Âdem’den Nuh’a

Tufan bölgesel olsaydı, neden her çift hayvan gemiye alınırdı ki? Neden her bitkinin tohumu çuvallara doldurulurdu? Yeni kurulacak hayat için gerekli her şey o gemide vardı. Batık kentler ve her şey Sümerler zamanında aranabilir. O dönemde 80 kişi haricinde dünyada inanan kalmamıştı. Nuh Peygamber vahyi bütün dünya milletlerine ulaştırmıştı. Nuh, evrensel bir peygamberdi.

BİR başıma derin derin, yerin göğün varoluşunu düşünerek demlenirken ne yapabilirdim ki yazmaktan başka? Deliller sunarak herkesi başıma toplayıp, “Sizin bildiğiniz gibi değil” diye başlayan iddialar savurmak istemiyorum. İçimden geçen geminin dumanını fark edenlere bir yolculuk teklifi belki… Belki bir zaman seyahatine çıkar gideriz de dönüşümüz bambaşka olur.

“İlk insanlar nasıl yaşamışlar, neye benziyorlarmış?” diye bir çengele rastlayan olmuştur aklının orta yerinde. Saç sakal karışık bir maymun görüntüsü ve mağaralar akla geliyor ilk anda. Böyle bir tablo çizilmiş başka kalemler tarafından. Onlu yaşlarımdan beridir şüphelenmem boşuna değilmiş, anladım. Hazreti Âdem’e 10, Hazreti Şit’e 50, Hazreti İdris’e 30 ve Hazreti İbrahim’e 10 sayfa gelmiş. İyi de, ne gelmiş? Bu sayfalarda yazanlar kimsenin aklına gelmiyor mu? Çok ilgimi çekti çocukluğumdan beri...

Biri konuşamayan insansı varlıklardan söz ederken, biri ilk insana gelen İlâhî sayfalardan bahsediyordu. Bilgi benim öğretmenlerimden geliyordu ve çelişki beynime çok fazlaydı o zamanlar. Evet, sordum öğretmenime: “Yazıyı Sümerler buldu da Hazreti Âdem’e gelen 10 sayfa nedir?” Cevapsız bir arama olarak içimde hep kaldı o günden beri.

Din ve bilim, aynı akılda huzura erdirilmiyor ne yazık ki. Yıllar sonra öğrendiklerim sayesinde çelişkilerin sancısı dindi ve yepyeni açılar, ufuklar belirdi gözümde. Şimdi hayatı ve ölümü kurgulayan ve dünyayı döndüren bir tek güç olduğundan yola çıkarak, yepyeni bir senaryoyu eski bir medeniyet gibi gün yüzüne çıkarmak istiyorum.

Âdem ilk insan tasarımı ve dünya da onun için hazırlanmışsa, bu rastgeleliğe ve kaosa terk edilmiş olamazdı. Havva da varsa, hiçbir şekilde amaçsız olamazdı. İnsan nesli, ilk olarak topraktan ve sudan şekillenen ve ruh üflenen Âdem ile Havva’dan üremişse, bunun maksadı kendilerine açıklanmalıydı. En başından insan, burada ne için nefes alıp neyin mücadelesini verdiğini bilmeliydi. Başıboş bir hâlde kendini keşfetmesi için akıldan başka çaresi olmayan ve zamanla diğer canlılardan kendini ayırarak tabiatı kontrol altına alan bir varlık olarak bakarsam, her şey eksik kalıyor kafamda.  

Allah Âdem’e isimleri öğretmişti. Konuşabilen, anlayabilen, okuyabilen ve yazabilen bir insan var karşımızda. Hayatın anlamıyla kopuk değil, bizzat hayatın anlamını bilen ve çocuklarına, torunlarına bunu öğreten bir insan var. Âdem’in (as) 40 yaşında bir insan fiziğiyle yaratıldığı yine rivayetler arasında yer alıyor ve 500 yaşına geldiğinde peygamberlik görevi verildiği de rivayet ediliyor. Sonradan peygamberlik verilmesi de filozofların düşündüğü gibi sadece mimar bir tanrı değil, amaç belirleyen, yaratan ve yöneten, sürece dâhil olan bir Tanrı gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor bizi. İnsandan ne beklediğini açıkça söyleyen ve hatta ödülünü, cezasını ta en başından belirlemiş ve kendini de tanıtan bir Tanrı gerçeği…

