“Adam gibi adam” olmak

“Bir yaşlı kadın kimsesiz kalır, Ömer sorumlu! Yetim yavrular gözyaşı dökerler, Ömer sorumlu! Yoksulların evi bakımsızlıktan yıkılsa, yine altında Ömer kalır, başkası değil! Dünyada haksız yere bir damla kan dökse biri, o bir damla kan, koca girdap olur, boğar Ömer’i. Kalbi kırılanlar Ömer’e bedduâ ediyorlar. Mateme bürünmüş her yerden Ömer kovuluyor. Mademki Halîfe Ömer’dir, o hâlde her işten Ömer sorumludur. İnsanoğlu çok nankör, çok cahil, bunlara Ömer ne yapsın ey Allah’ım?”

BİZİM de “ömrümüz miktarınca” misafir olduğumuz bu dünyada, başlangıçtan günümüze kadar çok kıymetli insanlar yaşamış, ibret alabileceğimiz çok önemli olaylar olmuş. Bu erdemli insanlar gerek sözleri, gerekse davranışlarıyla diğer insanlara örnek olmuş, insanlık tarihine isimlerini altın harflerle yazdırmışlar.

Her biri bizim için “rol model” olan bu “adam gibi adam”lardan biri de İslâm tarihindeki İkinci Halîfe Hazreti Ömer’dir. Adaletin timsali olarak gösterilen bu kutlu sahabe öyle güzel bir ömür yaşamış ki hayran olmamak, örnek almamak mümkün değil.

Mehmed Âkif Ersoy’un Safahat’ında “Kocakarı ile Ömer” adlı bir şiir var. Her okuduğumda etkilendiğim bu şiiri “daha iyi anlaşılsın” diye günümüz Türkçesine çevirerek hikâye haline getirdim. Hazreti Ömer’in anlatmaya değer vasıflarından sadece bir örnek…

Kocakarı ile Ömer

(Bu olayı Hazreti Muhammed’in -sav- amcası Hazreti Abbas anlatmıştır.)

“Karanlık ve ayaz bir gecede Halîfe Ömer’i ziyaret etmek için evden çıkmıştım. Yollarda kimseler yoktu, etrafta derin bir sessizlik hâkimdi. Dışarıda benden başka kimse yok sanıyordum. Aradan çok zaman geçmemişti ki ileriden, karanlığın içinden iri yarı, heybetli bir adam belirdi. Heykel yapılı bu kişinin üzerinde beyaz bir hırka vardı ve koca bir yığın gibi heybetli heybetli geliyordu. O yürüdü, ben yürüdüm, karşılaştık ve selâmlaştık. Ben onu sesinden tanımaya çalışırken o beni tuttu. Bir de baktım ki Halîfe Ömer’den başkası değil.

Sordum: ‘Ya Ömer, geç vakitte nereye böyle?’ ‘Mahalleleri dolaşmaya çıkmıştım. Gel, beraber gezelim’ dedi.

Halîfe ile birlikte yollarda geziyorduk. Her taraf ıssız ve sessizdi. O saatte gezen, dolaşan, uyanık bir kişiye bile rastlamadık. Ömer, Allah’ın koruyucu gücü gibi yollarda dolaşıyor, kontrol görevini aksatmıyordu. İşte bundan dolayı şehir halkı huzur içinde uyuyordu. O Ömer ki, gökler kadar yücelmiş alnıyla, bir an sönmeyen bakışlarıyla parlak bir yıldız gibi ufukları aydınlatıyordu.

Ömer, her evin önünde duruyor, dinliyordu. İçeridekilerin bundan haberi olmuyordu. Hiçbir evi atlamadan, sağlı sollu her kapıyı kontrol ettik. Bir de baktık ki evler bitmiş ve biz Medîne’nin dışına gelmişiz. Geri dönmek üzereyken uzakta bir çadır gördük ve merakla yaklaştık. Yaşlı bir kadın ocağın başına oturmuş, ocaktaki çömleği karıştırıp duruyordu. Çadırdaki çocuklar ‘Acıktık, acıktık’ diye ağlıyorlardı. Kadın ise, ‘Durun yavrularım, şimdi pişecek’ diyordu. Fakat nasıl bir yemekse bu, bir türlü pişmiyordu. Çocuklar yeniden ağlamaya başlayınca Ömer selâm verdi ve çadırın içine girdi. Kadın asık bir suratla selâmı aldı. Ömer sordu: ‘Ey teyze, bu yavrular niçin ağlıyor?’ ‘İki günden beri karınları aç’ dedi kadın. ‘O hâlde neden yemek koymuyorsun önlerine?’ diye sorunca, ‘Yemek mi?’ dedi kadın, ‘Çömleğin içinde yemek mi var sandın? Sadece çakıl taşları ve su var. Kaynayan onlar. Belki susarlar diye çocukları böyle avutuyorum. Başka çârem yok. Çocukları kandırdığım için beni ayıplamayın’.

