Açık kapı politikası ve sığınmacılar

Ülkenin ekonomik, güvenlik, sosyal yapı ve diğer potansiyelleri artık bu yükü taşıyamaz hâle geldi. Ayrıca bu sorun önümüzdeki seçimlerde kazanma-kaybetme noktasında önemli bir parametrik risk oluşturduğu için, bunu gören iktidar, artık bu problemi çözmek ve bu riskten bir an önce kurtulmak konusunda bugünlerde âcil olarak çıkış yolları aramaya başladı. Açık kapı politikası da gelinen noktada artık miadını doldurdu ve uygulanabilirlik vasfını tamamen kaybetti…

GÜN geçmiyor ki bu konu gündem oluşturmasın. Suriyeli göçmen ve sığınmacılardan bahsediyorum ve tabiî ki son günlerin gündemi olan Afganlardan...

Her ne hikmetse, bu göçmen ve sığınmacılar Arap ve Afgan kökenli Müslümanlar olunca, bazı çevreler hop oturup hop kalkıyorlar...

Hâlbuki bu ülkenin geçmiş tarihine baktığınızda; dini, dili, ırkı, milliyeti ne olursa olsun, tarihsel süreç içerisinde nice kavimlerin, nice toplulukların ve nice insanların emniyet yurdu olan bu topraklara göç ettiğini ve zâlimin zulmünden kaçarak gönlü geniş olan bu millete sığındığını görürsünüz.

Onun için canı pahasına canını kurtarmak için yollara düşen, vatanını, milletini, ülkesini, hâtıralarını ve varı yoğu ne varsa her şeyini geride bırakıp büyük bir acı ve hüzün içerisinde bütün bunları terk etmek zorunda kalan mazlum ve mâsum insanlar üzerinden siyâset yapmak ve bu insânî dramları ideolojik ve politik emellere âlet ederek buradan siyâsî rant devşirmeye çalışmak, bu ülkenin insanlarına yakışmadığı gibi, ayrıca insânî değerlere ve ahlâkî ilkelere de aykırıdır.

Bu insânî dramları tam olarak algılayıp kavrayabilmek için konuya empatik bir şekilde yaklaşarak durumu içselleştirmek lâzımdır.

Meselâ bir an için şöyle düşünelim:

Suriyelilerin, Afganların başına gelenler bizim de başımıza gelseydi acaba ne yapardık? Yine aynı şekilde kendimizi de acımasızca eleştirir miydik, yoksa canımızı kurtarmak için sığınılacak bir yer mi arardık?

Aynı şeyler başımıza gelmeden önce bu soruya önyargısız ve objektif bir şekilde cevap vermek hiç de kolay değildir. Eğer verilirse bu son derece sübjektif olur…

Aynen Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi…

Bir gün Hoca damdan düşüyor ve başı şişiyor. Hoca başlıyor feryad ü figana: “Aman yetişin komşular, aman yetişin!”

Hocanın feryadını duyan komşular, hemen yetişiyorlar imdadına. “Hocam, ne oldu? Ne oldu böyle sana?” diyorlar. Hoca başındaki şişliği gösteriyor komşularına. Komşular şişliği görünce, kendilerine göre çok da önemsenecek bir durumun olmadığına kanaat getirerek başlıyorlar Hoca’ya sitem etmeye: “Canın çok da yufkaymış be Hocam!”

Nasrettin Hoca bunun üzerine, “Komşular, lütfen bana sitem etmeyi bırakın da damdan düşen birini getirin yanıma” diyor komşularına. Nasrettin Hoca haksız mı? “Ateş düştüğü yeri yakarmış” derler. İşte gerçek empati (diğerkâmlık) ve duygudaşlık budur. Yâni mevcut hâl ile hemhâl olmak...

Bu duygunun zıddıyla ilgili olarak Anadolu’da ibret alınası güzel bir söz vardır. O da şudur: “Bendeki yara, (sana göre) duvardaki kovuk…”

Ama böylesi durumlarda bazı insanlar konuya şöyle bir eleştiri getiriyorlar. Diyorlar ki, “Millî Mücadele yıllarında biz kadınıyla-erkeğiyle, genciyle-yaşlısıyla, kızıyla-kızanıyla topyekûn bir millet olarak düşmana karşı savaştık. Vatanımızı terk ederek kaçıp hiçbir yere gitmedik, hiçbir ülkeye sığınmadık ve hiç kimseye de sığıntı olmadık!”

