
AÇIK Toplum Vakfı (ATV),
eski adı ile Açık Toplum Enstitüsü (1993), Yahudi milyarderi George Soros
tarafından kurulmuştur. Kuruluş amacı olarak adalet, eğitim, sağlık ve medya
bağımsızlığı için dünyanın her tarafında sivil toplum kuruluşlarını malî
bakımdan desteklemek üzere kurulduğunu ileri sürmüştür. Vakfın/enstitünün adı,
Karl Popper’in “The Open Society and Its Enemies” (Açık Toplum ve Düşmanları,
Çeviren: Mete Tunçay, İstanbul 1989) adlı kitabından alınmıştır.
ATV, George Soros’un 1984’te kurmuş olduğu Soros Vakfı tarafından
desteklenmektedir. Aslında ATV, Soros Vakfının bir yan kuruluşu durumundadır.
ATV’nın merkezi New York şehridir. “Açık Toplum” deyimi, burada “demokratik
toplum” anlamında kullanılmıştır. Özellikle eski SSCB işgalinde olan Doğu
Avrupa ülkelerinde “demokrasiyi yerleştirmek üzere faaliyetlerini”
yoğunlaştırmıştır. Uluslararası düzeyde sivil toplum kuruluşları, hükümet
temsilcilerinin yer aldığı geniş katılımlı uluslararası bir ağ tesis etmeye
çalışmıştır. Doğu Avrupa ülkelerinde “sivil toplum kuruluşu” sayılan örgütlere
ATV, Birleşmiş Milletler’den daha çok yardım etmiştir.
ATV, 2001’de Türkiye’de (İstanbul) temsilcilik açmıştır. 2006 yılı sonuna kadar
86 projeye 7 milyon dolar destek sağlamıştır. ATV’nin Türkiye temsilcisi Hakan
Altınay, danışma kurulu başkanlığını ise Nafiz Can Paker üstlenmiştir.
Osman Kavala hakkında
ATV, Aralık 2008 sonu itibarı ile Türkiye temsilciliğini kapatmıştır.
Danışma kurulunda görev alanlar ise Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Üstün Ergüder,
Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Madra, Nadire Mater, Oğuz Özerden, Özlem
Dalkıran, Salim Uslu, Neşe Düzel, Ahmet İnsel ve Eser Karakaş’tır. Eser
Karakaş, Neşe Düzel, Şahin Alpay gibi isimler doğrudan FETÖ’cü iken, Salim Uslu,
eski Hak-İş Genel Başkanlığı ve AK Parti Çorum milletvekilliği yapmıştır.
Bunların arasında son yıllarda çok haber olan Osman Kavala (1957, Paris),
Selanik göçmeni bir aileden gelmektedir. İyi Parti Genel Başkanı Meral
Akşener’in kuzenidir.
Kavala, ilkokulu yurt dışında okumuş, Robert Kolej ve ardından da ODTÜ’den
mezun olmuştur. 1983’ten itibaren İletişim, Ana ve Aras Yayıncılık Şirketlerini
kurmuştur. BİLSAK, TEMA, TÜRSAK, TESEV, Kültürel Mirası Koruma Derneği, Hafıza
Merkezi, Tarih Vakfı, Helsinki Yurttaşlar Derneği gibi kuruluşların da
kurulmalarında ve çalışmalarında yer almıştır.
Görüldüğü gibi ABD’ye ve AB’ye uzanan bütün kuruluşların ya içinde, ya
başında yer almıştır Kavala. Kavala’nın bir misyon adamı olduğu açıktır. O
misyonun Türkiye’nin faydasına ve Türkiye ile sınırlı olup olmadığı ise
tutuklanmasından sonra sorgulanmaya başlanmıştır. Elbette kendisi “bütün bu
çabalarını iyi niyetli olarak, kültür, sanat, vakıf çalışmaları” ile açıklamış
olsa da görülmeyen bir göz tarafından da sürekli görüldüğü anlaşılmıştır. Ancak
Kavala, uluslararası bağlantıları nedeniyle görülmesini önemsememiş olmalıdır.
Kavala, 1 Kasım 2017’de, 2013 yılındaki Gezi Olaylarını organize ederek
seçilmiş hükümeti devirmeye çalışmaktan TCK’nın 309 ve 312’nci maddeleri
kapsamında tutuklanmıştır. Kısa sürede ulusal ve uluslararası medyanın gözdesi
olan Kavala, 11 Ekim 2019’da 309’uncu maddeden (cebir ve şiddet kullanarak
hükümeti devirmeye çalışmaktan ve 15 Temmuz darbe girişiminden) yargılanırken İstanbul
Cumhuriyet Savcılığı tarafından resen tahliye edilmiştir. 18 Şubat 2020
tarihinde ise Gezi Eylemleri Dâvâsından (TCK 312’nci madde) tahliye edilmiştir.