Bana öyle bakmayın, yazmaktan başka bir çıkar yol bulsaydım, onu yapardım! İnsanın bilip de anlatamadığı şeyler beynini yakar mıymış böyle? Elimi kaleme kavuşturan Allah’a kurban olayım ben. Âdem Babamızı ve Havva Anamızı çıkaramıyorum aklımdan ve hatta yeryüzünün ilk insanı vefat ederken konuştuğu cümleleri okuduğumda nasıl ağladım nasıl… Ve tabiî ki nasıl yaşadığını, neler konuştuğunu ve o 8 sayfada neler yazdığını da çılgınca merak ediyorum. Gusül abdestinden namaza, hacdan oruca her şey var, köpek ve domuz etinin haramlığına kadar, kıyamet, ahiret, Cennet, Cehennem; her şey var orada. Tohum ekip ekin biçmekten evcil hayvancılığa kadar her şey… Kesinlikle maymunsu bir yaratık değil O. Âdem’in (as) Aramice konuştuğunu okumuştum; Nuh’un oğlu Sam’ın oğlu Aram’dan bize kadar ulaşan bu dil, Nuh Peygamber zamanında da konuşuluyormuş. İdris ve Şit’in kullandığı dil de odur diye düşünüyorum. Kur’ân’da Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürüşünden bahsedilir. Kabil’in tek başınayken pişmanlık dolu kalbiyle söylediği o sözler çok etkileyici. İlk çağdan kalma bir replik, bize tıpatıp tırnak içi aktarılıyor: “Yazık bana ki bir karga kadar olamadım!”

Evet, sözlerin sebebi, havada kavga edip biri diğerini öldüren karganın toprağı eşmesi ve gömmesi. Anlıyorum ki, insan kendisi için hazırlanmış olan yeryüzüne tam bir donanımla geldi. Onuru ve çabası da hiç eksilmedi. Velhasıl, medeniyetler bilinçli bir hareketle kuruldu. Şit’in Firdevs köyü buna en temel örnektir. Şit’e (as) gelen 50 sayfayı da merak etmemek elde değil. Tarihî kaynaklar imdadıma yetişiyor; hikmet, matematik, sanayi bilgileri, kimya ilmi, simya ilmi, sanatsal bilgiler, ibadetler (meselâ namaz, oruç, hac, zekât gibi) ve tabiî ki imanî bilgilerin varlığından haberdar oluyorum. Bu çok mutluluk verici benim açımdan. Âdem ve oğlu Şit’in peş peşe peygamberlikleri insanın Yaratıcı ile bağının ne denli güçlü ve kadim olduğunun da göstergesidir.

Şit 212 yıl peygamberlik yapmış, 912 yıl yaşamış. Şit öldüğünde İdris 20 yaşındaymış. Âdem (as), oğlu Şit’e gelecekte gerçekleşecek olan Nuh Tufanı’ndan haber vermiş. Muhammedî nuru alnında taşıdığı için babası onu çok severmiş ve ona şöyle vasiyet etmiş: “Oğlum! Alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed’in nurudur. Bu nur-u mübîni temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et!”

Ayrıca gece ve gündüz ile ilgili bilgiler ve bu saatlerde hangi varlıkların Allah’a ibadet ettiklerini de bildirmiştir Âdem. Tevrat’ta, Âdem 130 yaşındayken Şit’in doğduğu yazmaktadır. İdris, Âdem’in torununun torununun torunu olmasına rağmen zincirleme 8-10 nesil birbirini görebilmiş. Tabiî o dönemin insanları çok uzun yaşadığı için bu çok normal bir durum. Âdem Peygamber Mekke’de Kâbe’yi inşâ ettikten sonra Hindistan’a Havva ile dönüp orada da ev inşâ etmiş. Âdem’in, oğlu Şit’e söylediği sözleri duyunca nasıl şaşırdığımı tarif edemem: “Ey Şit, oğullarına söyle, dünyadan ayrılmayacakmış gibi bakmasınlar! Hiç kimsenin sözünü düşünmeden kabul etmesinler. Biraz düşünüp doğruluk derecesini incelesinler. Yapacakları işin sonunu iyi düşünsünler. Eğer ben yasak ağacın meyvesinden yerken bu işin sonunu düşünseydim, başıma gelenler gelmeyecekti. Bir işe başlarken, içinde o işe ait bir endişe ve isteksizlik olursa, o işi tekrar düşünüp yeniden araştırsınlar. Doğruluk derecesini kesin olarak bilmedikleri işlerde bilenlere sorsunlar. Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare neticesinde varacakları karara göre hareket etsinler. Eğer ben meleklere başvurup, işimin sonunu onlarla konuşup karara bağlasaydım, başıma gelenlere katlanmak zorunda kalmayacaktım.”


Merak ve hayretler içinde

Bunlar beni o kadar heyecanlandırdı ki, geçmişin labirentlerinde dolaşıp ilk insanın tecrübelerini dinleyebilmek ne büyük şans! En çok etkilendiğim ve rehber edindiğim sözü ise, “Bir işe başlarken endişe ve isteksizlik duyarsan, o işi tekrar araştır” demesi oldu. O zaman bile kocaman bir tecrübe dağı oluşmuş.

912 yaşında vefat ettiğinde onun defin işlemlerini oğlu Enuş yapmış. Enuş, fakirlere çok sadaka verirmiş. Hatta ilk kez sadaka veren insan da oymuş. Hâlâ çok şaşırıyorum; Enuş diye birinin varlığından habersizken, şimdi onun hakkında pek çok şey öğrenmenin mutluluğunu yaşıyorum. Birçok bilgiyi Tevrat’la karşılaştırınca İslâmî kaynaklarla örtüştüğünü gördüm. Tahrif edilmesine rağmen İlâhî kaynaklı olduğu fazlasıyla hissediliyor. Tabiî hükümler ve ibadetler kısmı insanlara zor gelince daha çok oraları bozmuşlar anlaşılan.