Halîfe sordu: ‘Peki, senin kocan, oğlun, kardeşin ya da akraban yok mu?’ ‘Hepsi öldü. Kimsem yok’ dedi kadın. ‘Bu küçükler çocukların mı?’ deyince, ‘Torunlarım’ dedi.

Halîfe yine sordu: ‘Niçin Halîfe’ye gidip derdini anlatmıyorsun?’ ‘Halîfe’ye, öyle mi?’ dedi kadın, ‘Allah kahretsin onu, yerlerde süründürsün! En kısa zamanda bu dünyada belâsını bulsun’. ‘Ömer ne yaptı sana teyze? Niçin böyle bedduâ ediyorsun?’ diye sordu Halîfe bu kez. ‘Ben yetim yavrularımı böyle avuturken Halîfe’nin yatıp uyuması doğru mu? O bizim başımız, biz ona Allah’ın emanetiyiz. Gelip hâlimizi sorsa kötü mü olur?’ dedi kadın. ‘Haklısın’ dedi Halîfe, ‘Yalnız… Zavallının işi pek çok! Belki gelmeye zaman bulamamıştır. Sen gidip söylemezsen senin hâlini nereden bilsin?’. ‘Bilmeyecekti de niçin başımıza Halîfe olmuş?’ diye cevap verdi kadın, ‘Böyle bir mazereti kim kabul eder? Lâfa bak! Zavallının işi çokmuş! Neymiş işi, savaş mı? Sen etrafındaki ihtiyaç sahipleriyle ilgilenme, Medîne halkını çıplak bırak, gazâ gazâ diye git, Mısır’da dolaş, sonra gel, savaşta kazandıklarını paylaş’.

Çocukların ağlama sesi arttıkça kadın daha da öfkeleniyordu. Yeniden bedduâ etmeğe başladı: ‘Benim bu feryatlarım bulutlara çıksın da oradan lânet yıldırımları olarak Ömer’in tepesine insin! Yetimlerin feryatları yağmur duâsına benzemez. O çığlıklar bir yıldırım gibi insanı perişan eder, yok eder.’

Çocuklar hiç susmadan bağrışıyorlardı: ‘Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…’

Kadından yine her zamanki cevap: ‘Susun yavrularım! İşte oldu, şimdi pişer!’

Yeniden söylenmeğe başladı kadın: ‘Gidip de söyleyecekmişim… Ben bu yaştan sonra dilencilik yapamam. Ömer de kimmiş? Ondan daha cömertti benim babam. Ölürüm de minnet etmem sizin Halîfenize!’

Ömer, kadının sözlerinden çok etkilenmişti. Ezik ve bitkin bir sesle konuştu: ‘Haklısın teyze, çocukları biraz daha oyala. Ben hemen gidip geleceğim.’

Halîfe önde, ben arkada, çıktık çadırdan. İkimiz de perişan hâldeydik. Hele Ömer! Bir suçlu gibiydi, âdeta bitmişti…

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yolda başıboş gezen köpekler bize havlıyordu, fakat biz onlara aldırmadan Medîne’nin eğri büğrü sokaklarında hızlı adımlarla yürüyorduk. Doğruca gıda maddelerinin konulduğu bir depoya geldik. Halîfe kapıyı açıp içeri girdi, ben de arkasından. Hemen bir mum yaktı, bir şeyler arıyordu. Bulmakta zorlanmadı ve bana seslendi: ‘Şu un çuvalını gördün mü? Onu benim sırtıma yükle. Sen de şu yağ testisini al.’

Depodan çıkıp kapıyı kilitledik. Çuval Halîfe’nin sırtında, yağ testisi bende, geldiğimiz yoldan geri dönüyorduk. Baktım yol uzun, Halîfe’nin yükü de ağır, bir teklifte bulundum: ‘Çuvalı biraz da ben götüreyim.’

Kabul etmedi. Hem yürüyor, hem de konuşuyordu: ‘Yorulmayı bırak, ölsem bile bana yardım etme sakın! Bu işin sorumluluğu bana ait. Kadın demin neler söyledi, duymadın mı Abbas? Yarın Allah’ın huzurunda hesap verirken kimse Ömer’in zararlarına ortak olmaz. Madem Halîfelik görevini yüklendim, bütün bunlardan ben sorumluyum. Dicle ırmağının kenarında bir kurt bir koyuna saldırsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.’

