Adı bilinmez olsam!

Ellerimi açtığımda, ismimden, nefsimden, dünyevî vazifelerimden sıyrılmış hâlde tüm mü’minlerin “Âmin!” diyeceği duâlarla Rabbime münacatta bulunmalıyım! Sonra, itminan olmuş bir kalp ile bir sonraki namaz vaktine kadar kendimi korumalıyım yalandan, gıybetten, zandan, haramdan ve sair günahlardan…

BU gece, istisna bir gece yürüyüşünün (İsra) vuku bulduğu, Peygamber Efendimizin Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa arasında seyr u süluk eyleyip yedi kat gökyüzünde en kutlu mâkâma (Sidretü’l-Münteha) yükseldiği mübârek Mi’rac Kandili…

Evet, müstesna bir gece!

Kıyamete kadar insanlığı doğru yola iletecek son din İslâm’ın Elçisi, bir “abd”1, Hazreti Muhammed Mustafa (sav)…

Vahy-i Kerîm’i fısıldamaya memur edilmiş bir melek, “Cebrail (as)”…

Mekânın en hürmetlisi, muazzam yolculuğa çıkış noktası, “Mescid-i Haram”…

Zemzem ile yunmuş bir kalp; “Peygamberî iman”…

Zamandan azâde, mekândan münezzeh bir yürüyüş; “İsra”…

Tahayyülü aşan bir binit; “Burak”…

Mucizevî bir seyir, ibretler ötesi bir tayy-i mekân…

An meselesi bir ahvâl… Uyku ile uyanıklık arası bir iştirak…

Ve Beytü’l-Makdis, mübârek durak…

Allah Rasulü’nün (sav) Mescid-i Aksa’da secdeye değen mübârek alnı…

Ardından bir kâse süt, bir kadeh şarap…

Göğün yedi kat üzerinde bir mahâl; “Sidretü’l-Münteha”…

O mahrem mâkâmda, yazıcıların tuttuğu kayıtlardan mülhem kalem cızırtıları…

Ve mü’minlere farz kılınan namaz2

Birkaç satırla özetlemeye çalıştığım bu mucizevî yükselişte hayatlarımızı şekillendirecek ne çok hikmet saklı!

Peygamberimize mahsus mazhariyet ve tecrübe ile haberdar olduğumuz bu mucizevî yolculuk ve yükselişten nasiplenmek için halis bir kalp ile niyet ettiğimizde, Âlemlerin Rabbi Allah’a muti bir kalp ile kıbleye yöneldiğimizde, kulluğumuzu idrak ile secde etme heyecanını, huşûsunu ruhumuzda hissettiğimizde, Mi’rac’da barınan tüm hikmetlerin gölgesinden pay biçilir iman edenlere…

O gölge ki, fânî hayatlarımızı bekâya, açlıkla kıvranan ruhlarımızı tokluğa, günahkâr ellerimizi duâya açma mâkâmına taşıyor bizleri.

Değil mi ki, “namaz dinin direği ve mü’minin miracıdır”, öyleyse ibretler manzumesi Mi’rac hâdisesinden feyz almaya niyet kesilmeli bu gece!

Tevbelerimizi zemzem bilip yumalı kalplerimizi istiğfarlarımızla: “Estağfurullah el-Azîm!”

Tazeden çekilmiş “Besmeleler” ile iman tazelemeli: “Lâ ilâhe illâ-Allah!”

Sonra o yüce mâkâma koşmalara teşne kılmalı ruhlarımızı tekbirlerle: “Allah-u Ekber!”

Bir kâse süt, bir kadeh şarap ibretiyle tercihlerimizi gözden geçirmeli: “Subhan Allah!”

Kâsesiz, kadehsiz bir yutkunma temayülüyle hayatlarımızı şekillendirdiğimizi yeniden bilmeli.

Ellerimizin uzandığıyla başlayan bir yolun yolcusu olduğumuz gerçeğinden söz etmeli nefsimize…

Fıtrî olan ile nefsî olan arasındaki mesafeyi idrake koyulmalı. Ki kadere söylenmemek için eylediklerimize hâkim olmalı. 

