Adâlet mülkün temelidir

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu “reform” geleneğini ilk kez tersine çeviren liderdir! Hakkı teslim etmek icap eder ki, son 18 yıllık iktidarı döneminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı reformlar, Batı karşısında Türkiye’nin güçlenmesine, ufkumuzun açılmasına yaramıştır.

KUR’ÂN-ı Kerim, devletin şekli, yönetim biçimi veya idarî yapılanma gibi konularda dört temel prensipten başka detay vermez. Bunların birincisi adâlettir ve “her hak sahibine hakkını tastamam vermek” anlamındadır.

Allah’ın El-Adl, Âdil olduğunun ve O’nun mülkünün adâlet üzere kurulmuş olduğunun bilinmesi önemlidir. Zerreden kürreye kâinattaki adâlet, insanın bedenindeki adâlet, yönetimdeki ve ekonomideki adâlet, hattâ duygulardaki adâlet… 

Türkiye son günlerde, yoğun gündem arasında fırsat buldukça başta iktisadî yatırım, sosyal meselelerin tarihî mîrasa göre düzenlenmesi, eğitim ve adlî yapının asrın icap ettiği şartlar muvacehesinde yapılanması konularında yeniden bir inşâdan söz ediyor. Bunun tabiî mimarı, başta Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin icra organı olan Hükûmet ve bu tasavvurun ortakları olan Cumhur İttifakı’ndan başkası değildir.

Konuyu Sayın Cumhurbaşkanı şöyle özetlemişlerdir: “‘Adâlet mülkün temelidir’ diyerek devleti adâlet üzerinde inşâ eden ve yaşatan bir medeniyetin temsilcileri olarak bu mesele, bizim önceliklerimiz arasında hep ilk sıralarda yer almıştır. Bu sebeple şimdi milletimizle paylaşacağımız Yargı Reformu Strateji Belgesi’ni, aynı zamanda sonraki reform hazırlıklarının da başlangıcı olarak görebiliriz.”

Her meselede müracaat edilmesi şiar edinilecek kaynaklardan biri, baş tâcı ettiğimiz Sünnet-i Seniyyedir. Tabiî olan şudur ki, bugün içinde devlet inşâsında, ecdâdın mîrasına sahip çıkan ve örnek alan, istikbâl-i medeniyet için ataların izinde giden devlet aklının, ilk İslâm Devleti’nin kuruluş beyannâmesinden ilham aldığı/alacağı kanaatindeyim.

“İlk İslâm Devleti’nin anayasası” sayılan Medîne Sözleşmesi’nin bir özetini arz edelim…

Peygamber Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesâisini tamamıyla iman esaslarını anlatmaya hasretmişti. Bu hizmet sayesinde birçok kimse İslâm’ın saâdetli sînesine koşmuştu. İmanlı insanların sayısı çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet hâline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslâm düşmanlarına karşı her türlü maddî mukabele yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da sabır...

Fakat Hicret ile yeni bir muhite gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar imanlarının gereği olan her şeyi serbestçe yapabiliyorlardı. Hazreti Resûlullah’ın Medîne'ye gelir gelmez gerçekleştirdiği en mühim iş, daha önce bahsedildiği gibi, Muhacirlerle Ensar’ı kardeş yapmış olmasıydı. Efendimiz bununla Müslümanlar arasında kuvvetli bir ittifak kurmuş oluyordu. İslâm’ın ırk, dil, sınıf ve coğrafî ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyordu.

Ancak bununla her şeyin bitmediği muhakkaktı. Medîne’de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni muhitte Musevîler, müşrik Araplar ve bazı Hıristiyanlar da vardı ve hâliyle mütecânis olmayan bir manzara arz ediyorlardı. Buna bir de Arap kabileleri arasındaki tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmalar ile Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu kolayca anlayabiliriz.

Meselenin asla küçümsenmeyecek bir başka tarafı daha vardı: Mekkeli müşriklerin her an Medîne üzerine yürüyebilecekleri hususu... Aralarında devam eden soğuk harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi. İşte Peygamber Efendimizin önünde böylesi mühim meseleler duruyor ve bunlar hâl çâresi bekliyordu. Bu yeni muhitte Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, cemiyete bir teşkilâtlanma rûhu ve havası getirmek icap ediyordu adlî, askerî, siyâsî anlamda.