Enuş 705 yıl yaşadıktan sonra vefat etmiş ve mezarı Diyarbakır’ın Otluca köyündeymiş. Türbenin içindeki bir taşta Yerd b. Mehlail b. Kinan b. Enuş b. Şit b. Âdem yazıyormuş. Herhâlde aynı yerde birkaç mezar var ve Yerd’e kadar olan soy kütüğü oraya kazınmış. Turistlerin sıkça ziyaret ettikleri bir mekânmış. Arkeologlara büyük iş düşüyor; tarih saptama konusunda daha birçok bilgi edinilebilir diye düşünüyorum. Hazır Âdem’in torununa rastlamışız, daha ne isteriz ki? O bölgede çok kazı çalışması yapılmış, Otluca yakınlarındaki Kikan mağarasında yaşayan insanların izlerine rastlanmış.

Enuş vefat ettiğinde, cenaze namazını Kaynen, Mehlail, Yerd ve Uhnuh (İdris) kılmışlar. Enuş hem peygamber, hem de devlet yöneticisi imiş. Şit’in kurduğu Firdevs köyü de olabilir tabiî… Ya da daha da büyümüş ve nüfusu artmıştır köyün. Name 90 yaşındayken Kinan (Kaynen) doğmuş. O da 920 yıl yaşamış. 840 diyen kaynaklar da var.

Ben bu yazıyı yazarken, bütün titizliğime rağmen bir tarihçi edasıyla yazmadım. Belki yoruma açık kısımları da mevcuttur. Ama ne olursa olsun, birçok kaynağı inceledikten sonra bende bıraktığı etkiyi ve edindiğim bilgiyi yoğurup yorumladım. Özün özeti diyebilirim. “Miş”, “mış” şeklinde cümleler kuruşumdan da bellidir ki, tarihçi ve arkeolog edasından çok, tarih meraklısı bir ilâhiyatçı olarak kalmak istedim.  

Kimin kaç yıl yaşadığını bütün detayıyla anlamaktan öte, genel yaş ortalaması daha çok dikkatimi çekiyor. Meselâ 840 yıl yaşamış birinin ömrü için diğer rivayet 920 olunca, 80 yıl, bize bir insan ömrü olarak görünse de o döneme göre küçük bir detay olarak kalıyor. Nuh Peygamber’in, kavmi arasında 950 yıl kaldığı ayette net bilgi olarak verilmiş. Ömrünün 950 yıl olduğunu düşünürken kavmi arasında yaşama ifadesi, peygamberlik süresini düşündürttü. Bir kaynakta rastlayınca onaylamak istedim. Nuh’un (as) 50 yaşındayken peygamber olduğu yazıyordu. Bütün düşüncelerimi doğrular gibi olunca haklı ve mantıklı buldum.

Yar ve Eşvet’in evliliğinden Uhnuh dünyaya geldi. Mısır’da, “Münif” denilen bir yerde doğdu. “Beyaz tenli, uzun boylu, iri kemikli, güzel yüzlü idi; yürürken önüne bakardı, sesi ince ve sakin bir konuşma tarzı vardı” diye tarif ediliyor. Meşhur ismi Arapçada “İdris” olan peygamber… İdris 962 yıl yaşamış. Benim en çok ilgimi çeken isimlerden biridir “İdris”… Âdem’in torununun torununun torunudur ama Âdem vefat ettiğinde İdris 100 yaşındaymış. 122 yaşında peygamber olmuş. Daha sonra Babil’de yaşamaya başlamış. Eski Mısır’da Hermes medeniyetini kurduktan sonra Babil’e gelerek Sümerleri kurmuş. Beni hayretlere düşüren bu olayı yazmaktan gurur duyuyorum. Evet, ilk duyduğumda şok etkisi yapan bu cümleyi tekrar yazabilirim. İdris Peygamber, yazıyı bulan ve tarihi başlatan Sümerleri kurmuş. Sümerler kendilerine “Kengerler” olarak isim vermişler. Kenger ismi hâlâ dikenli bir bitkinin adı olarak kullanılmaktadır.

İdris’in diğer adı Hürmüs’tür. Hürmüs, “yazı yazan” demektir. Daha doğrusu Yunanistan’da bilinen ismi budur. Hermes de deniliyor. Matematik, fizik, kimya, tıp, astronomi gibi ilimleri vahiy yoluyla öğrenip kavmine öğretmiştir. İlk bakır kaplar, ok, yay ve diğer savaş araç gereçleri onun öğretileriyle yapılmıştır. Terzilik mesleğinin piridir; çünkü ilk kez dikiş ipliği ve iğnesini o kullanmış. Daha önceki insanlar hayvan derileri giymişler ama İdris herkese elbise dikerek resmen terzilik yapmış. Atı evcilleştirmiş, düzenli ordu kurmuş. Dairenin 360 dereceye bölünmesini, Pi sayısını, üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu, Pisagor hesaplarını ve daha pek çok ilmi öğretmiş. Yelkenli gemi yapımını, kent mimarisini, yıldızların konumlarını hesaplamayı ve bir yılın 365 gün olduğunu da İdris Peygamber’in öğrettiğini birçok kaynak yazıyor. Ama nedense Sümerlerle hiçbir ilgisi yokmuş ve bütün bu vahiy öğretilerini sanki Sümer bilginleri bulmuş gibi yansıtıyorlar.

