HARF inkılabı toplumla
Kitap arasına mesafe koydu. Kitap’tan öğrenmek yerine kulaktan dolma bilgilerle
yetindi insanlar. Ortalama 150-300 kelime ile günlük hayatını sürdüren bir
topluluğa sahiptir ülkemiz. Derinlemesine bilgi yerine okul sıralarında
kendisine telkin edilen bilgilerle yetinmekte, hatta bazen o bilgilerin
kifayetsizliği karşısında işi kabadayılığa kadar götürmektedir insanımız bilgi yerine
bileğini ortaya koyarak.
Yukarıdaki
satırları okurken zihinsel bir teste ne dersiniz? Tarihimize ait ciddi anlamda
kaç kitap okuduk? Tarihin derinlikleri arasında kaybolmuş kaç kahraman ve kaç
ilim adamını tanıyoruz? Büyük bir medeniyet ve önemli bir mirasın sahipleri
olarak tarihimizle, daha doğrusu geçmişimizle ne kadar iç içeyiz? Soruları
çoğaltmak kolay, ya cevapları?
Sözü
uzatmadan, gerçek anlamıyla bir ilim adamı, bir Erzurumlu allame ile tanışmaya
ne dersiniz?
“Sarığımla
geldim, sarığımla giderim”
Çok
değil, daha yarım yüzyıl önce şöhreti ilim dünyasında bilinen ve anılan, ama
günümüzde çok az insan tarafından bilinen bir isimden söz etmek istiyorum.
İsmail
Saip Sencer, 31 Ocak 1873’te, Erzurum’da doğmuştur. Babası Erzurumlu Hacı
Kurbanzade Binbaşı Mehmed Şevki Bey’dir. Küçük yaşlarında Erzurum’dan
İstanbul’a gitti. İstanbul’da Esekapısı İbrahim Paşa İbtidaî Mektebi’ni ve Koca
Mustafa Paşa Askerî Rüştiyesi’ni bitirdi (1887). Fatih Dersiamı Arapkirli Abbas
Şükrü Efendi ile Süleymaniye Dersiamı Ferhad Efendi’den dinî ilimlerde
icazetname aldı.
Tıbb-ı
Atik, tıp disiplinlerine dair teşri’ ve biyoloji gibi ilimlerle uğraştı. Milli
Eğitim Bakanlığı’nın açmış olduğu imtihanı kazanarak Beyazıt Umumî Kütüphanesi’nde
ikinci hafız-ı kütüplüğe (ikinci müdürlük) tayin oldu (15 Eylül 1897). Bu arada
medreseyi de bitiren İsmail Saip Hoca, Beyazıt Dersiamı unvanını aldı (24 Mayıs
1902) ve 1903 yılı Mart ayında Beyazıt Camii’nde ders vermeye başladı.
1911
yılında Sinan Paşa Medresesi’nde Arapça hocalığına, 1914’te Dârü’l-Hilafeti’l-Aliyye
Medresesi Yüksek Kısım Arap Edebiyatı Müderrisliğine getirildi. Beyazıt Umumi
Kütüphanesi’nin ilk müdürü Tahsin Efendi’nin vefatından sonra birinci müdürü
oldu (19 Aralık 1919).
1916-1918
ve 1921-1925 yıllarında muhatap olarak huzur derslerine katıldı. Süleymaniye
Medresesi (1919) Kelâm Müderrisliği, 1921-1925 yıllarında Dârülfünun (İstanbul
Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nde Arap edebiyatı hocalığı yaptı.
Şapka
Kanunu kendisine tebliğ edildiğinde, sahip olduğu değerler ve prensiplerinden
fedakârlık etmeyeceğini ifade ile “Ben sarığımla geldim, sarığımla giderim” diyerek
üniversitedeki görevinden ayrılmıştır. Kısa bir süre sonra Beyazıt Umumî
Kütüphanesi’ne çekildi ve görevi esnasında maaşının yarısı ile kedi besledi.
İsmail
Saip Sancar’ı daha yakından tanımak için hakkında anlatılanlardan sadece birini
ifade etmekte yarar var. O, İstanbul kütüphanelerinde el yazması ve matbu bütün
kitapların içeriğini, yazarını ve konusunu ayrıntıları ile hafızasında tutuyor,
dokuz dili hem yazıyor, hem de okuyordu.
İsmail
Saip Efendi merhamet timsalidir, sokak hayvanlarına özellikle “kedilere”
dayanamaz. Nerede titreyen bir yavru görse derhal himayesine alır, evladı gibi
kollar. Gün gelir, kedilerinin sayısı sekseni aşar ki bunlar kütüphanenin
“kadrolu elemanı”dırlar. Kimi kucağında uyur, kimi omzuna çıkar. Hocaefendi
maaşını onlara harcar, azıcık keyfi kaçan için baytar çağırır, yana yakıla ilaç
arar. Hele biri doğum yapmasın, bir lohusa şerbeti dağıtmadığı kalır; ilim
adamları “Maşallah” çekip “Analı babalı büyüsün” temennisinde bulunurlar.