Bu yargı önemli ölçüde doğrudur. Belki de bizi diğer milletlerden ayıran en büyük hasletlerden bir tanesi de budur. Ancak bu haslet sadece bize ait olan ve bizim tekelimizde olan bir haslet değildir.

Tarihe bakıldığında, vatanlarını ölümüne savunan nice milletler görürsünüz. Yakın tarihte Vietnamlıları ve bugün de Afganları buna birer örnek olarak verebiliriz. Afganlar dünyanın iki süper gücünü vatanlarından kovmadılar mı?

Onun için, gerçeklere ulaşabilmek adına her sosyal olayı kendi şartları içinde değerlendirmekte büyük faydalar vardır.

İç savaş ve çatışmaların dinamikleri ile dışarıdan yapılan işgâllere karşı direnmenin dinamikleri farklıdır. Bu bakımdan bunları birbirine karıştırmamak gerekir.

Kaldı ki, Mekke dönemindeki İslâmiyet’in ilk yıllarında Mekkeli Müslümanlar, Allah Resûlü’nün izniyle canlarını kurtarmak için başka bir ülkeye yani Habeşistan’a sığınmak zorunda kalmadılar mı? Bu sığınma son derece insânî, anlaşılır ve meşrû bir sığınma değil miydi?

Suriyeli ve Afganların ülkemize olan göç ve sığınmalarıyla ilgili tartışmalı konulara tekrar dönecek olursak, bu sığınmalara karşı çıkarak şiddetli bir şekilde eleştirenlere şöyle bir soru sormak isteriz: Meselâ, ülkelerindeki zulümden dolayı ülkemize göç eden ve sığınan insanlar Suriyeli ve Afgan garip Müslümanlar olmasalardı da Endülüs’ten kaçıp gelen “Sefarad Yahudileri” ya da “Selânikli Sabetaycılar” olsalardı, yine böyle şiddetle karşı çıkıp eleştirerek geldikleri yere dönmeleri için baskı uygular mıydınız? Yoksa sesinizi çıkarmayıp engin hoşgörünüzle (!) onlara kucağınızı mı açardınız?

Bu soruya açık seçik, net, ikna ve tatmin edici bir şekilde ve volümü yüksek bir ses tonuyla samimi olarak cevap vermediğiniz sürece, sizin bu konulardaki görüş ve düşüncelerinizin maalesef ki hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Nitekim bu belirttiğim gruplar, zamanın zulmünden kaçarak ülkemize sığınmışlar ve biz de onları engin bir gönüllülük içerisinde hoşgörüyle kabul ederek, hiçbir ayrım gözetmeden bağrımıza basmışızdır. Zâten insanlık adına olması gereken de buydu.

Ayrıca şiddetle bu eleştirileri yapanlar, samimiyetle kendi geçmişlerine bir baksınlar bakalım, kendileri acaba nereden ve ne şekilde gelmişlerdir?

Onun için, kimsenin kimseye bu mânâda söyleyecek sözü pek fazla olmasa gerektir…

Buraya kadar yazdıklarım, madalyonun bir yüzünü teşkil etmektedir. Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne…

Madalyonun diğer yüzünde tamamen kavramlar savaşı ve kavramların bilerek ya da bilmeyerek istismarı vardır. Şimdi biraz da buna değinelim...

Madalyonun diğer yüzü

Gerek uluslararası hukukta, gerek yönetimler nezdinde, gerekse de insanlar arasında; ülkelerindeki zulümlerden kaçarak ülkemize sığınan insanlara kavramsal olarak kimi zaman göçmen, kimi zaman mülteci, kimi zaman sığınmacı, kimi zaman da inancımıza ve geleneksel yapımıza uygun bir şekilde muhacir ya da Tanrı misafiri denilmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı da birçok konuşmasında cumhurun başı olarak resmî açıdan temsil ettiği bu millete “Ensar” diyerek, İslâmî bir söylem ve jargonla bu göçmen olayını dînî bir karaktere büründürmüştür.