Din ve bilim, aynı akılda huzura erdirilmiyor ne yazık ki. Yıllar sonra öğrendiklerim sayesinde çelişkilerin sancısı dindi ve yepyeni açılar, ufuklar belirdi gözümde.

İlk olarak bakır ve kalayı karıştırıp tunç elde ederek eşyalar yapan kişi İdris’tir. Bu dönem, tarih şeridinde maden devrine rast geliyor. Tunç devrinin nasıl başladığının en güzel kanıtı da bu olsa gerek. Bu bilgileri bir yandan yazarken bir yandan da araştırmalarıma devam ediyorum. Sorularım çok değerli olmaya başladı. Artık kilit noktaları çözümlemeye yönelik sorular soruyorum. Durup dinlenmeme fırsat vermeyen, acele cevap bekleyen sorularım var. Henüz 10 yaşımda aklıma takılan sorular şimdi yine takıldılar. Medeniyetler vahyin etrafına örülmüş ve ilk bilgi ile ilham, vahye ait. Bilinç mükemmel, neden yaşadığının farkında olan ve aile ortamında yaşayan bir insanlıkla karşı karşıyayız. Evler yapan, şehirler kuran, eşyalarını üreten, toprağı ve madeni kullanan insan… Evrime dayalı oluşturulan tarih kafamızda o denli yer etmiş ki, bu bilgilerle âdeta savaşıyorlar.

Sonsuz önce kendiliğinden var olmuş, tek hücrelilerden evrimleşmiş, ilkel hayattan medenî hayata geçiş yapan, icatlar yapan insan… İşte bu insan modeli asla aklıma yatmadı. Kalbimle de uyuşmadı. Ben bu noktada kararımı netleştiriyorum; evrim fikri, vahye karşı sonradan geliştirilmiş bir fikir akımı. İnsan başlı başına özgün bir tasarım harikası. Belli bir amaca yönelik özenle yaratılmış. Burada da ifade ettiğim gibi, evrimleşmiş değil, tesadüf değil, amaçlı ve özgün…

Buna göre Nuh’a (as) Âdem (as), Şit (as) ve İdris’ten (as) sonra risalet görevi verilmiş olmalıdır. “İdrîs (as), Nuh’un (as) babasının dedesidir (ki buna göre İdris, yedinci sırada yer almaktadır)” şeklindeki haberin de bu görüşü doğruladığı söylenebilir. “Âdem ile Nuh arasında (kendileri de dâhil olmak üzere) hepsi de Müslüman olan on önder (baba) vardır” rivayetiyle, aynı anlamda İkrime’den (v.107/725) gelen, “Âdem’le Nuh arasında (kendileri de dâhil) hepsi de Müslüman olan on kuşak/asır (karn) vardır” haberi, WB-444 tabletinde verilen bilgilerle tam olarak örtüşmektedir. Bir hadîsinde de Resûlullah (sav), İdris’le (as) ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir: “Kalemle ilk defa yazı yazan kişi İdris’tir (Ehnuh veya Hanuh’tur).”

İşte bütün bu bilgiler bir araya getirildiğinde, Nuh’tan önce kendisine peygamberlik görevi verilen ve yedinci sırada olduğu tespit edilen İdris’in Sümerlere gönderilmiş bir peygamber ve dolayısıyla yazıyı ilk olarak icat eden kişi olduğu söylenemez. Yazı Hazreti Âdem’le başlar, çünkü kendisine inen 10 sayfa sözlü değil, yazılı kaynaktır. İdris (as) yazıyı ileri seviyede kullanmış. Ancak burada İdris (as) ile Nuh (as) arasında asırları içine alan uzun bir zaman diliminin olduğu, dolayısıyla günümüzün ortalama bir insan ömrü dikkate alındığında onların arasında bulunan üç idareci-önder kişinin ömürlerinin bu kadar uzun bir zamanı kapsayamayacağı sorusu akla gelebilir. Bazı insanların çok uzun ömürlü oldukları -meselâ Nuh’un 950, İbrahim’in ise 200 yıl yaşadığı- göz önünde bulundurulursa bunun mümkün olabileceği kendiliğinden anlaşılmış olur. Meselâ şöyle bir basit hesapla bunun makul olduğu sonucuna varılabilir: Yazının keşfinin Milât öncesi 3500 yılının başında olduğu kabul edilirse, bu rakamla Tufan (Milât öncesi 2700) arasında 800 yıl olmuş olur. 800 yıl dörde (1. Nuh, 2. Nuh’un babası, 3. Nuh’un babasının babası/Nûh’un dedesi, 4. Nuh’un babasının dedesi/İdris) bölünürse, kişi başına yaklaşık 200 yıl düşer. Ki bunda dinî ve tarihî bilgilerle akla aykırılık yoktur. Bir insanın 200 yıl kadar yaşayabileceği bugün tıbbî çevrelerce de belirtilmektedir. Görüldüğü gibi, bu hususta herhangi bir çelişkili durum söz konusu değildir.

