ELLERİMİZ var; ayaklarımız, gözlerimiz ve daha pek
çok iç ve dış organımız… Bazen bunların yokluğuyla imtihan olabiliyoruz. Bazen
de aksamalarla verimli kullanamayabiliyoruz. Hepsinde bir hikmet var. Rabbin
verdiğinde de, aldığında da o hikmeti görebilmek gerek.
“Dünya” dediğimiz
imhitanhânede elbet bir şeylerin yokluğuyla sınanacağız. Bazen huzur noksan
olacak, bazen refah. Bazen hepsi birden olacak da insan bedenen yorgun düşecek.
Ardından huzur ve refah günleri başlayacak; insanı şükre götürecek, sabır ve
şükür arasına tövbeler ekleyecek kalpler…
Ama işte ellerimiz
ve ayaklarımız var. Ne büyük nimet! Onları idare edecek beynimiz ve beynimizi
destekleyen hücreler, damarlar, nöronlar… Tüm bu materyalleri anlamlı kılan bir
işletim sistemi ve sistemi güncel tutan bir ruh…
Ve
insan aldandı!
İnsanın aldanışı,
zannedildiği üzere iman etmek ve etmemek noktasında bile değildi. O çok daha
akıl gerektiren bir eylemdi. Aklın daha minimal seviyede bilgileri
kavrayabilecek bir erginliğe sahip olabilmesi, ancak inanç ve inançsızlık
noktasında bir ehliyet verebilirdi.
Kiminin adına “profesör”
dendi, kimine “yönetici”, kimine “doktor”… Bu yüce (!) sıfatları giyen herkes
akıllı varsayıldı. Aklın gerektirdiği kavrama ve çözümleme süreçlerini es geçen
tüm bu sıfat sahiplerinin, insanın el ve ayaklarının varlığından, onların bir
et ve kemik yığınıyken mucizevî hareket kabiliyetinden ve kabiliyeti Verenin
kudretinden habersiz oluşları şaşırtıcıydı.
İnsan, daha
ellerin kabiliyetinin nereden geldiği hususunda bile akılcı bir inancı var
edememişken, o elleri bencilce, çıkarı beslercesine, benliği yüceltircesine
biçimlendirme ve şekillendirme yolunda kullandı. Bunu yaparken yıktı, bozdu ve
üzdü. Hâlbuki kudret elde değildi. Eğer bir varlığa kudret atfedeceksek,
kusurdan münezzeh olmalıydı. Vücutta bir damar işlevini yitirse de, o damar
elleri ve kolları beslemekten vazgeçse, o ellerin hükmü bitiverirdi. Ya da
düşerdi insan, kırılırdı eli kolu… Sarsılmaz sanılan iktidar yerle bir olurdu.
Beynin sinirleri
hasar görüverse, eli kolu şöyle dursun, nefesi bile alacak ehliyete el
koyulurdu. Öyle insan, kudret ve sarsılmaz bir yetki sahibi değildi.
Ama o ellerle
vurdu, o ellerle yaktı, o ellerle perişan etti. Nasıl bir cüretti ki bu, insan,
ellerin sahibi bile değildi.
Yaradan her şeyi
bir hikmetle var etmişti oysa…
İnsanın anatomisi
hem en faydalı şekilde tasarlanmış, hem de insanın acziyetini de bir o kadar beyan
eden bir anlatımla var edilmişti. İnsan bir mesafeye kadar görebiliyor, bir
miktara kadar taşıyabiliyor, bir sınır dâhilinde yürüyüp koşabiliyordu. İnsan
sadece belli şartlar ve gereklilikler tamam olduğunda nefes alabiliyor, yemek
yiyebiliyor ve yaşamını sürdürebiliyordu. Hiçbir şey, her şeye rağmen değildi.
Her şey ise bir şey ile birlikteydi. Kudretin ve hükûmetin insana ait
olmadığını ve kendinde var olan bütün melekelerin Rabbin merhametiyle
lütfedildiğini anlamaktı aklın işi.
Akıl daha bu
seviyeyi geçmeden çok büyük işlere kalkıştı. Erk sahibi sandı ellerini,
ayaklarını… Onlarla sıfatlar giydi üstüne. Hepsi eğreti durdu insanda…
Doğum
ve ölüm acziyeti
Yaradan güce, O
İlâhî Mâkâma secde etmeyen insan, kendini kıble zannetti. Baş eğdirmek, el
öptürmek gayesinde kullandı tüm zannettiklerini. “Ben” zannetti insan. “Benim”
zannetti. Değildi. Çünkü doğmuştu insan. Konuşmaktan, yemek içmekten,
yürümekten ve bilmekten aciz bir hâlde gelmişti dünyaya. Sonra büyüyüp nice
sıfatlar da giyse üstüne, ilk hâlinde gizliydi varoluş kodları. Bu, Rabbin
kâinattaki ayetlerinden biriydi. İnsan kendi iradesi dışında doğar, iradesi
dışında yürüme, konuşma ve anlama kabiliyetlerine erişirdi. Ve gün gelir, yine
iradesi dışında ölüverirdi. Ölmek de kudretin insanda olmadığının ispatıydı.
Kudret sahibi doğmaz ve ölmezdi. O hâlde neydi insan? Asıl Kudret Sahibinin “Ol” dediği bir varlıktı. Şerefli ve kıymetli bir varlık... O şerefi, kendine verilen beden ve ruh lütfunu çıkarına kullanarak yerle bir etti.