FARKLI şekillerde
anlatılsa da vermek istediği mesaj itibariyle aynı olan anonim bir hikâye
vardır.
Adamın
biri, olur olmadık her şeyi dert eder, olanlara canı sıkılır, moralini
bozarmış. Bir sabah kalkmış, “Bugün hiçbir şeyi dert etmeyeceğim” diye kendi
kendine söz vermiş. Akşama kadar gezip dolaşmış ve o gün dert edecek hiçbir şey
çıkmamış karşısına. Akşam eve dönerken içinden demiş ki, “Nihâyet gailesiz bir
günüm oldu. Bu akşam hiçbir şeyi dert etmeden güzel bir uyku çekeceğim”. Tam
eve girecekken komşunun oğlu seslenmiş: “Emmi, emmi! Duydun mu, bizim eşek
kuyruksuz sıpa doğurdu!”
Bunu
duyar duymaz adamı almış bir tasa. Yine sancılanmaya başlamış. Uyumak için
yatağa girince bir sağa dönmüş, bir sola. Zihninden düşünceleri çıkarmaya
çalışmış lâkin bir türlü becerememiş. Buna alışkın olan hanımı sormuş: “Bey,
yine ne oldu?” Adam cevap vermiş: “Ne olacak hanım, dertsiz bir günüm olsun
istedim, bugün de komşunun eşeği kuyruksuz sıpa doğurdu!”
Hanımı,
“Bunu neden dert edersin acaba?” diye sormuş. Her şeyi dert etme konusunda
mahir olan adam anlatmış: “Yarın bu kuyruksuz sıpa kocaman eşek olacak, komşu
onunla odun kesmeye gidecek. Üstüne odunu yüklediğinde eşeğin ayağı kayar,
dereye yıkılırsa ve ben de yardım etmek zorunda kalırsam, eşeği kaldırmak için
kuyruğundan tutmak gerekecek. E, bu eşeğin kuyruğu yok, ben neresinden
tutacağım?”
Bu
hikâyede olduğu gibi gerekli gereksiz o kadar şeyi dert ediyoruz ki…
Aristo’ya
atfedilen “İnsan düşünen bir hayvandır” sözünü “İnsan tasa eden bir hayvandır
(canlıdır)” olarak ifade edebiliriz. Düşünmek, nihayetinde tasalanmayı
gerektirir.
Bu
dünyanın mihnet dünyası olduğunu biliyoruz. Lâkin günlük hayatımızda
rutinlerimize baktığımız zaman öyle küçük meseleleri dert ediniyoruz ki
yukarıdaki hikâyede olduğu gibi, dertlerimiz “kuyruksuz sıpa” mesabesinde. Bunu
anlamak için insanın dışarıdan kendine bakması gerekiyor. Ancak hayatın
gündelik telaşı arasında bu pek mümkün değil. Sürekli koşuşturmaca, sürekli bir
şeyleri yetiştirme, bir şeylere yetişme… “Şu önümüzdeki işleri bir bitirsek
rahatlayacağız, düzlüğe çıkacağız” gibi bir yanılsama ile senelerdir kendimizi
teselli ederiz ama beklediğimiz o düzlük bir türlü gelmedi. Bu durumumuzu bir
kamyon arkası yazı özetliyor: “İleride güzel günler göreceğiz demişlerdi.
Daha ne kadar gideceğiz?”
İnsanın
tasalanma kabiliyeti olan bir varlık olmasından dolayı bu dünyada mutlak
anlamda mutlu olması mümkün değil. Hiçbir şeyi takmayacağım diye kendi kendine
telkin yapsa bile bu da mümkün değil. Çünkü dünyanın sıkıntısı sadece insanın
kendi heyulalarından kaynaklanmıyor. Dünyanın fâniliği, sahip olduğumuz ne
varsa bir gün elimizden çıkıp gideceği gerçeği, zamanımızın sınırlılığı ve
yaşadığımız her anın bizi ölüme bir adım daha yaklaştırıyor olması tüm
tasaların zeminini oluşturuyor. “Güzel günler göreceğiz, güneşli günler”
şeklinde dillendirilen mısralar geleceğe dair umut aşılasa da dert ve tasaları
bastırmak dışında bir esprisi yoktur. Güzel günler görürüz belki ama onun da geçip
gideceği gerçeğini unutmamalıyız.
Bu
durumda, yaşadığımız sürece ne dert bitecek, ne tasa. Bunlardan sıyrılmak
hiçbir şekilde mümkün olmayacağına göre, anlamlı şeyleri dert edinmek, önemli
meseleleri tasa etmek gerekir.