Tahliyesinin hemen ardından, 309’uncu madde kapsamında “casusluk dâvâsından” yine
tutuklanmıştır.
9 Mart 2020 tarihinde casusluk suçundan TCK 328’inci maddeye göre hakkında
dâvâ açılan Kavala, bu sefer 20 Mart 2020’de hakkında daha önce açılmış olan
309’uncu maddeden (15 Temmuz Darbe Dâvâsı) beraat etti. TCK’nın değişik
maddelerinden peş peşe tutuklanmasının ardından beraat ettirilmesi,
Türkiye’deki yargının çalışma düzeni hakkında kuşkular oluşturduğu gibi,
Kavala’nın suçsuz olmasına karşılık siyâsî nedenlerle tutuklu kaldığı
propagandalarını hızlandırmıştır. İstanbul’da aynı adliye binasında görev yapan
mahkemelerin biri Kavala’yı tutuklarken, başka bir mahkeme beraatına karar
verebilmiştir.
Kavala için ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç,
Kanada ve Yeni Zelanda’nın Ankara Büyükelçileri, 18 Ekim 2021’de ortak bir
çağrı yaparak “derhâl serbest bırakılmasını” istemişlerdi. Bu sömürgeci
ülkelerin insan hakları kaygısı ile böyle bir açıklama yapmış olmaları
inandırıcı değildir. Her ne kadar Taha Akyol gibi bazı kimseler bu açıklamayı
“demokrasinin ulaştığı sınırlar” diye yazmış olsa da o sınırların Müslüman
kimlikli kimseleri önceki zamanlarda hiçbir şekilde kapsamadığı bilinmektedir.
Kavala’nın adı geçen bu ülkelerin istihbarat örgütleriyle ortak çalışmaları
nedeniyle ortak ilgilerine mazhar olduğu görüşü bu açıklama ile teyit
edilmiştir. Ancak İstanbul’daki mahkemelerin birinde beraat ederken diğerinde
aynı dâvâdan ağırlaştırılmış müebbet alması bu teyidi gölgelemiştir.
Kavala sadece sömürgeci ülkelerin elçilerinin ortak gözdesi olmakla
kalmadı, daha önce beraat ettiği Gezi Olaylarından, son olarak ağırlaştırılmış
müebbet cezası alması ile birlikte Kavala’nın Türkiye’deki muhalefetin kısa
sürede bir kahramanı durumuna geldiği de görülmüştür. Hatta haksozhaber.net gibi İslâmî
kesimden bazı yayın organları bile Kavala için başlatılan destek kampanyasının
içinde yer almıştır. Toplumun değişik kesimleri tarafından hızla benimsenen
Kavala’nın masumiyetini ileri sürmek, giderek daha çok zorlaşmıştır.
Kavala için en heyecanlı çıkışı kuzeni Meral Akşener yapmıştır. Akşener parti
grubunda yaptığı konuşmasında Gezi Olaylarını sahiplenmiş, “10 Temmuz 1908
askerî darbesi nasıl Abdülhamit istibdadına karşı yapılmış ise, Gezi Olaylarının
da mevcut istibdada karşı yapılan meşru bir eylem olduğunu” iddia etmiştir. Akrabalık
ve gözlerden uzak siyâsî ilişkiler/ajandalar bu heyecanın temel nedenleri
olmalıdır.
Milliyetçi bir kesimi temsil etmek iddiasındaki Akşener’in Gezi Olaylarını
sahiplenmesi, temsil ettiği milliyetçi çizginin İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş
takipçileri ile ittifak hâlinde aynı eylemin heyecanı içinde olduğunu
göstermiştir. İyi Parti’nin temsilindeki milliyetçiliğin fena hâlde bir değişim
geçirdiği görülmektedir.
1908 Meşrutiyet Darbesi de önemli bir benzetmedir. Çünkü dönemin meşru
Abdülhamit yönetimine karşı Selanik-Manastır çevresinde başlayan terör
eylemlerinin finali İstanbul’da yapılarak kısa bir süre sonunda Abdülhamit
iktidarı yıkılmıştır. Meşru iktidara karşı sokak terörü olmaları bakımından iki
isyanın gayrimeşru ama paralel olduğu açıktır. Bu yüzden aralarında benzerlik
kurmasından dolayı Akşener haklıdır. Akşener’in asıl haksız olduğu taraf ise,
bu iki gayrimeşru isyandan nasıl olup da zorlama bir hak ve hürriyet arayışı
çıkarmaya çalışmış olmasıdır.
