Adam yine kazanacak

Bugün, yıpratmak ve zarar vermek için kurumlarımızı kafalarına -veya talimata- göre sıraya koyanlar, amaçlarını gerçekleştirme fırsatı bulurlarsa, Allah korusun, bir süre sonra kıtlıkla tanışmak kaçınılmaz olabilir. Ülkenin altına dinamit koymaya ant içenlerden başka ne beklenir?

“KIZILAY’a kanımı bile vermem” deme modası çıktı son zamanda. Kızılay, bu memleketin en önemli kurumlarından biri. Hayatî öneme sahip. Bugüne kadar ihtiyaç duymayanların durumu bütünüyle kavramakta zorlanması makul karşılanabilir. Kızılay sayesinde hayata yeniden tutunanlar için durum çok farklıdır.

Her kurumda hata yapan yöneticiler olabilir. Değiştirilir, eskinin yerine yenisi gelir ve kurum yoluna emniyetle devam eder. Böyle sert çıkış yapanlardan bazılarının niyeti, kurumu yıpratmak gibi görünüyor. O şekilde konuşan bazı kişilerin haklı sebeplerinin bulunması, diğerlerinin kanı bozukluğuna mani değil.

Bu sebeple madde madde izah gerekecek:

1. Kızılay, her kanı almaz. Yaş sınırı var. Hastalıklı olmama şartı var.

2. Kişinin kanı temiz, yaşı uygun olsa da niyeti ve tıyneti bozuksa, vermek istese bile geri çevirirler.

3. Diyelim yanılıp aldılar, sonra farkına varırlar ve kimseye vermezler o kanı.

4. Gözden kaçıp da birine verseler, sonu kötü olur. O kanı kime nakletseler fıttırır.

Kanında sorun olmayanların bu maddelerden rahatsız olmasına gerek yok.

Niyeti ve tıyneti bozuklar, yıpratmayı, zarar vermeyi kâr sayarlar ama Kızılay olsun, başka kurumlar olsun, asıl hedef onlar da değil. Erdoğan ve Bahçeli de asıl hedef değil.

Gören görüyor; asıl hedef, Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

*

Mevlâna Celaleddin, Nasreddin Hoca, Yunus Emre ve daha nice büyüğümüz, sekiz asır önce gayet sıkıntılı bir dönemde yaşadılar.

Milletin başında bugünkü ile mukayese edilemeyecek kadar büyük dertler vardı.

En başta karnını doyurmak bile büyük meseleydi. “Kıtlık” kelimesi bile insanın (düşünen insanın) tüylerini diken diken etmeye yeter.

Yunus Emre, köyünden çıkıp Hacı Bektaş’ın yanına Suluca Karahöyük köyüne buğday veya un almak için gitmişti. O yolculuk sırasında, henüz adının Emre’si yoktu. Köyünde açlık baş göstermişti, ciddî kıtlık vardı. Çocuklar ağlaşıyor, hastalar inliyor, ihtiyarlar sessizce dua ediyordu. Son çareydi adını duydukları Hacı Bektaş’a gitmek. Yunus da öyle yaptı. Köyündeki insanların açlıkla mücadelesi ve bazılarının o mücadeleden yenik çıkıp toprağa düşmesi karşısında, Hacı Bektaş’ın “hikmet” teklifini bile kabullenmekte zorlandı. Düşündü taşındı da buğdayda karar kıldı. Açları doyurması gerekiyordu. Hikmetin anlamını baştan kavrayamamıştı. Hikmete razı olsaydı, büyük ihtimâl, yanında buğday zaten yer alacaktı. Belki küçük de bir yer tutacaktı.

Açlık nasıl bir şeydir, biz anlayamayız. Kıtlık nedir, bilemeyiz. Yaşayan bilir. Bulgar işgali sırasında Edirne’de aç bırakılan insanların durumunu idrak edemeyiz. Ağaç kabuklarını kemirmek zorunda kalmanın ne demek olduğunu karşımızda görsek bile anlamak zor gelir.

Allah korusun, ancak kendi başımıza gelirse anlayabiliriz. Yanımızda birileri açlıktan ölürse idrak edebiliriz.

Yunus’la aynı dönemde yaşayan Hoca Nasreddin de gördü, yaşadı o yokluğu, yoksulluğu.

Bir yerden davet geldiğinde, oğluyla beraber gitmiş Hoca. Sevindiklerini tahmin etmek zor değil.

Yemek sırasında oğlu ara sıra su içiyormuş. Hoca ise hiç su içmemiş. “Fırsat bu fırsat” deyip ikram edilen yemeklerden bolca yemiş.

Çıkışta da oğluna bir tokat yapıştırmış.

“Niye o kadar su içtin? Bulmuşuz bir sofra, karnını niye adamakıllı doyurmadın?”

Oğlu sebebini izah etmiş.

“Daha çok yemek yiyebilmek için öyle yaptım. Su içerek yemeklere yol açtım.”

Hoca yine sinirlenmiş ve bir tokat daha aşk etmiş.

“O zaman bana niye söylemedin? Ben de öyle yapardım.”

*

Kahramanmaraş merkezli depremden sonra pek çok acı hikâye ile muhatap olduk.

Duyduk, gördük, seyrettik, öğrendik.

Zengin bir adam, depremden bir süre önce, evinde çok zengin bir kahvaltı sofrası kurulduğunu, masada çatal bıçak koyacak yer bile kalmadığını anlattı.

On yaşındaki oğlu, burun kıvırmış ve masaya yaklaşmamış. Sebebini sorduklarında, “yiyecek bir şey bulamadığını, ton balığı olmadan sofraya oturmayacağını” söylemiş.

Baba ise o masanın ne büyük bir israf olduğunun farkındaymış. Ve küçük oğlunun gösterdiği o tavrın doğru olmadığının…

Depremden sonra ise bir soğuk sandviç ile günü geçirdiklerini söyledi de yüreğimiz burkuldu.

Şımarıklığı kul da sevmez, Mevlâ da.

*

Bugün, yıpratmak ve zarar vermek için kurumlarımızı kafalarına -veya talimata- göre sıraya koyanlar, amaçlarını gerçekleştirme fırsatı bulurlarsa, Allah korusun, bir süre sonra kıtlıkla tanışmak kaçınılmaz olabilir.

Ülkenin altına dinamit koymaya ant içenlerden başka ne beklenir?

Yıkmaya ant içmiş olanlara bir tavsiyemiz olsun.

Baylar ve bayanlar…

Ve arada kalanlar…

Tencere tavaları hazırlayın. Yanına birer tane de kepçe alın ki vurdukça iyi ses çıksın. Zira bütün kârınız, çıkardığınız o sesle sınırlı olacaktır. Ötesi hayâl!

Çünkü “adam” yine kazanacak.

Bu millet, adam olanla olmayanı ayırt edecek basirete ve ferasete sahiptir.

Aksi hâlde, ört yorganı ben ölem…