KUR’ÂN-ı
Kerim, devletin şekli, yönetim biçimi veya idarî yapılanma gibi konularda dört
temel prensipten başka detay vermez. Bunların birincisi adâlettir ve “her hak
sahibine hakkını tastamam vermek” anlamındadır.
Allah’ın El-Adl, Âdil olduğunun ve O’nun mülkünün adâlet üzere
kurulmuş olduğunun bilinmesi önemlidir. Zerreden kürreye kâinattaki adâlet,
insanın bedenindeki adâlet, yönetimdeki ve ekonomideki adâlet, hattâ
duygulardaki adâlet…
Türkiye son günlerde, yoğun gündem arasında fırsat
buldukça başta iktisadî yatırım, sosyal meselelerin tarihî mîrasa göre
düzenlenmesi, eğitim ve adlî yapının asrın icap ettiği şartlar muvacehesinde yapılanması
konularında yeniden bir inşâdan söz ediyor. Bunun tabiî mimarı, başta
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin icra organı olan Hükûmet ve bu tasavvurun
ortakları olan Cumhur İttifakı’ndan başkası değildir.
Konuyu Sayın Cumhurbaşkanı şöyle özetlemişlerdir: “‘Adâlet
mülkün temelidir’ diyerek devleti adâlet üzerinde inşâ eden ve yaşatan bir
medeniyetin temsilcileri olarak bu mesele, bizim önceliklerimiz arasında hep
ilk sıralarda yer almıştır. Bu sebeple şimdi
milletimizle paylaşacağımız Yargı Reformu Strateji Belgesi’ni, aynı zamanda
sonraki reform hazırlıklarının da başlangıcı olarak görebiliriz.”
Her meselede müracaat edilmesi şiar edinilecek kaynaklardan
biri, baş tâcı ettiğimiz Sünnet-i Seniyyedir. Tabiî olan şudur ki, bugün içinde
devlet inşâsında, ecdâdın mîrasına sahip çıkan ve örnek alan, istikbâl-i
medeniyet için ataların izinde giden devlet aklının, ilk İslâm Devleti’nin
kuruluş beyannâmesinden ilham aldığı/alacağı kanaatindeyim.
“İlk İslâm Devleti’nin anayasası” sayılan Medîne Sözleşmesi’nin
bir özetini arz edelim…
Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla iman
esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu hizmet sayesinde birçok kimse İslâm’ın
saâdetli sînesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve Müslümanlar
gözle görülür bir kuvvet hâline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslâm
düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı
vardı, o da sabır...
Fakat Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla
değişmişti. Müslümanlar imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe
yapabiliyorlardı. Hazreti Resûlullah’ın Medîne'ye gelir gelmez gerçekleştirdiği
en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensar’ı kardeş yapmış
olmasıydı. Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş
oluyordu. İslâm’ın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik
müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.
Ancak bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medîne’de
yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve
bazı Hıristiyanlar da vardı ve hâliyle mütecânis olmayan bir manzara arz ediyorlardı.
Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar
ile Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne
büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medîne
üzerine yürüyebilecekleri hususu... Aralarında
devam eden soğuk harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi. İşte Peygamber
Efendimizin önünde böylesi mühim meseleler duruyor ve bunlar hâl çâresi
bekliyordu. Bu yeni muhitte Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir
teşkilâtlanma rûhu ve havası getirmek icap ediyordu adlî, askerî, siyâsî anlamda.
Henüz Hicret’in birinci yılı bitmiş değildi. Resûl-i
Ekrem Efendimiz, bütün Medîne ahalisinin temsilcilerini Enes Bin Mâlik
Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâî prensiplerin
düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar netîcesinde bu prensipler düzenlendi ve
derhâl yürürlüğe konuldu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı. Bu
maddeler Hazreti Resûlullah’ın başkanlığında teşekkül eden ilk
İslâm Devleti’nin anayasasıydı. Hattâ bu vesika, sadece ilk İslâm
Devleti’nin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı
ilk anayasalardan biri olamyı teşkil etmekteydi.