Her seviyeden Osmanlı hükümet görevlilerinin İttihat ve Terakki
teröristleri tarafından sokak ortalarında katledilmiş olmaları ile İstanbul’da
ve diğer büyük şehirlerde tekrarlanan, işgal edilen şehir meydanları ile
yüzlerce polis, itfaiye, hastane, hatta özel şahıs araçları ile çok sayıda baka
şubesi ve dükkân kundaklanıp yakılmıştır. Dokuz ay sonra bu gayrimeşru 1908
isyanı ile Abdülhamit yönetimi tümüyle devrilmiş ama 2013’ten beri girdiği
2014, 2015, 2018 Seçimlerini ve 2017 Referandumunu kazanmış olan Cumhurbaşkanı
Erdoğan halk desteğinden dolayı seçimle yenilemediği gibi, 2016 Temmuz’undaki FETÖ
darbesiyle de yıkılamamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimi, Abdülhamit
idaresine göre iç isyanlara karşı daha dayanıklı olduğunu göstermiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dayanıklılığı, onun Abdülhamit yönetimine karşı
bir etiket olarak kullanılagelen “istibdat” idaresiyle aynı çerçevede görülmesi
yanılgısına yol açmıştır.
Oysa Akşener, ara sıra gidip iman tazelediği Anıtmezar etrafında 1923’ten
sonra kurulan idareyi hatırlamış olsaydı, olup bitenleri daha gerçekçi görmüş
olabilirdi. 1908’den önce siyâsî nedenlerle hiç kimse idam edilmemişken,
1922’den sonra siyâsî nedenlerle idam edilenlerin hâdsiz hesapsız olması, istibdat
idaresi hakkında daha da öğretici değil midir? Türkiye’de istibdat olsaydı,
Meral Akşener’in, Kemal Kılıçdaroğlu’nun partileri olabilir miydi? Her yıl
hazineden çuval dolusu para yardımı alabilirler miydi? Devlet protokolünde
temsil edilebilirler miydi? Elbette bunların hiçbiri olmazdı. Ancak çok uluslu
örgütlerin Türkiye temsilcisi Kavala ile aynı hedefe kilitlenmiş olmak,
uluslararası kurumlar tarafından takdir edilme beklentisi ve ABD Başkanı Biden
tarafından seçim vaadi olarak ilân edilmiş olan “Türkiye muhalefetini
destekleme” isteğinin tahakkuk ettirilmesi ve akrabalık ilişkileri, sağduyunun
bir kenara bırakılmasına yol açmıştır.
Oysa konuyu takip eden herkes teslim eder ki, Kavala dâvâsı bitmiş
değildir. İstinafta, Yargıtay’da, Anayasa Mahkemesi’nde, hatta AİHM’de bozulma
ihtimâli vardır. Meselâ Sivas Olayları Dâvâsında dönemin Adalet Bakanı Seyfi
Oktay’ın çabası ile ömür boyu ya da 30 yıl civarında, hem de herhangi bir
indirime tâbi tutulmaksızın ve sonradan yapılan infaz düzenlemelerinin kapsamı
dışında tutulan mağdurları hiç hatırlamayanların Kavala için bu kadar cezbe hâlini
yaşamalarının rasyonel bir açıklaması yoktur. Çünkü adalet ve hukuk herkes
içindir. Sadece kendi taraftarları için bağırıp etrafa heyecan vermeye çalışanların
tarihteki gayrimeşru isyanları bile yardıma çağırmaları beyhudedir.
Demokratik toplum, açık toplum için çalışmak iddiasındaki Kavala benzeri
kimselerin sokak teröründen medet umar hâle gelmeleri, bir açık toplum
istismarı, açık toplum düşmanlığıdır. Gezi terör eylemleri üzerinden Kaypakkaya
ve Gezmiş mirasçıları ile herhangi açık bir toplum değil, olsa olsa SSCB
benzeri kapalı bir toplum, dünyaya ve temel haklara kapalı, tek parti
diktatörlüğündeki demir perde idaresi kurulabilir. Yazık ki seçim kazanma umudu
kalmayanlar, sokak teröründen heyecanlanır olmuşlardır.