Acının tarifi yok

Daha önce birçok deprem ve badire yaşamış ülkemiz bunun da üstesinden Allah’ın izniyle gelecek, hiçbir üzüntü ve sıkıntı baki kalmadığı gibi bu da geçecektir. Rabbimiz kimisini “musibetin” kendisiyle imtihan ederken, diğerlerini ise “musibet” karşısındaki tutum ve tavrıyla sınamaktadır. Hiçbirimiz bir diğerinin yaşadığı sınavdan muaf değiliz.

6 Şubat 2023 gününün sabahında, hepimiz büyük bir korku ve kederle karışık, karanlık bir güne gözlerimizi açtık. Merkez üssü Kahramanmaraş olmak üzere on ilimizi (Hatay, Gaziantep, Kilis, Diyarbakır, Malatya, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Şanlıurfa) etkisi altına alan büyük bir deprem haberi hepimizin içini yakıp kavurduğu gibi büyük bir kedere boğdu.

Tam olarak ne olup bittiğini anlama çabasındayken, aynı bölgeden ikinci bir deprem haberiyle tekrar yıkıldık. Televizyonlardan edindiğimiz haberler neticesinde, dünya üzerindeki en büyük yıkımlardan birini yaşadığımızı, afetin bizim tahayyül sınırlarımızı aşan boyutta olduğunu, ciddî can ve mal kayıpları yaşandığını ancak bir zaman sonra idrak edebildik. Sanki bu şehirlerimiz atılan atom bombalarıyla adeta haritadan silinmişlerdi.

O gün, ülkemiz için tarihi unutulmayacak, tarifiyse imkânsız acı duyguların yaşandığı kara bir Pazartesi oldu. Oradaki insanlar adeta can pazarı yaşıyor, diğer bölgelerimizdeki insanlar ise yakınlarından haber alamamanın kederi ve ellerinden hiçbir şey gelmiyor olmasının çaresizliğini iliklerine kadar hissettiler. Olumsuz soğuk hava koşullarının ağırlığıyla birlikte, yollardaki kaymalar-yıkımlar ve enkazlar nedeniyle ulaşımla ilgi sorunların yaşandığını duymak üzüntümüzü katbekat artırdı. Burası hepimiz için kelimelerin kifayetsiz kaldığı, sözün bittiği yerdi.

Ülke olarak insanlık tarihinde çok az rastlanabilecek bir olay yaşıyorduk. Enkaz altındaki canları düşündükçe nefes alamıyormuş hissiyatına kapılıyor insan. “Allah’ım, onları Yunus’u (as) balığın karnından kurtardığın gibi kurtar” duasını yapmaktan başka elimizden bir şey gelmedi. Her birimizin üzüntüden yediği boğazından geçmezken, üzerimize giydiklerimizle ısınamadığımız gibi, yattığımız yataklarda huzur bulamıyorduk. Adeta o döşekler taşa ve dikene dönüşüyordu. Oradaki insanların acısını ve çaresizliğini düşündükçe gözyaşlarımıza hâkim olamadık.

Yaşadığımız bu yoğun çaresizlikle her dakika dua etmekten başka bir şey elimizden gelmezken “Ne yapabiliriz?” derdine düştük. Gün birlik ve beraberlik günü, acıları paylaşma zamanıydı. Olması gereken buydu. Ekmeğimizi paylaşma, acı içinde kıvranan insanlarımızın yaralarının sarılması gerekiyordu. Hazreti İbrahim’in (as) yanan ateşine su taşıyan karınca misali, “Benim taşıdığım sudan ne olur ki?” demeden, etrafımdaki herkesin bir gayret içerisinde olduğunu gördüm. Bu dayanışma şerrin içindeki hayırlardan biriydi sanırım.