İslâm tarihinin tarihî kodlarında mevcut olan (Mekke ve Medine dönemindeki Hicret Olayı, Muhacir ve Ensar’ın interaktif olarak ilişkileri) ve halkının çoğunun (Türk toplumu) geleneksel Müslüman olduğu bir toplumda doğal olarak bu tür söylem biçimi mâşerî vicdanda mâkes bulacaktı, nitekim önemli ölçüde buldu da...

Sayın Cumhurbaşkanı, sanıyorum tam da bu maksatla ve iyi niyetle olsa gerek, bu kavramları bilerek ve isteyerek kullandı. Amacı, zulümden kaçan bu garip insanlara her zaman olduğu gibi bu engin gönüllü ve fedakâr milletin yardımlarını sağlayabilmekti.

Nitekim uzun süre de böyle oldu ve bu vefakâr ve cefakâr millet üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Ama gelinen noktada artık bıçak kemiğe dayandı. Ekonomik, politik, güvenlik, sosyal, kültürel, asayiş ve daha birçok açıdan önemli sorunlar yaşanmaya başlandı.

Özellikle ülkenin ekonomik, güvenlik, sosyal yapı ve diğer potansiyelleri artık bu yükü taşıyamaz hâle geldi. Ayrıca bu sorun önümüzdeki seçimlerde kazanma-kaybetme noktasında önemli bir parametrik risk oluşturduğu için, bunu gören iktidar, artık bu problemi çözmek ve bu riskten bir an önce kurtulmak konusunda bugünlerde âcil olarak çıkış yolları aramaya başladı. Açık kapı politikası da gelinen noktada artık miadını doldurdu ve uygulanabilirlik vasfını tamamen kaybetti.

Günümüzün Muhacirleri ve Ensarları

Neredeyse hiçbir konuyu derinlemesine bir tefekkür ve bilinç düzeyinde sorgulamayan/sorgulayamayan günümüz geleneksel Müslüman toplumları ile particilik hatırına her şeyi ve her söylemi mucizevî bir “hap” gibi dünden yutmaya hazır ve nâzır olan taassup içerisindeki partici partizanlar, işte Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinde geçen bu “Muhacir” ve “Ensar” kavramlarının günümüz Müslümanları nezdindeki yansımalarını ve bu kavramların ihtiva ettiği mânâların derûnî vasıflarını analiz ederek üzerinde hiç düşünmediler.

Hâl böyle olunca her şey birbirine karışıyor, birileri amacına ulaşıyor ve atı alan da çoktan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Nasıl olsa Makyavelist, pragmatist ve oportünist anlamda amaca ulaşmak için artık her şey meşru ve mubah olmuştur.

Hakikaten günümüzün “Müslüman Muhacirleri”, Mekke döneminin “Muhacirlik” vasıflarını ne kadar şahıslarında taşıyorlar ve hayatlarında ne kadar “Muhacirlik” davranışı sergiliyorlar? Yine aynı şekilde, günümüzün “Müslüman Ensarları”, Mekke döneminin “Ensarlık” vasıflarını ne kadar şahıslarında taşıyorlar ve hayatlarında ne kadar “Ensarlık” davranışı sergiliyorlar?

Bu sorular üzerinde uzun uzadıya düşünmek ve özeleştiri yapmak gerekiyor…

Bu kavramları kullananlar da sadece yüzeysel olarak değil, gerçekten derûnî bir şekilde bunun farkında ve bilincindeler mi? Yoksa “kültürel din” bağlamında ağızlarda alışkanlık olduğu ve amaca hizmet etmek için stratejik açıdan işlevsellik arz eden “joker” kavramlar olduğundan mı bu kavramlar bu şekilde kullanılıyor?

Bu yazdıklarım üzerine herkes şapkasını önüne koyarak tüm samimiyetiyle bir düşünsün, tefekkür ederek kendisini bir sorgulasın ve bir nefs muhasebesi yaparak duruma bir baksın bakalım, nasıl bir sonuçla karşılaşacak…

O hâlde kimse kimseyi bu kavramlarla kandırmaya çalışmasın! Günümüz şartlarında bu olaya bir insanlık dramı nazarıyla yaklaşılsın! İç ve dış güçlerin oyununa gelinmeden, meseleye insaniyet nâmına siyâseten kalıcı çözümler bulunsun ve böylece bütün taraflar da rahatlamış olsun.

Bu konudaki samimi görüş, düşünce ve dileğimiz de bu minvâl üzeredir, vesselâm...