İşitemesek de, Mi’rac hakikatinden hareketle, o bizlere mahrem yüce mâkâmda, Sidretü’l-Münteha’da kayıt tutan yazıcı meleklerin kalem cızırtılarında nasibimize düşecek ecirlerin tahayyülünü kuralım. Bu tahayyülle şevklenip kulluk iştiyakımızın, ihlâsımızın yer almasını umalım bu gece.

Hâddimizce, hacmimizce, cirmimiz ve cürmümüzle bir yükseliş nasibine tutunup ye’islerimizi umuda kalbeyleyelim.

Her vaktin her bir rekâtında, kıyamında, rukûunda, secdesinde, tahiyyatında Mi’rac’tan payımız olsun diye huşû ile acz ve fakr hâlimizle duâya duralım!

***

Bilin ki, her bir satırım nefsime de ihtardır.

Meselâ bu gece ben, adı bilinmez olmalıyım.

Varlık bağlarımdan arınmalıyım.

Anne-babama evlât olmaktan, kardeşlerime kardeş, eşime eş, dostuma dost, işime memur olmaktan azâde olup sadece kulluğumu kuşanmalıyım.

Yalnız ve isimsiz ahvâlimle, kimselerimi, eşyalarımı çıkarıp yâdımdan, sıyrılıp tüm unvanlarımdan, öylece bir başıma huzura varmalıyım.

Adı bilinmez olunca, mâkâmım ve unvanım kalmayınca, sahip olduğum nem varsa hepsinin emanet olduğunu yeniden hatırlayınca bahşedilmiş kulluk mâkâmının ne büyük bir nimet olduğunun farkına varmalıyım.

Kendime kıvrılmaktan, ihtiyaçlarıma yakınmaktan imtina ile sadece sonsuzluğa talip olmaya çalışmalıyım!

Teslimiyetim entarim olsun da giyineyim, tevekkül örtüm olsun bürüneyim bu gece…

Hem dünyamı inşâda, hem sonsuzluğa talip oluşumda miskinlikten imtina edeceğime dair söz verirken seccâdemi şahit bileyim. Tutulmamış sözlerin utancından, emanete ihanete meyyâl tavırlarımdan Rahmân’a (cc) sığınayım!

Ellerimi açtığımda, ismimden, nefsimden, dünyevî vazifelerimden sıyrılmış hâlde tüm mü’minlerin “Âmin!” diyeceği duâlarla Rabbime münacatta bulunmalıyım!

Sonra, itminan olmuş bir kalp ile bir sonraki namaz vaktine kadar kendimi korumalıyım yalandan, gıybetten, zandan, haramdan ve sair günahlardan.

Kim bilir, belki o vakit benim de yazılır o müstesna gece yolculuğu bahtıma. Madem, “Mi’racdır namaz mü’minin”, öyleyse bir İsra yolculuğu, bir Mi’rac yükselişi ola ki nasip olur bana da…

***

Bu mübârek geceye bir kez daha eriştiren, ömrümüzü bereketlendirip mübârek Mi’rac’dan müstefit olma imkânını tanıyan Rabbimize hamdolsun!

Ümmet-i Muhammed’in, aziz milletimizin, Ajanda Ailemizin, kıymetli yazar kadromuzun, güzide okurlarımızın Mi’rac Gecesini kutluyor, nice kandiller ve nice makbul duâlarla ömrümüz ve gönlümüz kandilsiz kalmasın diliyorum.

 

1İsra Suresi, 1’inci ayet

2“Bir gece Resûlullah, Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir hâlde- Cebrâil geldi, göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytü’l-Makdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rekât namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “Fıtratı seçtin” dedi, ardından O’nu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ Peygamberlerle görüştü; nihayet Beytü’l-Ma’mûr’un bulunduğu yedinci semada Hazreti İbrâhim’le buluştu. Sidretü’l-Müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hakk elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hazreti Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hazreti Peygamber’in huzûr-i İlâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu devam etti…”