GÜN geçmiyor ki bu
konu gündem oluşturmasın. Suriyeli göçmen ve sığınmacılardan bahsediyorum ve
tabiî ki son günlerin gündemi olan Afganlardan...
Her
ne hikmetse, bu göçmen ve sığınmacılar Arap ve Afgan kökenli Müslümanlar olunca,
bazı çevreler hop oturup hop kalkıyorlar...
Hâlbuki
bu ülkenin geçmiş tarihine baktığınızda; dini, dili, ırkı, milliyeti ne olursa
olsun, tarihsel süreç içerisinde nice kavimlerin, nice toplulukların ve nice
insanların emniyet yurdu olan bu topraklara göç ettiğini ve zâlimin zulmünden
kaçarak gönlü geniş olan bu millete sığındığını görürsünüz.
Onun
için canı pahasına canını kurtarmak için yollara düşen, vatanını, milletini,
ülkesini, hâtıralarını ve varı yoğu ne varsa her şeyini geride bırakıp büyük
bir acı ve hüzün içerisinde bütün bunları terk etmek zorunda kalan mazlum ve
mâsum insanlar üzerinden siyâset yapmak ve bu insânî dramları ideolojik ve
politik emellere âlet ederek buradan siyâsî rant devşirmeye çalışmak, bu
ülkenin insanlarına yakışmadığı gibi, ayrıca insânî değerlere ve ahlâkî
ilkelere de aykırıdır.
Bu
insânî dramları tam olarak algılayıp kavrayabilmek için konuya empatik bir
şekilde yaklaşarak durumu içselleştirmek lâzımdır.
Meselâ
bir an için şöyle düşünelim:
Suriyelilerin,
Afganların başına gelenler bizim de başımıza gelseydi acaba ne yapardık? Yine
aynı şekilde kendimizi de acımasızca eleştirir miydik, yoksa canımızı kurtarmak
için sığınılacak bir yer mi arardık?
Aynı
şeyler başımıza gelmeden önce bu soruya önyargısız ve objektif bir şekilde
cevap vermek hiç de kolay değildir. Eğer verilirse bu son derece sübjektif
olur…
Aynen
Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi…
Bir
gün Hoca damdan düşüyor ve başı şişiyor. Hoca başlıyor feryad ü figana: “Aman yetişin
komşular, aman yetişin!”
Hocanın
feryadını duyan komşular, hemen yetişiyorlar imdadına. “Hocam, ne oldu? Ne oldu
böyle sana?” diyorlar. Hoca başındaki şişliği gösteriyor komşularına. Komşular
şişliği görünce, kendilerine göre çok da önemsenecek bir durumun olmadığına
kanaat getirerek başlıyorlar Hoca’ya sitem etmeye: “Canın çok da yufkaymış be
Hocam!”
Nasrettin
Hoca bunun üzerine, “Komşular, lütfen bana sitem etmeyi bırakın da damdan düşen
birini getirin yanıma” diyor komşularına. Nasrettin Hoca haksız mı? “Ateş
düştüğü yeri yakarmış” derler. İşte gerçek empati (diğerkâmlık) ve duygudaşlık budur.
Yâni mevcut hâl ile hemhâl olmak...
Bu
duygunun zıddıyla ilgili olarak Anadolu’da ibret alınası güzel bir söz vardır.
O da şudur: “Bendeki yara, (sana göre) duvardaki kovuk…”
Ama
böylesi durumlarda bazı insanlar konuya şöyle bir eleştiri getiriyorlar.
Diyorlar ki, “Millî Mücadele yıllarında biz kadınıyla-erkeğiyle,
genciyle-yaşlısıyla, kızıyla-kızanıyla topyekûn bir millet olarak düşmana karşı
savaştık. Vatanımızı terk ederek kaçıp hiçbir yere gitmedik, hiçbir ülkeye
sığınmadık ve hiç kimseye de sığıntı olmadık!”
Bu
yargı önemli ölçüde doğrudur. Belki de bizi diğer milletlerden ayıran en büyük
hasletlerden bir tanesi de budur. Ancak bu haslet sadece bize ait olan ve bizim
tekelimizde olan bir haslet değildir.
