayatını düzenler. Konumunu, değerini fark eder, tam anlamıyla yörüngeye oturur. İstikamet üzere olur. Bunu kaybetmemek içinse her vakit namazında Fatiha ile dua eder “Bizi dosdoğru yola ilet” diyerek. “Dosdoğru” dediği hakikattir, hakikat ise tek!

İnsanın adalet terazisi olan vicdanı hür ve hassas ise, o insan nihayet doğruya ulaşır. Çünkü ters giden bir şeyler varsa, vicdan azabı onu yolundan çevirir ve huzur arayışına iter. Katiller bile hiç kimsenin bilmediği suçlarını bu azaptan dolayı itiraf edebilmişlerdir. Özgürlüklerini kısıtlayıcı bir hapis cezasına bile razı olup itirafı tercih etmişlerdir. Vicdan bir terazidir; her yaptığını onunla ölçen insan kolay kolay yanılmaz. Çoğunluğun yaptığı bir şeyi yaptığımızı düşünelim, ama vicdanımıza rahatsızlık verdi, çoğunluğun yaptığı, o şeyin doğru olduğunu göstermez, bazen insan azınlıkta kalır. Fakat kalbin ibresi şaşmaz, her ne kadar bahanelerle kendini inandırmaya çalışsa da vicdan susmaz ve doğruyu haykırır. Fıtratı düzgün ve orijinal ayarlarıyla yaşayan insan, bir çocuk kadar cesur ve açık sözlüdür; umutlu ve neşelidir, karıncaya bassa hüzünlenir, küçücük şeylere sevinir.

İnsanın adı sanı yoktu bir zamanlar. Hatta zaman da yoktu. Sonradan “Ol!” emrine tâbi oldu olanlar. O varlık sevinciyle bir gece yarısı, uykumu feda ettim bu satırlara. Mübârek Ramazan’da, sahur vaktinde, sehere yakın, huzur doluyum. Aklımın zekâtını yazdırarak verdiren Rahmân ve Rahîm olan O’nun kulu, Muhammed ümmetiyim, ne âlâ!

Adım insan, zaman ahir, mekân dünya ve nihayet dönüş Allah’a…