Henüz Hicret’in birinci yılı bitmiş değildi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün Medîne ahalisinin temsilcilerini Enes Bin Mâlik Hazretlerinin evinde bir araya topladı. Maksat, bazı içtimâî prensiplerin düzenlenmesi idi. Yapılan konuşmalar netîcesinde bu prensipler düzenlendi ve derhâl yürürlüğe konuldu. Mühim maddeler yazıldı ve taraflarca imzalandı. Bu maddeler Hazreti Resûlullah’ın başkanlığında teşekkül eden ilk İslâm Devleti’nin anayasasıydı. Hattâ bu vesika, sadece ilk İslâm Devleti’nin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasalardan biri olamyı teşkil etmekteydi.

Hazreti Muhammed’in (sas) hayatının her safhasını kendisine rehber eden ecdâdımız Selçuklu ve Osmanlı, bu Sünnet-i Seniyyeyi baş tâcı bilmiş hâlde cihanşümûl olmayı buna borçludurlar. Şimdilerde Selçuklu dönemini ekrana taşıyan “Uyanış: Büyük Selçuklu” dizisinin özet slogan seçtiği “Kılıcın parlattığı, kalemin aydınlattığı bir çağın öyküsü” ifadesinin hikmetini de böyle izah ediyorlar. Çünkü Büyük Selçuklu, kılıçla fethettiği yerleri kalemle ihya ediyordu.

Selçuklu, her şeyden önce bizim devlet ve kültür hâfızamızdır. Hakkında, “Her şeyin başladığı yer” diyebiliriz.

Osmanlı’ya can suyu olan Selçuklu’nun yeterince bilinmediği, bir hakikattir. Selçuklu, Medîne Sözleşmesi’nin özüne bağlı kalmak şartıyla Hazreti Muhammed’in (sas) şiarını baş tâcı edip uygulamıştır.

İslâm ülkesinde eşitliğe dair birkaç kesit

Necranlı Hıristiyanlar, Hazreti Muhammed’den bir ahidnâme almışlardır. Bu ahidnâmenin önceki anlaşmadan farklı olan tarafı ve en önemli maddeleri şunlardır: Müslümanlar Hıristiyanları bütün tehlikelere karşı koruyacaklar (zimmet). Necranlıları kendileri ile birlikte savaşmaya zorlamayacaklar. Necran’ın âdet ve kanunlarında hiçbir değişiklik yapmayacaklar. Yıkılan bir kilisenin yeniden tamiri sırasında Müslümanlar Necranlılara yardım edecekler. Papaz veya rahip olmayan ve yoksul olan halktan dört dirhemden fazla vergi alınmayacak, tüccar ve zenginlerin vergisi on iki dirhem olacak. Hıristiyan bir kadın, bir Müslümanın evinde kalırsa Müslüman olmaya zorlanmayacak ve ibâdetinde serbest bırakılacak.

İslâm egemenliğinde bulunan ve Müslüman olmayan halkın hukukî ve toplumsal durumları bu esaslar çerçevesinde oluştu. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan farklılık, imamların görüş ayrılığından ileri gelmiştir. Ancak bunlar da yine esasta birleşmektedirler.

Osmanlı Cihan Devleti, din ve mezhep farkını dikkate almaksızın, Müslüman olmayan halka da tam bir eşitlik sağlamıştır. Onların seyahat ve ikâmet ile ilgili haklarını sınırlandırmadığı gibi, giyim kuşam, mesken yapma gibi haklarına da müdahalede bulunmamıştır.