Hazreti Muhammed’in (sas) hayatının her safhasını kendisine
rehber eden ecdâdımız Selçuklu ve Osmanlı, bu Sünnet-i Seniyyeyi baş tâcı
bilmiş hâlde cihanşümûl olmayı buna borçludurlar. Şimdilerde Selçuklu dönemini ekrana taşıyan “Uyanış: Büyük Selçuklu” dizisinin özet
slogan seçtiği “Kılıcın parlattığı, kalemin aydınlattığı bir çağın öyküsü” ifadesinin
hikmetini de böyle izah ediyorlar. Çünkü Büyük Selçuklu, kılıçla fethettiği
yerleri kalemle ihya ediyordu.
Selçuklu, her şeyden önce bizim
devlet ve kültür hâfızamızdır. Hakkında, “Her şeyin başladığı yer” diyebiliriz.
Osmanlı’ya can suyu olan Selçuklu’nun yeterince
bilinmediği, bir hakikattir. Selçuklu, Medîne Sözleşmesi’nin özüne bağlı kalmak
şartıyla Hazreti Muhammed’in (sas) şiarını baş tâcı edip uygulamıştır.
İslâm ülkesinde eşitliğe dair birkaç kesit
Necranlı
Hıristiyanlar, Hazreti Muhammed’den bir ahidnâme almışlardır. Bu ahidnâmenin
önceki anlaşmadan farklı olan tarafı ve en önemli maddeleri şunlardır: Müslümanlar Hıristiyanları bütün tehlikelere
karşı koruyacaklar (zimmet). Necranlıları kendileri ile birlikte savaşmaya
zorlamayacaklar. Necran’ın âdet ve kanunlarında hiçbir değişiklik
yapmayacaklar. Yıkılan bir kilisenin yeniden tamiri sırasında Müslümanlar Necranlılara
yardım edecekler. Papaz veya rahip olmayan ve yoksul olan halktan dört
dirhemden fazla vergi alınmayacak, tüccar ve zenginlerin vergisi on iki dirhem
olacak. Hıristiyan bir kadın, bir Müslümanın evinde kalırsa Müslüman olmaya
zorlanmayacak ve ibâdetinde serbest bırakılacak.
İslâm
egemenliğinde bulunan ve Müslüman olmayan halkın hukukî ve toplumsal durumları
bu esaslar çerçevesinde oluştu. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan farklılık,
imamların görüş ayrılığından ileri gelmiştir. Ancak bunlar da yine esasta
birleşmektedirler.
Osmanlı
Cihan Devleti, din ve mezhep farkını dikkate almaksızın, Müslüman olmayan halka
da tam bir eşitlik sağlamıştır. Onların seyahat ve ikâmet ile ilgili haklarını
sınırlandırmadığı gibi, giyim kuşam, mesken yapma gibi haklarına da müdahalede
bulunmamıştır.
Yavuz
Sultan Selim Han’ın 16 Mayıs 1517 tarihli bir fermanına göre, Müslüman
olmayanların Müslümanların kutsal yerlerine, buna karşılık Müslümanların da
kilise, manastır, havra ve özellikle de Kudüs’teki kutsal yerlere girmeleri
yasak edilmiş, kendisinden sonra Kanûnî ile de tasdik edilmiştir. Bu eşitlik,
15’inci yüzyıl ortalarında Türkiye’ye yerleşmiş olan Yahudi İzak Zarfati
tarafından da belirtilmekte, bu nedenle de Macaristan ve Almanya’daki
Yahudileri Türkiye’ye gelmeğe davet etmektedir. Tabiî olarak bu ferman, aynı
zamanda Müslümanları da kapsamına almaktadır. Bu bakımdan bir Müslüman ile gayr-i
Müslim eşitsizliği söz konusu değildir.