Arkeolojik bulgu ve tarihî bilgilere göre Nuh Tufanı’ndan önce yeryüzünde, aynı zamanda din adamı olan toplam on hükümdar idarecilik yapmıştır. Bunların yedincisi İdris (as), 10’uncusu da Nuh’tur (as). Aynı şekilde, İslâmî kaynaklara göre de Âdem (as) ile Nuh (as) arasında, hepsi de Müslüman olan tam 10 idareci görev yapmış olup, bunların yedincisi, Nuh’un babasının dedesi ve aynı zamanda yazıyı icat eden (ilk defa yazı yazan) İdris’tir (as). Ancak o dönemde Babil’de kurulan Sümerler 35 site şehir devletinden oluşuyordu. Şehircilik sanatına Şit’te de rastlıyoruz ama o daha çok köy kurucusu olarak anılabilir. Şehir devlet sistemini ilk olarak Babil’de Sümerlerle birlikte görüyoruz. Bu devletlerin başına birer kral atayarak onlara yönetim bilgisi veren de İdris’in ta kendisidir. Zaten “İdris” lakabını da sürekli “ders” verdiği için almıştır. İlk kez kalem kullanıp yazmayı öğrettiği için de Arapçada bu ismi almıştır.  

İdris, aynı zamanda ip üreten, kumaş dokuma ve dikiş dikme işleriyle meşgul olan bir peygamberdir. Şaşılarak bakılan, gökten zembille inmiş gibi bir anda aydınlanıp peş peşe buluşlar yaptığı sanılan Sümerler, bütün bildiklerini İdris Peygamber’e borçludurlar. Sümerleri herkes bilir. İdris Peygamber’i de bilirler ama sorsanız sadece terziliği bilinir. Devlet kurmak falan kimsenin aklına gelmez.


Saklı kalmış bir sır serüveni

Taşlar kafamda yerlerine oturuyor; çok sevindiğim ve şaşırdığım bu bilgiyi dünyaya haykırmak isterdim. İlk duyduğumda şüphe ile yaklaşıp araştırmamı derinleştirdikçe emin oldum ki, İdris demek, Sümer demek. Zaten Sümer yazıtlarında da bu konuda oldukça detaylı bilgiye rastlıyoruz. Onların kralları dışında tek kişiye saygı duydukları bilge rahip olarak ve Tanrı ile işbirliği yaptığı düşünülen ve Tufan’ı bile haber veren birisi var. İşte o kişinin İdris olduğuna dair deliller var. Sümerler, Babil ile İran Körfezi arasındaki Sinear denilen yerde kurulmuş. İbranicede İdris’in adı Uhnuh… Arapçada ise ders veren anlamında İdris… Eski Mısır’da “Toth” olarak biliniyormuş. Sümerler yani Kengerler, “Nangzida” derlermiş. İdris Peygamber birçok dilde konuşabiliyormuş. Tıpkı Âdem’in ve Şit’in birçok dil konuştuğu gibi...

Yazının bulunuşu, tarihin başlangıcı gibi görülür. Yazıyı Sümerlerin bulduğu çok meşhur bir bilgidir. Bütün İslâmî kaynaklarda yazmaktadır ki, kalemi ilk kullanan ve ilk kez kalemle yazı yazan İdris Peygamber’dir. Hatta kendisine gelen 30 sayfalık İlâhî emirleri kendisi kayda geçirmiştir. İdris’e ait yazılar Mısır’daki İskenderiye Kütüphanesi’ndedir.

Araştırmalarım devam ederken Enok’un Kitabı ile karşılaştım. Olayların başkahramanı İdris yani Hıristiyanların deyimiyle Enok ve onun kendi elleriyle vahyi yazıya geçirişi şimdi gözlerimin önünde mucize gibi duruyor.

İdris’in oğlu Mutuşlah, onun oğlu Lemk ve onun da oğlu Nuh’ta (as) sıra… Nuh’un Sümercede adı “Ziusudra”. Akadcada ise “Utnapiştim” ve “Atrahasis”… Ziusudra, “uzun ömürlü” anlamına gelir. Hintliler ise “Mani” derler. Ama Nuh, büyük ihtimâl, kavminin kötülüklerine dayanamayıp ağladığı için bu lakab ona verildi ve Süryanicede “çok ağlayan” anlamına gelen “Nuh” denildi. Nuh (as) Sümerlere gelmiş bir peygamberdir. Milât öncesi 3500 yılında doğduğu kabaca hesaplanabilir. Nuh (as), ulû’l-azm peygamberlerin ilkidir. Âdem, Şit, İdris’ten sonra dördüncü peygamberdir. Kendisine kitap indirilmemiştir ve İdris’a (as) gelen 30 sahife ile hükmetmiştir. Evrensel bir peygamberdir yani zamanın bütün insanları onun öğretilerini duymuş ve çok azı kabul etmiştir.