Yavuz Sultan Selim Han’ın 16 Mayıs 1517 tarihli bir fermanına göre, Müslüman olmayanların Müslümanların kutsal yerlerine, buna karşılık Müslümanların da kilise, manastır, havra ve özellikle de Kudüs’teki kutsal yerlere girmeleri yasak edilmiş, kendisinden sonra Kanûnî ile de tasdik edilmiştir. Bu eşitlik, 15’inci yüzyıl ortalarında Türkiye’ye yerleşmiş olan Yahudi İzak Zarfati tarafından da belirtilmekte, bu nedenle de Macaristan ve Almanya’daki Yahudileri Türkiye’ye gelmeğe davet etmektedir. Tabiî olarak bu ferman, aynı zamanda Müslümanları da kapsamına almaktadır. Bu bakımdan bir Müslüman ile gayr-i Müslim eşitsizliği söz konusu değildir.

Daha önceki Müslim ülkelerde Müslüman olmayanların Müslümanlardan daha büyük ve yüksek ev yaptırmamaları gerekirken, Osmanlı döneminde bu konuda aynı uygulama olmamıştır. Sadece Müslüman olmayanların cami, mescit ve türbelerin çevresinde oturmaları yasaklanmıştır.

22 Eylül 1560 tarihli şekilde Şam Kadısına yazılmış bir hükümde, Hazreti Ömer Camiî’nin yakınında bulunan Yahudi ve Hıristiyanlara ait evlerin, gerçek değerleri üzerinden Müslümanlara satılması istenmiş, bu işin “şer-i şerif” gereği olduğu fikri özellikle belirtilmiştir.

Hazreti Muhammed’den (sas) Selçuklu ve Osmanlı’ya geçen İslâmî devlet yönetimi tarzı sekiz asra yakın sürmüş, ancak Tanzimat’la beraber aslından sapmaya başlamış ve nihâyet takriben yüz sene evvel Batı’dan gelen ecnebî rüzgârıyla mânevî dinamiklerini kaybetmiştir. Şükürler olsun ki, bugün devlet aklının salimen ve isâbetle yapmaya çalıştığı/yapacağı adâlet reformu fikri, Cumhurbaşkanımız tarafından  şöyle izah görmüştür:

“Kanûnî Sultan Süleyman Han, ‘Kılıcın yapamadığını adâlet yapar’ diyor. Adâletin küçüldüğü yerde zulüm büyüyor demektir. Bunun için adâleti, insan haklarını, özgürlükleri geliştirmek üzere atılan her adım bizim için değerlidir, önemlidir. Yeni nesillere bırakacağımız en büyük mîras, bu anlayış olacaktır.

Merhum Aliya İzzetbegoviç’in, ‘Biz savaşı öldüğümüzde değil, düşmanlarımıza benzediğimizde kaybederiz’ sözünü asla unutmayacağız. İster ekonomik zenginlik, ister askerî güç, ister toplumsal düzen olsun, her alanda kendi medeniyetimizin kodlarına, özellikle de adâlet anlayışına göre hareket etmeyi bıraktığımız gün, kaybettiğimiz gün olacaktır!

Bugün Türkiye, maruz kaldığı onca saldırıya rağmen dimdik ayakta ise, bunu değerlerine, özellikle de ekonomik ve sosyal adâleti sağlama konusundaki hassasiyetine borçludur. Elbette eksiklerimiz var, elbette bozulmalar yaşadığımız alanlar var, elbette sıkıntıya düştüğümüz konular var. Her şeye rağmen kendi medeniyetimize, kültürümüze, tarihimize olan bağlarımızı muhafaza ediyoruz. ‘Yitik, kaybedildiği yerde aranır’ derler, biz de kaybettiğimiz değerlerimizi yine kendi coğrafyamızda, kendi içimizde bulacağız. Bugün tanıtım toplantısını yaptığımız türden reformlar da bu arayışta bize ışık tutacak, yol gösterecektir.”

Bu uğurda sarf edecek tarihî mîrasımızın zenginliği ve dünyaya ışık olan Hazreti Peygamber’in ve de güzin ashâbının sözleri ve Onları örnek alan ecdâdımızın fiil ve sözleri, yolumuzu aydınlatacaktır.

Adâlet daima!