“Kuyruksuz
sıpa derecesindeki dertlerin günümüzdeki karşılığı nedir diye?” düşündüğümüzde,
tuttuğumuz futbol takımının yenilmesinden tutun da trafikte arkamızdaki
arabanın bizi sağımızdan geçmesine, iş arkadaşımızın bize somurtmasından
yöneticimizin bize laf atmasına, sosyal medyada yazdığımız mesajın
beğenilmemesinden televizyondaki konuşmacının sevdiğimiz siyâsî parti liderini
eleştirmesine kadar birçok mesele aklımıza gelebilir.
Bu
sıradan, basit ve gereksiz dertleri dert olmaktan çıkarmak bizim
sorumluluğumuzda. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmezsek, bir kere geldiğiniz şu
dünyadan göçüp giderken yanınızda “kuyruksuz sıpa” derecesindeki dertlerden
başka bir şey kalmayacaktır. İnsan her şeyi dert eder ama sahip olduğu aklî
melekeleriyle de anlamlı şeyleri dert etmesi gerekir. Ne yazık ki, ne kadar boş
şeyle meşgul olduğumuzu ancak bir üst düzey acılara maruz kaldığımızda
anlayabiliyoruz.
Meselâ
işleriniz ters gitse, geçim sıkıntısı çekmeye başlasanız, sevdiğiniz insanlarla
aranız bozulsa, dost bildikleriniz size ihanet etse, bir sınavı kazanamamış
olsanız “kuyruksuz sıpa” derecesindeki en alt düzey dert ve tasalar
gündeminizden düşer. Bu ikinci düzey dertleri yaşadıkça onlar anlamsız hâle
gelir.
Bir
de düşünün; ciddî bir trafik kazası geçirseniz, kendiniz ya da bir yakınınız
ciddî bir hastalığa yakalanmış olsa, hayat rutininizi bozacak bir felâketle
karşı karşıya kalsanız, çok sevdiğiniz birisi hayata veda etse… Bu sefer
birinci ve ikinci düzeyde bizi meşgul eden dertler bu üçüncü düzeydekiler
sayesinde önemsizleşir.
Son
olarak, ölüm kapınızı çaldı ve artık bu hayata veda ediyorsunuz. Şöyle düşünüp
geriye baktığınızda, dünyalık olan ne varsa hepsinin anlamını yitirdiğini
görürsünüz. İşte ölüm, bu gücü sayesinde hayata anlam katar! Ölüm olmasaydı,
hayatın da bir anlamı olmazdı.
Burada
dört düzey dert ve tasadan bahsettik. Yukarıya doğru dertler acıya ve en son
ölüme dönüştü. Aralara onlarca farklı düzey eklenebilir (Şekil 1).
Şekil 1. Acı Hiyerarşisi
Şekil
1’in en altındaki birinci düzey meselelerle meşgul olurken, hiyerarşinin
üstündekilerinin şuurunda olmamız, hayatımıza anlam katmak için önemlidir. Hem
gereksiz şeyleri dert etmekten kurtuluruz, hem de karşılaştığımız problemler
karşısında iyi sınav verme imkânı elde ederiz. Acının her düzeyi, altındakileri
anlamsızlaştırır ya da onlara daha üst düzey çözümler bulmamıza yardımcı olur.
Düşünelim;
insanın başına her türlü felâketin gelebileceği, her hâlin geçici olduğu, her
başlayanın biteceği ve her fâninin öleceği şuuru ile karşılaştığımız
problemlere çözüm arasak, küçük hesaplardan, lüzumsuz takıntılardan, gururdan,
kibirden, kıskançlıktan, hasetten kurtulmuş oluruz.
Buradan
acıyı yücelttiğimiz sonucu çıkarılmasın. İnsan acılar yaşamamak için mücadele
etmeli, onlardan kaçmak için tedbirler almalı. Ham insan, pişmek için kendini
yakmanın yolunu bulabilmeli. Bunu tefekkür ederek, okuyarak, gezerek, görerek,
birinden öğrenerek, her şeyden ibret alarak da yapabilir, istemeden başına
gelecek felâketlerle de olgunlaşabilir. Acılar insanı insan yapar, hakikate
yaklaştırır, büyütür, güçlendirir. Ama insan bazen de yaşadığı onca belâ ve
musibetten ders çıkarmaz. Başına gelen acılardan ders çıkarmayan insan, aslında
felâketlerin en büyüğüne yakalanmıştır.
Acı istenmez, başa gelir ve yaşanır. Her acıyı anlamsızlaştıracak bir üst acı muhakkak vardır. Aksi hâlde hangi acıya katlanılabilir?