Buraya kadarki yazdıklarım, insanların aklında oluşabilecek birçok soruya cevap olabilecek nitelikte. Çünkü Tufan evrenseldir ve bütün dünya sular altında kalmıştır. O dönemde yaşayan bütün insanlar Allah’ın tek yaratıcı olduğunu Nuh’tan (as) duydukları hâlde putlara tapmada ısrar etmişlerdir. Kur’ân’da Allah, “Bir kavme peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” buyuruyor ya, buradan da anlaşılacağı üzere Sümerler vahiyle muhatap olmuşlar. Alaylı tavırları ve hatta taşlamaları, kötülükleri o kadar ileri boyuta gelmiş ki sabırla direnen Nuh (as), kavmi için bedduâ etmek zorunda kalmış. 

600 yaşındayken gemi yapmaya başlayıp iki yılda tamamlıyor. MilÂt öncesi 2900 yılında Tufan gerçekleşiyor. Nuh Tufanı, olaydan 300 yıl sonra, 2600 yılında kil tabletlerde anlatılıyor. Nuh zamanındaki Sümer Kralı Mecusi Buyurasab, bilinen isimlerdendir. Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen “Vedd, Yeus, Yeuk, Süva ve Nesr”, bu dönemin tanrı isimleridir. Aslında bu tanrı isimlerinin çıkış noktası çok ilginç. Bu beş kişi, Allah dostu ve insanlara güzellikler öğretmeye çalışan insanlarmış. Halk bu insanları severmiş. Onların ölümünden sonra da unutmak istemeyen insanlar, put şeklinde hatırlatıcılar yapmışlar. Zamanla bu tazim ve bağlılık onları tanrılaştırmış, sonraki nesillerce tanrı olarak algılanmalarına sebep olmuş.

Nuh (as), kendisine vahiy gelince sac ağacı veya Hint meşesi dikmiş ve 40 yıl sonra onlardan gemi yapmaya başlamış. Azabın ne zaman geleceğini Allah’a sormuş. Allah, “Evindeki tennur kaynamaya başladığında, bilesin ki azap geleceği vakittir” buyurmuş. Tennur kaynamaya başlayınca Nuh duâ etmeye başlamış “Ya Rabbi, beni ve beraberimde olan müminleri kurtar!” diyerek…

İki yılda tamamladığı geminin yapımında çivi de kullanmış. Gemi üç katlıymış. 300 zira uzunlukta, 50 zira genişlikte ve 30 zira yükseklikteymiş. Metre cinsinden 137 metre uzunlukta, 26 metre genişlikte ve 16 metre yükseklikte olduğunu da kaynaklar belirtiyor. Aklıma her nedense 1912 yılında batan Titanik gemisi geldi. Ölçülerini karşılaştırmak istedim. 269 metre uzunluk, 28.2 metre genişlik ve 52.310 ton ağırlığa sahip bir gemidir Titanik. Hemen hemen yarısı kadar ediyor Nuh’un gemisi. Kur’ân’da da anlatılıyor zaten buharlı bir gemi olduğu. En alt kısmı hayvanlara, orta kısmı insanlara ve en üst kısmı kuşlara ayrılmış. 80 kişi binmiş bu gemiye ve her çift hayvan, mucizevî olarak gemiye yönelmiş. Gökten nehirler gibi sular dökülmüş (yağmurlar yağmış), yerden de sular fışkırmış ve kararı belirlenen azap için sular birleşmiş. En yüksek dağın bile 40 arşın üzerine kadar yeryüzünü sular kaplamış. Yağmur kırk gün, kırk gece sürmüş. Kâbe’nin üzerindeki kısımda bir girdap oluştuğu ve Kâbe’yi tavaf ettiği rivayetleri de mevcut. Gerçek olup olmadığını bilmediği çok olay dikkatimi çekti ve etkilendiğim için nakli buraya yazdım.

Tufan esnasında gemide ibadet devam ediyor. İnsan ve hayvanların dışkıları dayanılmaz hâl alınca, duâ üzerine filden domuz meydana geliyor, pislikleri temizliyor. Aslanın burnundan kedi çıkıp çoğalan fareleri yiyor. İlâhî hikmet olarak altı ay boyunca hayvanlar çiftleşmiyor -fare haricinde-. Bu olaylar böylece devam ediyor. Ben mucizelere inandığım için bunları kabullenmek çok zamanımı almadı. TabiÎ sadece bir rivayet olarak kalsa oldukça dinlenmeye lâyık bir hikâye olurdu benim için.

Nuh (as) 6 ayın sonunda, kargayı salıverip sular yeterince çekilmiş mi diye öğrenmek istemiş. Karga geç kalınca güvercini göndermiş, o da ayağında çamur ve gagasında zeytin dalı ile dönmüş. 