Mahzum kabilesinden olup hırsızlık yapan bir kadına verilen cezayı düşürmesi için kadının akrabaları, Resûlullah’ın çok sevdiği Üsame’yi aracılık etmesi için gönderirler. Resûlullah buna sert çıkar ve ardından halka bir hutbe irat eder. Hutbesinde, önceki kavimlerin, güçlü kimseler çaldıklarında bırakıp zayıflar çaldıklarında hâd uygulamaları yüzünden helâk olduklarını belirttikten sonra, “Kızım Fâtımâ da olsa mutlaka cezalandırırdım” buyurur.

Hazreti Ali anlatıyor:
“Bir gün Ömer’i, binekli olarak ve telâş içinde giderken gördüm ve sordum: ‘Yâ Emîre’l-Müminîn, nereye gidiyorsunuz?’ ‘Devlete ait develerden biri kaçmış, onu aramaya gidiyorum’ dedi. ‘İnan ki, senden sonra bu milleti idare edecek olanlara ağır bir yük bırakıyorsun! Herkes senin yaptığını yapamaz’ dedim. Bunun üzerine Ömer şöyle konuştu: ‘Hazreti Muhammed’i (asm) Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa), korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer’den sorulur!’”

Asr-ı Saâdet’ten sonra İslâmî hayatın devlet olma noktasında en makulünü uygulayan ve Resulullah’a âşık ve bende, Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Sultan Melikşah’ın Vezir Nizâmülmülk’e yönelttiği, “Hâce, bir karıncanın sırtladığı buğday tanesinin hedefe varmasına engel olanların mesulü biziz” mealindeki ifadesi, Selçuklu’daki Nebevî anlayışın hâkimiyet nişânesidir.

Bir başka örnek de Fatih Sultan Muhammed Han’dan…

Rivâyet olunur ki, Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan caminin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye kızıp elini kestirir. Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister.  Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah girdiğinde, İpsilanti Efendi dâvâcı mâkâmında, ayakta durmaktadır. Padişah maznun minderine bağdaş kurmak üzereyken Kadı Efendi kükrer: “Begüm, hasmınla mürafaa-i şer olunacaksın (dâvâcın ile yüzleştirileceksin), ayağa kalk!”  

Padişah kalkar, kendisini savunması istenince, hatâ ettiğini belirtir. Kadı Efendi ise “kısasa kısas” hükmünü verir. Hüküm gereğince Padişah’ın da eli kesilecektir. Dinleyenler dehşet ve hayretten donakalmışlardır. Padişah boyun bükmüş, hükme rızâ göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki İpsilanti Efendi’nin eli ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca dehşete düşer, dâvâsından vazgeçtiğini bildirir…

Sonuç

Osmanlı Cihan Devleti’nin son demlerinde istemeyerek hazırladığı Tanzimat Fermanı ile beraber Batı’ya olan hayranlığın neticesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kadarki Türk siyâsetinde “reform” vaatleri hep zayıflık göstergesiydi. İktidarda kalmak için geri adım atma, bir şeylerden ödün verme anlamına geliyordu. Bizdeki reformculuk geleneği, devleti ve milleti güçlendirmekten ziyâde, genelde zayıflamasına yol açan bir işlev görmüştür. Bu topraklarda “reform” denildiğinde, Batı’ya verilecek tavizler akla gelirdi ve ülke adına vazgeçileceklerin adına “reform” denilmişti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu “reform” geleneğini ilk kez tersine çeviren liderdir! Hakkı teslim etmek icap eder ki, son 18 yıllık iktidarı döneminde Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı reformlar, Batı karşısında Türkiye’nin güçlenmesine, ufkumuzun açılmasına yaramıştır. Yüz yıllık kumpasın çemberini parçalayan Türkiye’nin bundan böyle yapacağı inşâ-i devlet işlerinin ismine “reform” denir; başka şey her ne ise, özümüze, dünümüz ve dinimize göre olmalıdır. Bu inşâ işlerinin muhalifleri bellidir. Cümle müstevliler, Bremen mızıkacıları, CHP ve etrafına topladığı ittifak-ı ulusol, lâikos cenahı, PKK-HDP, FETÖ ve onların patronları ve de nevzuhur klik mesâbesindeki partiler...

Vesselâm…