Daha
önceki Müslim ülkelerde Müslüman olmayanların Müslümanlardan daha büyük ve
yüksek ev yaptırmamaları gerekirken, Osmanlı döneminde bu konuda aynı uygulama
olmamıştır. Sadece Müslüman olmayanların cami, mescit ve türbelerin çevresinde
oturmaları yasaklanmıştır.
22
Eylül 1560 tarihli şekilde Şam Kadısına yazılmış bir hükümde, Hazreti Ömer Camiî’nin
yakınında bulunan Yahudi ve Hıristiyanlara ait evlerin, gerçek değerleri
üzerinden Müslümanlara satılması istenmiş, bu işin “şer-i şerif” gereği olduğu
fikri özellikle belirtilmiştir.
Hazreti
Muhammed’den (sas) Selçuklu ve Osmanlı’ya geçen İslâmî devlet yönetimi tarzı
sekiz asra yakın sürmüş, ancak Tanzimat’la beraber aslından sapmaya başlamış ve
nihâyet takriben yüz sene evvel Batı’dan gelen ecnebî rüzgârıyla mânevî
dinamiklerini kaybetmiştir. Şükürler olsun ki, bugün devlet aklının salimen ve
isâbetle yapmaya çalıştığı/yapacağı adâlet reformu fikri, Cumhurbaşkanımız
tarafından şöyle izah görmüştür:
“Kanûnî Sultan
Süleyman Han, ‘Kılıcın yapamadığını adâlet yapar’ diyor. Adâletin küçüldüğü
yerde zulüm büyüyor demektir. Bunun için adâleti, insan haklarını, özgürlükleri
geliştirmek üzere atılan her adım bizim için değerlidir, önemlidir. Yeni nesillere
bırakacağımız en büyük mîras, bu anlayış olacaktır.
Merhum Aliya İzzetbegoviç’in,
‘Biz savaşı öldüğümüzde değil, düşmanlarımıza benzediğimizde kaybederiz’ sözünü
asla unutmayacağız. İster ekonomik zenginlik, ister askerî güç, ister toplumsal
düzen olsun, her alanda kendi medeniyetimizin kodlarına, özellikle de adâlet
anlayışına göre hareket etmeyi bıraktığımız gün, kaybettiğimiz gün olacaktır!
Bugün Türkiye,
maruz kaldığı onca saldırıya rağmen dimdik ayakta ise, bunu değerlerine,
özellikle de ekonomik ve sosyal adâleti sağlama konusundaki hassasiyetine
borçludur. Elbette eksiklerimiz var, elbette bozulmalar yaşadığımız alanlar
var, elbette sıkıntıya düştüğümüz konular var. Her şeye rağmen kendi
medeniyetimize, kültürümüze, tarihimize olan bağlarımızı muhafaza ediyoruz. ‘Yitik,
kaybedildiği yerde aranır’ derler, biz de kaybettiğimiz değerlerimizi yine
kendi coğrafyamızda, kendi içimizde bulacağız. Bugün tanıtım toplantısını
yaptığımız türden reformlar da bu arayışta bize ışık tutacak, yol
gösterecektir.”
Bu
uğurda sarf edecek tarihî mîrasımızın zenginliği ve dünyaya ışık olan Hazreti Peygamber’in
ve de güzin ashâbının sözleri ve Onları örnek alan ecdâdımızın fiil ve sözleri,
yolumuzu aydınlatacaktır.
Adâlet
daima!
Mahzum kabilesinden olup hırsızlık yapan bir kadına verilen
cezayı düşürmesi için kadının akrabaları, Resûlullah’ın çok sevdiği Üsame’yi
aracılık etmesi için gönderirler. Resûlullah buna sert çıkar ve ardından halka
bir hutbe irat eder. Hutbesinde, önceki kavimlerin, güçlü kimseler
çaldıklarında bırakıp zayıflar çaldıklarında hâd uygulamaları yüzünden helâk
olduklarını belirttikten sonra, “Kızım Fâtımâ da olsa mutlaka cezalandırırdım” buyurur.