İbnü’l-Emîn,
onun bu tutkusunu şöyle anlatır: “Kedilere gösterdiği şefkat, şâyân-ı hayret
idi. Onu yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. İcabet etmek ister,
ama kedilerini kimseye bırakamazdı. Başlarında olmazsa, onların
incitileceğinden korkardı. Ben bu kel, kör, topal arsızları barındırdığı
için kızar, ‘Burası Dârülaceze mi?’ diye paylardım. Bîçare boynunu büker, ‘İbtilâdır,
mazur görünüz’ diye mırıldanırdı. Kedi hanımlar, pisi beyler ciğerden
usansalar, kuzu etinden külbastılar gelir, sütten sıkılsalar kaymaklar
ısmarlanırdı. ‘Âşıka ta’n etmek olmaz, müptelâdır neylesin?/ Âdeme mihr ü
muhabbet bir belâdır, neylesin?’
beytini
‘Saib’e söylenmek olmaz, müptelâdır neylesin?/ Hırreye fart-ı muhabbet bir
belâdır, neylesin?’ şeklinde okurdum, suçlu gibi güler, bir yandan da
muhabbetle kedilerini okşardı.”
“İkince
Ebu Hureyre” lakabı ille anılan Saip Hoca’nın kedilere düşkünlüğünün sebebi ölümünden
sonra anlaşıldı. Harf inkılabı sonrası kitaba karşı ilgi azaldığından, kütüphanenin
kitaplarını farelere karşı bu şekilde korumuştu. Saip Hoca sadece kedilere
değil, güvercinlere de meftundur, farelere bile kıyamaz. Hastalandığında biri
tavuk suyu çorba hazırlamaya kalkar, “Bırakın” der, “Bu fakir için kıymayın garip hayvana”.
İsmail Saip Hoca bir deryadır ama kitap yazmadı. Her ne kadar İsmail Hakkı
Uzunçarşılı’nın “Osmanlı Tarihi”, keza Bursalı Mehmet Tahir Bey’in “Osmanlı
Müellifleri”ni İsmail Saip Hocaefendi’nin dikte ettirdiği söylense de o hiçbir
esere imza koymaz. Uzunçarşılı’ya göre, “Keşfü’z-Zünûn” gibi bir eserin
sahibi Kâtip Çelebi, kitâbiyyât, tercüme-i hal, tarih ve edebiyata vukufiyet
hususunda onun yanında tilmiz (talebe) kalır. Hoca merhum, Keşfü’z-Zünûn’u
tashih ve ilâvelerle zeyleder, esere kıymet katar.
Hocaefendi tam bir hafıza küpüdür. Bazen bir araştırmacı gelip, “Hocam filan
konuda çalışıyorum, nereden başlasam?” diye fikir sorar, mübarek gözünü
satırlardan ayırmadan “Sağdan üçüncü raftaki 455 numaralı kitabın ikinci
cildini al, 135’inci sayfadaki üçüncü paragrafa bak” deyiverir. Yetmedi mi, aynı
konuyu anlatan 20 kitap daha sıralar.
Yine İbnü’l-Emîn anlatır: “Ziyaretine gitmiştim, küçük bir taş odada şiltesini
serip oturmuş, mesele soracak zatların vürûduna muntazırdı (gelmelerini
bekliyordu). Odada sadece iki iskemle vardı ki ikisinin de bacakları kırıktı.
Gördüğüm sefalet canımı sıktı, söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâdil
teessürümü gidermeye çalıştı. Birkaç gün sonra hastalandığını ve kardeşinin
evine sığındığını işittim. Derhal koştum. Zahmetle nefes alıyordu, hafif bir
sesle ‘Esselamü aleyküm!” dedim, gözlerini araladı, beni tanıdı. ‘İnşallah
kesb-i afiyet edersiniz’ dedim, ‘Cenab-ı Hakk’tan istida-i afiyyet ve Habîb-i
Hakk’tan niyaz-ı şefaat dileyiniz’. ‘Bak, Resûl-i Ekrem Efendimiz burada’ diyerek
karşı duvarı gösterdi. Öyle yürekten bir ‘Allah’ dedi ki bana ağlama geldi.
Gözyaşlarımı saklamak için odadan çıktım. Rûh-u pâki merci-i asliye revan oldu,
muhiplerini talan ve nâlân etti. Nâil-i rahmet-i Rahmân olsun, dâhil-i Ravza-i Rıdvân
olsun…”
Onun aziz na’şını görülmemiş bir kalabalık omuzlar, Bayezid Camii’nden alır,
Merkez Efendi’nin yanı başına defnederler (22 Mart 1940). Araştırmacılar yetim
kalır. Düşünün, İsveç Başbakanı bile İsmet Paşa’ya telgraf çeker, “İlim
âleminin başı sağ olsun!” der.
Kısa
bir yazı çerçevesinde bir büyük insanın anlatılamayacağının farkındayım. Amacım,
yeni nesillerin bu müstesna Erzurumlu ilim adamını, kitap dostunu tanımalarına
vesile olmaktır. İsmail Saip Sencer ismi bir caddeye verileceği gibi, Erzurum’da
üniversitelerimizden veya fakültelerinden birine de verilebilir. Cennette ebedî
hayatın tadında yaşayan İsmail Saip Hoca’ya rahmetler olsun…