ÇOK
severim hayâl kurmayı. Bu nedenle diyorum ki, şimdi hep beraber gözlerimizi
kapatalım ve zamanımızdan 1 milyon yıl önceye, Kaba Taş Devri başlangıcına
dönelim mi? Düşünceden hızlı ne var? Işık hızı onun yanında kağnı gibi kalır.
Hop, işte hedefimizdeyiz!
Bakınalım çevremize. Devasa ağaçlar, kocaman ve garip
hayvanlar, patlayan volkanlar ve tam anlamıyla vahşi bir hayat… Gezegenimizin
bidayetteki hâlinde zeki bir yaratığın, yani insanın yaptığı tek bir ize bile
rastlayamıyoruz burada. Bu çağda yeryüzünde en çok rastlanan manzara,
yukarıdaki tarifin dışında lavların ateşiyle tutuşmuş olan kamışlık alanlar, ilginç
su hayvanları ve bitkileriyle dolu kaynaklar, her biri bir palamarı hatırlatan sarmaşıklar,
sivri kayalıkların yer yer böldüğü geniş ormanlıklar ve kükürt sarılığında bir
atmosfer…
Dedik ya, bir tek insan yok. İster Neandertal, ister
Homo Erektus olsun, bu uçsuz bucaksız vahşi dünyanın gerçek oturanları, sadece
çeşit çeşit hayvanlardı. Binlerce ve on binlerce sayıda garip renkli böcekler,
sinekler, karıncalar, etrafını mantarların sardığı bitkilerin köklerinde
kaynaşmakta ya da hırçın hırçın havada uçuşmaktalar. Yüksek dağlar arasındaki
düzlüklerde, su kaynaklarının başında türlü türlü sürüngenler birbirleriyle kıyasıya
mücadele etmekte. Onların üzerine basa basa dolaşan, çoğu dev vücutlu
yaratıklar… Tam bir yaratık hengâmesi! Otlaklarda, bugünkü torunlarının
yanlarında cüce gibi kalan büyük filler… Az ötede, günümüzdeki gergedanları
hatırlatan ama burunlarının üzerinde en az beş metreden daha yüksek boynuzları
olan memeli hayvanlar… Hepsi de bastıkları yeri canhıraş çatırtılarla ezerek
kendilerine yol açmakta ve yeşillikler içinde arkalarında geniş izler
bırakmaktalar.
Fakat insan nerede? Onu bulabilmek için daha uzun
boylu aramamız gerekmekte herhâlde. Çünkü o nadir ve yalnız başına yaşayan bir
canlı olmalı bu anarşik ortamda. Öteki yaratıklardan pek hoşlanmadığı için
ağaçları daha az boylu, diplerdeki otlar ve çalı dallarının daha az sık olduğu
ormanımsı fundalıkları tercih ediyor olsa gerek. O hâlde biz de oralara doğru
açılalım. Zaten bu vahşet ortasında biraz daha kalsak bir koca ayağın altında
ezilip telef olacağız.
“Bu
hoş olmadı!”
İşte en sonunda bunlardan birini buluyoruz. Fakat
günümüzde heykeltıraşlara ilham veren o sportmen ve muntazam vücutların dedesini
tanımakta bir hayli tereddüt ediyor ve güçlük çekiyoruz. Çünkü önümüzde küçük,
tıknaz, basık alnının üzerinde bir tutam saç bulunan, geniş yayvan burunlu,
kalın dudaklı, başı sanki devamlı olarak bir şey arıyormuş gibi ileriye
uzanmış, çıkık çenesinde yer tutan sakalı seyrek ve bütün vücudu kıllarla kaplı
bir yaratık görüyoruz.
Görünüş bakımından bu dilimde, bu dünyada bulunan
öteki hayvanların yanında daha aşağı durumda olduğu belli biri bu. Kıllı ama… Kendisini
soğuktan ve sıcaktan koruyan tüylerinden çoğunu kaybetmiş olmalı. Yarı dazlak
insan kafalarını andırmakta tüm vücudu. Yoluk yoluk... Yalnız iki ayağı
üzerinde yürüdüğü ayan beyan ortada. Yani bu bir Homo Erektus… Tamam da…
Buna rağmen dengesini kaybetti kaybedecek gibi bir
durumu var. Yürüyüşü oldukça yavaş. Gerçekten de bu Erektus kardeş çok
beceriksiz ve sendeleyerek ağır ağır yürümesine bakılırsa bu vahşet sürati içerisinde
uzun süre hayatta kalması, hatta soyunu sürdürmesi bile mümkün görünmemekte.
Suret olarak, bildiğimiz maymunlar gibi. Ancak ayaklarını maharetli birer el
gibi çevredeki dalları ve sarmaşıkları kolayca yakalayamadığından hep yerde ve
sarsak. Ağaçların üzerine tırmanmakta bir hayli güçlük çekmekte. Bu nedenle aç
olsa gerek; zira meyvelere ulaşması mümkün değil.
Yani insan bu mu şimdi? Vallahi inanasımız gelmiyor.
Olamaz, fakat olmuş işte!
Tam onun insan olduğuna inanıyor ve bir iki kare resim
alalım diyoruz, ilk resmimiz, uzaktan ve tüm vücudunu gösteren bir kadrajda. Ve
basıyoruz deklanşöre. Klik! Patlayan flaş bizimkini tedirgin etmeye yetiyor,
hatta çok korkutuyor. Böyle bir ışık patlamasıyla ilk kez karşılaşmış gibi. Bir
anda gözlerini kamaştıran ışığın etkisiyle ciyak ciyak bağırarak kaçmaya
başlıyor. “Korkma!” diye sesleniyor ve biz de arkasına düşüyoruz. Çok hızlı olduğu
söylenemez, bu nedenle peşindeyiz. Elimizden kaçmasının imkânı yok.
Biraz sonra bir mağara deliğinden içeri dalıyor. Biz de
onun arkasından mağaramsı oyuğun kapısına varıp merakla bakmaya çalışıyoruz.
İçerisi karanlık tabiî. Bir şey görmenin imkânı yok. Biraz sonra bizi şaşkına
çeviren bir şeyle karşılaşacağız. Tam bu esnada, arkamızdan Davudî bir ses,
“Neden rahatsız ettiniz onu?” diyor Arapçaya yakın bir lisanla (ya da Arapçanın
bir diyalektiğiyle). Dönüyoruz…
Bu sefer aval aval bakma sırası bizde. Çünkü
karşımızda sizin bizim gibi bir insan. Biraz kızgın; güldü, gülmedi arasında
bir suret… Öylece durmuş bakıyor. Epey bir süre bakınıyoruz. Nice sonra ilk hamle ondan geliyor, “Hasortukos
maymunu” diyor ve ekliyor: “Daha doğrusu babam adını öyle koydu. Biraz hasta...
Ölmek üzereyken bulup himayeme aldım. Ama korkutmuşsunuz garibi. Bu hoş olmadı
be!”
Kim olduğunu merak ediyor ve soruyoruz. İlk kez
duyduğumuz beş harfli bir isim veriyor. Ardından da “Âdem’in oğullarından
biriyim” diyor. Sonra o da bizim adımızı soruyor. Biz de “Âdemoğullarından
biriyiz” diye cevaplıyoruz onu.
İşte durum bu! Dönüş yolunda en çok kızdığımız adam,
şu “yalancı Darwin” var ya, işte o! Nasıl da kandırmış bizi!