Tarihe
bakıldığında, vatanlarını ölümüne savunan nice milletler görürsünüz. Yakın
tarihte Vietnamlıları ve bugün de Afganları buna birer örnek olarak
verebiliriz. Afganlar dünyanın iki süper gücünü vatanlarından kovmadılar mı?
Onun
için, gerçeklere ulaşabilmek adına her sosyal olayı kendi şartları içinde
değerlendirmekte büyük faydalar vardır.
İç
savaş ve çatışmaların dinamikleri ile dışarıdan yapılan işgâllere karşı
direnmenin dinamikleri farklıdır. Bu bakımdan bunları birbirine karıştırmamak
gerekir.
Kaldı
ki, Mekke dönemindeki İslâmiyet’in ilk yıllarında Mekkeli Müslümanlar, Allah
Resûlü’nün izniyle canlarını kurtarmak için başka bir ülkeye yani Habeşistan’a
sığınmak zorunda kalmadılar mı? Bu sığınma son derece insânî, anlaşılır ve meşrû
bir sığınma değil miydi?
Suriyeli
ve Afganların ülkemize olan göç ve sığınmalarıyla ilgili tartışmalı konulara
tekrar dönecek olursak, bu sığınmalara karşı çıkarak şiddetli bir şekilde
eleştirenlere şöyle bir soru sormak isteriz: Meselâ, ülkelerindeki zulümden
dolayı ülkemize göç eden ve sığınan insanlar Suriyeli ve Afgan garip Müslümanlar
olmasalardı da Endülüs’ten kaçıp gelen “Sefarad Yahudileri” ya da “Selânikli Sabetaycılar”
olsalardı, yine böyle şiddetle karşı çıkıp eleştirerek geldikleri yere
dönmeleri için baskı uygular mıydınız? Yoksa sesinizi çıkarmayıp engin hoşgörünüzle
(!) onlara kucağınızı mı açardınız?
Bu
soruya açık seçik, net, ikna ve tatmin edici bir şekilde ve volümü yüksek bir
ses tonuyla samimi olarak cevap vermediğiniz sürece, sizin bu konulardaki görüş
ve düşüncelerinizin maalesef ki hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Nitekim
bu belirttiğim gruplar, zamanın zulmünden kaçarak ülkemize sığınmışlar ve biz
de onları engin bir gönüllülük içerisinde hoşgörüyle kabul ederek, hiçbir ayrım
gözetmeden bağrımıza basmışızdır. Zâten insanlık adına olması gereken de buydu.
Ayrıca
şiddetle bu eleştirileri yapanlar, samimiyetle kendi geçmişlerine bir baksınlar
bakalım, kendileri acaba nereden ve ne şekilde gelmişlerdir?
Onun
için, kimsenin kimseye bu mânâda söyleyecek sözü pek fazla olmasa gerektir…
Buraya
kadar yazdıklarım, madalyonun bir yüzünü teşkil etmektedir. Şimdi gelelim
madalyonun öbür yüzüne…
Madalyonun
diğer yüzünde tamamen kavramlar savaşı ve kavramların bilerek ya da bilmeyerek
istismarı vardır. Şimdi biraz da buna değinelim...
Madalyonun
diğer yüzü
Gerek
uluslararası hukukta, gerek yönetimler nezdinde, gerekse de insanlar arasında;
ülkelerindeki zulümlerden kaçarak ülkemize sığınan insanlara kavramsal olarak
kimi zaman göçmen, kimi zaman mülteci, kimi zaman sığınmacı, kimi zaman da
inancımıza ve geleneksel yapımıza uygun bir şekilde muhacir ya da Tanrı
misafiri denilmektedir.
Sayın
Cumhurbaşkanı da birçok konuşmasında cumhurun başı olarak resmî açıdan temsil
ettiği bu millete “Ensar” diyerek, İslâmî bir söylem ve jargonla bu göçmen
olayını dînî bir karaktere büründürmüştür.
İslâm
tarihinin tarihî kodlarında mevcut olan (Mekke ve Medine dönemindeki Hicret Olayı,
Muhacir ve Ensar’ın interaktif olarak ilişkileri) ve halkının çoğunun (Türk toplumu)
geleneksel Müslüman olduğu bir toplumda doğal olarak bu tür söylem biçimi mâşerî
vicdanda mâkes bulacaktı, nitekim önemli ölçüde buldu da...