Allah’ım, bu neydi? İzlediklerim, dinlediklerim ve okuduklarım kıyametin bir provası mıydı? Yaptığı hiçbir şey hikmetsiz olmayan Rabbimizin bu doğal afetlerde bizim bilmediğimiz, akıllarımızın sınırlarını aşan mutlaka hikmetleri vardır. Sadi-i Şirazî, “İdrak kulağından gaflet pamuğunu çıkarmalısın ki ölülerin nasihatini duyabilesin” der. Bizlerin de duyması, anlaması ve idrak etmesi gereken bir şeyler olmalıydı.

Bu yaşananlar insanoğlunun acziyetinin sınandığı görüntülerdi. Sanki Kur’ân-ı Kerim’in tasvir ettiği, vakti bilinmeyen o gün gibi (kıyamet), herkesi huzurlu uykusunda uyurken yakalamıştı. Kulakları sağır eden bir gürültüyle devasa binalar, büyük sarsıntılarla yerle bir olmuş. Annelerin çocuklarını unuttuğu, gebe kadınların bebeklerini düşürdüğü, mal mülk, para pul, şan şöhret ve itibarın anlamını yitirdiği ve insanların sadece kendi canlarını kurtarmak derdine düştüğü, bugüne kadar tutunduğu ne varsa, yılanla çıyandan kaçar gibi kaçtığı o gün gelip çatmış mıydı? Yoksa bu yaşananlar bir prova mıydı?  

Yaşayanlar ve ekran karşısında izleyen bizler için ne büyük bir ibret ve imtihan sahnesiydi bu. Kurtarılan çocuklarla ilgili görüntülerde ise yaşadıkları olayın şokuyla kimisi annesini, kimisi kardeşini soruyordu. Bazıları ise gireceği üniversite sınavının telaşına düşmüş hâlde kitaplarını istiyor, kimisi kurtarma ekibine “Ben şimdi haberlere mi çıkacağım ağabey?” diyordu. Yaşadıkları olayın çok da şuurunda olmadıkları o kadar belliydi ki… Ah!

Ekranlardaki her bir kurtarma görüntüsüyle içimizi bir nebze ferahlatan kurtarma ekiplerinin o soğuk gün ve gecelerde canını dişine takıp yorulmak nedir bilmeden, bir can daha fazla kurtarabilmek çabasıyla çalışmalarının gurur verici tablolarını anlatmaya söyleyecek söz bulamıyorum.

Her birimizin hayatında derin izler bırakacak ve büyük öğretileri olacak bir zaman diliminden geçtiğimiz ise bir muhakkak. Her zaman olduğu gibi bu durumu istismar etmek isteyen, yalan ve olur olmadık haberleri yayan, çatlak sesler çıkaran, videolar paylaşıp insanların bozulmuş morallerini iyice demoralize etmeye çalışan bir güruh, her zaman olduğu gibi yine iş başındaydı. Bu da bu işin doğası mıdır, nedir, bazı insanlar ne yiyip ne içiyor da kafaları hainlik, film fırıldak, hırsızlık, fırsatçılık gibi konulara bu kadar çok çalışıyor. Bu tür durumları fırsat biliyor ve insanların acılarına zerre saygı duymamakla birlikte maddî ve manevî menfaat devşirmeye kalkıyorlar.

Hayat, Cenab-ı Hakk’ın en baştan almakla, vermekle, eksiltip çoğaltmakla sınayacağını söylediği bir yer değil miydi? Onun gazabı karşısında sınacağımız tek sığınak yine O’nun rahmetidir. Oysa dünya dediğimiz bu âlem, sabır ve şükür arasında gidip geldiğimiz bir “say”dır.

Daha önce birçok deprem ve badire yaşamış ülkemiz bunun da üstesinden Allah’ın izniyle gelecek, hiçbir üzüntü ve sıkıntı baki kalmadığı gibi bu da geçecektir. Rabbimiz kimisini “musibetin” kendisiyle imtihan ederken, diğerlerini ise “musibet” karşısındaki tutum ve tavrıyla sınamaktadır. Hiçbirimiz bir diğerinin yaşadığı sınavdan muaf değiliz. Çünkü aynı sınıfın öğrencileriyiz. Konu aynı fakat sorular farklı yerlerden…

Hayır da, şer de Allah’tandır.