Tufan sonrası

Bitkilerin tohumlarını da almışlar gemiye. Bütün bunlar aslında tufanın evrensel olduğunun kanıtıdır. Sadece Mezopotamya’yı kaplayacak bir tufan için bu kadar hazırlık çok fazla; gemi yapmadan diğer helâk olan kavimlerden kurtulanlar gibi, orayı terk ederek bu 80 kişi de rahatça kurtulurdu. Ama bütün Dünya’yı kaplayacak bir tufan için son derece güzel ve yerinde tedbirlerle gemi, akıllıca bir kurtuluş aracı. Everest’in zirvesinde bile tufanın evrensel olduğuna dair kanıtlar bulunmuştur. Jeolojik olarak da dünyanın tamamının sular altında kaldığına dair kanıtlar vardır. Fosillerin yapılarından anlaşılıyor ki, ekvator ve kutuplar, doğu ve batı birbirine karışmış. “İnsanlığın ikinci babası” ve “İkinci Âdem” denilmesinin sebebi de budur.

Tufan bölgesel olsaydı, neden her çift hayvan gemiye alınırdı ki? Neden her bitkinin tohumu çuvallara doldurulurdu? Yeni kurulacak hayat için gerekli her şey o gemide vardı. Batık kentler ve her şey Sümerler zamanında aranabilir. O dönemde 80 kişi haricinde dünyada inanan kalmamıştı. Nuh Peygamber vahyi bütün dünya milletlerine ulaştırmıştı. Nuh, evrensel bir peygamberdi. Yani bunun açıklaması şu: O, döneminde bütün insanlığa vahyi ulaştıran tek peygamberdi. Âdem, Şit ve İdris dönemi ve de 600 yıllık Nuh dönemi tamamen sular altında aranmalıdır bence.

Bağdat kenti yakınındaki Nippur kasabasında bulunan tabletler Nuh Tufanı’nı anlatır. (Gılgamış Destanı’ndan çok önceleridir. Uruk Kralı Gılgamış zamanında yaratılış destanı yazılmış. Uruk’ta evler kalmış

Âdem’den sonra. Dünyanın çeşitli dönemlerinde oluşmuş kavim ve uluslarda tufan ile ilgili  anlatımların geneli Sümer anlatımlarındakiyle ilgilidir.)

Gemi altı ay su üzerinde dünyayı dolaştıktan sonra yavaş yavaş sular çekilmeye başlıyor ve Kur’ân’a göre “Cudi Dağı”na oturuyor. Ama tefsirlerde “Cudi”, özel bir isim olarak değil de bereketli bir yer anlamına da geliyor. Bu dağ nerededir acaba? Bilimsel araştırmalara konu olan ve çok merak edilen bu soruyu ben de düşünüyorum. Cudi özel bir isim mi, yoksa herhangi bir dağ mı, bunu bilmiyoruz. Yorumlar farklı. “Cudi Dağı” ile kastedilen dağ, Nusaybin’deki dağ olarak düşünüyorum.

Nuh (as) 6 ayın sonunda, kargayı salıverip sular yeterince çekilmiş mi diye öğrenmek istemiş. Karga geç kalınca güvercini göndermiş, o da ayağında çamur ve gagasında zeytin dalı ile dönmüş. Muharrem ayının 10’uncu günü gemiden inmişler. O gün şükür için oruç tutmuşlar.

Van gölünün güneybatısında olan Cudi dağı da olabilir. Milât öncesi 250 yılında yaşamış olan Babilli bir rahibin yorumuymuş bu. Seksenler (Semanin) köyü, günümüzde bile hâlâ mevcuttur. Tufan’dan sonra Nuh’un hayatta olduğu dönemde kurulan Sümer site devletleri; Kiş, Uruk, Ur, Nippur, Lagaş, Ngirsu, Umma,  Hamazi, Borsippa (Birs, Nimrud) ve Kutha (İbrahim) gibi devletlerdir. Tufan öncesi kurulan şehirlerse Eridu, Sippar, Larsa, Şuruppak, Bad, Triba (El-Medayin).

Sonrasında Nuh Peygamber 300 yıl daha yaşamış ve yeniden şehirler kurulmuş. Kur’ân-ı Kerîm’de Nuh’un (as) kavmi arasında 950 yıl yaşadığı açıkça belirtilmiş. Yani 1000 yıl yaşadığı düşünülebilir.


Göbeklitepe, Karain mağarası, Çatalhöyük gibi kazıların tarihleriyle yukarıda dinî kaynaklardan yaptığım araştırmalarımın sonucunda ulaştığım rakamlar arasında uçurumlar var. Bu kaynaklar da bu kadar net ve rahat ifadeleri görünce de, bilimsel bulgulara bakınca da şaşırıyorum. İnsan kendini mengeneye sıkışmış gibi hissediyor. Ortada elbette bir hakikat var ama sorun neden kaynaklanıyor acaba?