Sayın
Cumhurbaşkanı, sanıyorum tam da bu maksatla ve iyi niyetle olsa gerek, bu
kavramları bilerek ve isteyerek kullandı. Amacı, zulümden kaçan bu garip
insanlara her zaman olduğu gibi bu engin gönüllü ve fedakâr milletin
yardımlarını sağlayabilmekti.
Nitekim
uzun süre de böyle oldu ve bu vefakâr ve cefakâr millet üzerine düşeni
fazlasıyla yaptı. Ama gelinen noktada artık bıçak kemiğe dayandı. Ekonomik,
politik, güvenlik, sosyal, kültürel, asayiş ve daha birçok açıdan önemli
sorunlar yaşanmaya başlandı.
Özellikle
ülkenin ekonomik, güvenlik, sosyal yapı ve diğer potansiyelleri artık bu yükü
taşıyamaz hâle geldi. Ayrıca bu sorun önümüzdeki seçimlerde kazanma-kaybetme
noktasında önemli bir parametrik risk oluşturduğu için, bunu gören iktidar,
artık bu problemi çözmek ve bu riskten bir an önce kurtulmak konusunda
bugünlerde âcil olarak çıkış yolları aramaya başladı. Açık kapı politikası da
gelinen noktada artık miadını doldurdu ve uygulanabilirlik vasfını tamamen
kaybetti.
Günümüzün
Muhacirleri ve Ensarları
Neredeyse
hiçbir konuyu derinlemesine bir tefekkür ve bilinç düzeyinde sorgulamayan/sorgulayamayan
günümüz geleneksel Müslüman toplumları ile particilik hatırına her şeyi ve her
söylemi mucizevî bir “hap” gibi dünden yutmaya hazır ve nâzır olan taassup içerisindeki
partici partizanlar, işte Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinde geçen bu
“Muhacir” ve “Ensar” kavramlarının günümüz Müslümanları nezdindeki
yansımalarını ve bu kavramların ihtiva ettiği mânâların derûnî vasıflarını
analiz ederek üzerinde hiç düşünmediler.
Hâl
böyle olunca her şey birbirine karışıyor, birileri amacına ulaşıyor ve atı alan
da çoktan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Nasıl olsa Makyavelist, pragmatist ve oportünist
anlamda amaca ulaşmak için artık her şey meşru ve mubah olmuştur.
Hakikaten
günümüzün “Müslüman Muhacirleri”, Mekke döneminin “Muhacirlik” vasıflarını ne
kadar şahıslarında taşıyorlar ve hayatlarında ne kadar “Muhacirlik” davranışı
sergiliyorlar? Yine aynı şekilde, günümüzün “Müslüman Ensarları”, Mekke
döneminin “Ensarlık” vasıflarını ne kadar şahıslarında taşıyorlar ve
hayatlarında ne kadar “Ensarlık” davranışı sergiliyorlar?
Bu
sorular üzerinde uzun uzadıya düşünmek ve özeleştiri yapmak gerekiyor…
Bu
kavramları kullananlar da sadece yüzeysel olarak değil, gerçekten derûnî bir
şekilde bunun farkında ve bilincindeler mi? Yoksa “kültürel din” bağlamında
ağızlarda alışkanlık olduğu ve amaca hizmet etmek için stratejik açıdan
işlevsellik arz eden “joker” kavramlar olduğundan mı bu kavramlar bu şekilde
kullanılıyor?
Bu
yazdıklarım üzerine herkes şapkasını önüne koyarak tüm samimiyetiyle bir
düşünsün, tefekkür ederek kendisini bir sorgulasın ve bir nefs muhasebesi yaparak
duruma bir baksın bakalım, nasıl bir sonuçla karşılaşacak…
O
hâlde kimse kimseyi bu kavramlarla kandırmaya çalışmasın! Günümüz şartlarında
bu olaya bir insanlık dramı nazarıyla yaklaşılsın! İç ve dış güçlerin oyununa
gelinmeden, meseleye insaniyet nâmına siyâseten kalıcı çözümler bulunsun ve
böylece bütün taraflar da rahatlamış olsun.
Bu
konudaki samimi görüş, düşünce ve dileğimiz de bu minvâl üzeredir, vesselâm...