Hazreti Ali anlatıyor:
“Bir gün Ömer’i, binekli olarak ve telâş içinde giderken gördüm ve sordum: ‘Yâ
Emîre’l-Müminîn, nereye gidiyorsunuz?’ ‘Devlete ait develerden biri kaçmış, onu
aramaya gidiyorum’ dedi. ‘İnan ki, senden sonra bu milleti idare edecek
olanlara ağır bir yük bırakıyorsun! Herkes senin yaptığını yapamaz’ dedim. Bunun
üzerine Ömer şöyle konuştu: ‘Hazreti Muhammed’i (asm) Hak Peygamber olarak
gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir
kurt bir koyunu kapsa), korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer’den
sorulur!’”
Asr-ı Saâdet’ten sonra İslâmî hayatın devlet olma noktasında en
makulünü uygulayan ve Resulullah’a âşık ve bende, Büyük Selçuklu Devleti
hükümdarı Sultan Melikşah’ın Vezir Nizâmülmülk’e yönelttiği, “Hâce, bir
karıncanın sırtladığı buğday tanesinin hedefe varmasına engel olanların mesulü
biziz” mealindeki ifadesi, Selçuklu’daki Nebevî anlayışın hâkimiyet nişânesidir.
Bir başka örnek de Fatih Sultan Muhammed Han’dan…
Rivâyet olunur ki, Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan caminin inşaatında kullanılacak mermer
sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye
kızıp elini kestirir. Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa
uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister. Kadı, Padişah’ı çağırtır.
Padişah girdiğinde, İpsilanti Efendi dâvâcı mâkâmında, ayakta durmaktadır. Padişah maznun minderine bağdaş kurmak
üzereyken Kadı Efendi kükrer: “Begüm, hasmınla mürafaa-i şer
olunacaksın (dâvâcın ile
yüzleştirileceksin), ayağa kalk!”
Padişah kalkar, kendisini savunması istenince,
hatâ ettiğini belirtir. Kadı Efendi ise “kısasa kısas” hükmünü verir. Hüküm gereğince Padişah’ın da eli kesilecektir. Dinleyenler
dehşet ve hayretten donakalmışlardır. Padişah boyun bükmüş, hükme rızâ
göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki İpsilanti Efendi’nin
eli ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca dehşete düşer,
dâvâsından vazgeçtiğini bildirir…
Sonuç
Osmanlı Cihan Devleti’nin son demlerinde istemeyerek
hazırladığı Tanzimat Fermanı ile beraber Batı’ya olan hayranlığın neticesinde, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a kadarki Türk siyâsetinde “reform” vaatleri hep zayıflık
göstergesiydi. İktidarda kalmak için geri adım atma, bir şeylerden ödün verme
anlamına geliyordu. Bizdeki reformculuk geleneği, devleti ve milleti
güçlendirmekten ziyâde, genelde zayıflamasına yol açan bir işlev görmüştür. Bu
topraklarda “reform” denildiğinde, Batı’ya verilecek tavizler akla gelirdi ve ülke
adına vazgeçileceklerin adına “reform” denilmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu “reform” geleneğini ilk kez tersine
çeviren liderdir! Hakkı teslim etmek icap eder ki, son 18 yıllık iktidarı
döneminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı reformlar, Batı karşısında
Türkiye’nin güçlenmesine, ufkumuzun açılmasına yaramıştır. Yüz yıllık kumpasın
çemberini parçalayan Türkiye’nin bundan böyle yapacağı inşâ-i devlet işlerinin
ismine “reform” denir; başka şey her ne ise, özümüze, dünümüz ve dinimize göre
olmalıdır. Bu inşâ işlerinin muhalifleri bellidir. Cümle müstevliler, Bremen mızıkacıları,
CHP ve etrafına topladığı ittifak-ı ulusol, lâikos cenahı, PKK-HDP, FETÖ ve
onların patronları ve de nevzuhur klik mesâbesindeki partiler...
Vesselâm…