Ömer ha bire konuşuyor, kendini hesaba çekiyordu: ‘Bir yaşlı kadın kimsesiz kalır, Ömer sorumlu! Yetim yavrular gözyaşı dökerler, Ömer sorumlu! Yoksulların evi bakımsızlıktan yıkılsa, yine altında Ömer kalır, başkası değil! Dünyada haksız yere bir damla kan dökse biri, o bir damla kan, koca girdap olur, boğar Ömer’i. Kalbi kırılanlar Ömer’e bedduâ ediyorlar. Mateme bürünmüş her yerden Ömer kovuluyor. Mademki Halîfe Ömer’dir, o hâlde her işten Ömer sorumludur. İnsanoğlu çok nankör, çok cahil, bunlara Ömer ne yapsın ey Allah’ım? Bu halk, Peygamber’in yaptıklarını benden de bekliyor. Ben O’nun yaptıklarını yapamam ki... Ah Ömer ah! Neden aldın bu yükü sırtına sen?’

Halîfe’yi teselli etmek için şunları söyledim: ‘Sen bu görevi üstlenmeseydin kim gelip de senden iyi idare edecekti? Kim adaleti sağlamak için bu kadar çalışacaktı? Ey Ömer, sen melek değilsin, zalim bir Halîfe de değilsin! Bir insan olarak elinden gelen çabayı harcıyorsun. Bazı insanlar yaptıklarını bilmeyebilir, kıymetini takdir edemeyebilir. Bunlar seni ümitsizliğe düşürmesin. Onlar bilmese bile, gökyüzündeki yıldızlar gecenin karanlığında yük altında inleyen Ömer’i görüyorlar. Allah’ın huzuruna çıktığında gökteki yıldızlar şu una bulanmış yüzüne şahitlik edeceklerdir. Yaptığın hiçbir iş boşa gitmez.’

Baktım, sırtındaki un çuvalı onu iyice yormuştu. Yürümesi yavaşlamış, nefes nefese kalmıştı. Son bir gayretle çadırın yanına geldi, arkasındaki un çuvalını indirdi. Bana döndü, ‘Elindekini bırak, çuvalı içeri yerleştirelim’ dedi. Aceleyle çömleğin içini bir güzel temizledi. Çömleğe yağ koydu, sonra un kattı. Baktı ki ocak sönmek üzere, kadına seslendi: ‘Teyze, yakacak bir şeyler yok mu?’

Kadın beş on parça yaş diken getirdi. Ömer, dikenleri tutuşturmak için yere yattı, başladı üflemeye. Ocak tütüyor, Ömer üflüyordu. Beyaz sakalı yere değiyordu. Yüzü boncuk boncuk terlemişti. Ocaktan yığın yığın duman yükseliyordu. Sanki önümüzden beyaz bulutlar geçiyor gibiydi. Ömer yaş dikenleri alevlendirmeyi başarmıştı. Ocak yanınca yemek çabucak pişti. Ömer kadına seslendi: ‘Teyze, bir kabın varsa getir!’

‘Bu var, biraz büyük amma’ dedi kadın. Yemek sıcaktı, fakat çocukların bekleyecek hâli kalmamıştı. Ömer, soğutarak bir bir yedirdi çocuklara. Karnı doyan çocuklara bir canlılık ve neşe geldi. Ağlama sesleri, yerini sevinç çığlıklarına bırakmıştı. Hemen kendi aralarında oynamaya başladılar. Onların mutluluğu yaşlı kadını da sevindirmişti. Yüzünde önceki öfke kalmamıştı. Bu görüntü Halîfe Ömer’i o kadar sevindirdi ki âdeta kendinden geçirdi. Bir mutluluk denizinde yüzüyordu sanki.

Ona vakti hatırlatmak zorundaydım: ‘Sabah oluyor, kalkalım mı?’

Çadırdan ayrılırken Ömer, kadına şunları söyledi: ‘Yarın Halîfe’nin çalıştığı daireye gel, beni bul. Sana yardım etmeye çalışalım.’

Kadın çok memnun olmuş, öfkeli hâlinden eser kalmamıştı. Çocuklarla vedalaştıktan sonra oradan hızla uzaklaştık. Kimseye görünmeden doğruca Halîfe’nin evine gittik. Ben gitmek istedim, Ömer bırakmadı. ‘Şimdi nerdeyse güneş doğar, biraz daha kal’ dedi. Güneş doğdu, uyuyan şehir tamamen uyandı. Yeni bir gün başlamıştı. Öğleden sonra yaşlı kadın Halîfe’nin dairesine çıkıp geldi. Ömer, kadına yakın ilgi gösterdi: ‘Teyze, galiba gece uykusuz kaldın. Bundan böyle her ay senin ihtiyaçlarını karşılayacağız. Sıkıntı çekmeyeceksin. Şimdi beni affettin mi?’

Kadın, Ömer’i Halîfe yerinde görünce, gece çadıra gelen kişinin Halîfe olduğunu anlamıştı. Dondu kaldı, bir an ne diyeceğini bilemedi. ‘Adaletini her zaman böyle devam ettir’ dedi. Başı önde, sessizce oradan uzaklaştı…”