Bu soruların peşini bırakmayı hiç mi hiç düşünmüyorum. Ama karbon 14 ve diğer metotları araştırmaya başladım bile. Yanılma payları olabileceğini de aklımın bir köşesine not ediyorum. İdris’in doğum yılı Milât öncesi 4200… Âdem öldüğünde İdris 120 yaşındaydı diyor tarihî kaynak. O zaman 4200’den 120’yi çıkarmam gerekiyor. 4080, Âdem’in vefat ettiği tarihi veriyor. 40 yaşında bir yetişkin vücudu gibi yaratılan Âdem’in bin yıl yaşadığı rivayetlerine bakınca, 4080’i 1000’le topluyorum ve 5080’i buluyorum. İnsanın dünyaya adım attığı tarih, benim tarih şeridinde gördüğüm tarihe çok benziyor, bakalım daha neler bulacağım…

Tevrat’ta da Âdem ve Nuh arasında 1056 yıl olduğu yazmaktadır. 3500 ve 1056 yıllarını toplayınca 4556 çıkıyor ve 1000’le toplayınca da Âdem’in dünyaya indiği tarih çıkmış oluyor. Bu hesabımı da Tevrat bilgilerine göre yaptım. 5556 tarihi, ortalama 5000’li yılları gösteriyor. Yani bilime asla karşı olmayan Yahudiler de bu tarih saptamalarına karşı çıkmıyor. İnsanlık tarihini milyonlarca yıl öteye götürenlerin kim olduklarına bir daha bakmak istiyorum. İnsanlık tarihinin 7000 yıldan öteye pek fazla geçmeyeceğini belirten hadîslere de bakarak bir değerlendirme daha yapmak istiyorum.

7000 yılı geçirdiğimiz aşağı yukarı belli oluyor; kıyamet alâmetlerini de yaşadığımız bu dönem, aklıma bu hadîsi ister istemez getiriyor. Tabiî ki kendi mantıksal hesaplarım bir yana, her şeyin gerçek ilmi Allah’a aittir. Ben sadece buradan bir insan mantığıyla olaylara bilgim dâhilinde yaklaşıyorum. Mucizevî olaylara inanmayan insanların Nuh Tufanı’na bilimsel altyapı hazırlamaları bile tarihsel olaylara bakarken yol ayrımı oluşturuyor.

Sümerler kuruluşundan bu yana çok tanrılı bir toplum. Bu konuda ileri gittikleri ve peygamberleriyle alay ettikleri için ilahi cezaya çarptırılıyorlar. Ama bugün yorumlara bakınca, buzulların erimesi sonucu yeryüzünün sularla kaplandığını ve bunun bir doğal felâket olduğunu söylüyorlar. Bu, Kur’ân’ın bütün anlattığı İlâhî bilgiye itiraz etme ve kafa tutma maksadıyla yapılıyor. Olayın mucize boyutunu yok saymak için bu açıklamayı yaptıklarını açıkça görebiliyorum. Bilime inanırım ve saygı duyarım. Ama bilim, Allah’ın kurgusudur sonuçta ve mucizeyle kendi kurallarının üstünde bir farklılık yaratarak insanları şaşırtır. Zaten mucizenin amacı da bu değil mi?

Evet, bir dönem sular altında kaldı ve o dönem Âdem, Şit, İdris ve Nuh’un bir dönemini kapsıyor. Hâlâ İdris Peygamber’e ait kendi el yazması kil tabletlerin günümüzdeki varlığı söz konusu. Demek ki dünyanın kaderine Nuh Tufanı gibi büyük bir değişim yazılmış. Karadeniz’de, Himalayalar’da bile Tufan’ın kalıntıları hâlâ bir eser niteliğinde durmaktadır. Gemiyi Nuh (as) yapmayabilir, gökten hazır olarak da indirilebilirdi. Ben aynı şekilde ona da iman ederdim. Mucize, mucizedir; Hazreti Muhammed (sav) döneminde ayın ikiye bölünmesi de, Hazreti Musa zamanında Tur dağının havaya kaldırılması da mucizedir. O yüzden Cebrail’in (as) Nuh’a gemi yapımını öğretmesi de son derece akıl alır bir şeydir. İdris Peygamber zamanında Sümer site şehirlerinin etraflarında kanallar var ve bu su kanallarında sandallarla ulaşım sağlanıyor zaten. Ama dev boyutlarda bir gemiye Nuh’a (as) kadar rastlanmamış. Geminin nerede durduğuna dair de geniş bir araştırma yapmama rağmen burada yer veremedim ne yazık ki.

Gecem gündüzüm hep bu bütünü aramakla geçiyor. Sürekli düşünüyorum. Radyoda dinlediğim ayet mealleri bu bütünlüğü kurmamda çok yardımcı oluyor. İlk yaratılış ve insanlık tarihinin başlangıcı, olayların gerçek seyri, yeryüzünün imarı ve daha pek çok şey… Her bir olay, dünyanın gidişatını etkilemiş. Şimdi Nuh Peygamber ve Sümerler üzerine yoğunlaştım ama ufukta Ad ve Semud kavimleri, İbrahim (as), yeğeni Lut (as) ve İbrahim’in (as) iki oğlu İsmail ve İshak görünüyor. Mucizeler hep olacak tarihin akışı içinde ve beraber tanıklık edeceğiz bu ilginç mucizelere…

Sayfalar yetseydi neler yazmak isterdim ama ilk medeniyetlerin varoluş biçimleri hakkında ettiğim üç beş kelâm gönüldaşlarıma ulaşır ve onlar da düşünürler diye umut ediyorum. Modern medeniyetlerin analizini yapmak da başka bir el ve kalem buluşmasında olsun inşallah…