Açık büfe ile imtihanımız

Bize düşen, bu çeşitlilik ve sınırsızlığın karşısında hırslarımıza kapılmadan, ne istediğimizi bilerek hareket etmektir. Yaşadığımız dönemin mubah olan nimetlerinden yararlanmak, farklılıkların ve yeniliklerin farkına varabilmek adına elbette hakkımızdır. Fakat bu haktan yararlanırken Müslümana yakışan zarafet ve ölçüyü elden bırakmamak en güzeli!

“AÇIK büfe”… Adını hemen hemen herkes duymuştur ama bundan ötesi, bazen arkadaşlarımız, bazen ailemiz ve genellikle yeme içme noktasında yaptığımız tercihlerimizden biri olması...

Son dönemlerde oldukça yaygınlaşarak varlığını her geçen gün daha fazla hissettiğimiz açık büfe kahvaltı ya da öğle/akşam yemekleri… Her ne kadar Fransa’dan dünyaya açılım yapmış olduğu söylenenler arasında olsa da geçmişinin Orta Çağ’a kadar uzandığı da bilinenler arasında. O dönemlerde insanlar zenginliklerini göstermek amacıyla salonun bir köşesine piramit şeklinde bir sergi alanı oluşturur, zenginlik emâresi olan eşyalarını sergilerlermiş. Sosyal statüye göre rafların sayısı değişiklik gösterirmiş.

Örneğin dükün evinde beş raflı bir alan oluşturulurken, lordlarda bu sayı dört, sıradan bir soyluda üç gibi azalarak sıralanırmış. Sonraları bu eşyalarla birlikte yemekler de bu raflara sıralanmaya başlamış. Bu sergileme şeklinin, bugün kurulan açık büfelerin esin kaynağı olduğu söylenmektedir.

Lüks oteller ve kafeler, yiyecek ve içeceklerin zaman zaman çeşitli organizasyon başlıkları altında açık büfe olarak sunumlarının en çok yapıldığı alanlar. İşletmeler açısından çok sayıda gıdayı müşteriyle buluşturma noktasında düşük maliyet ve zahmetsiz oluşu nedeniyle tercih sebebi olması anlaşılabilir.

Açık büfe sunumuna karşı değilim. Hattâ israfı önlemenin bir yolu olarak görülebilir. Kalabalık misafirleri evde ağırlamakta başvurduğum yöntem olmuştur bazı günlerde. Lâkin zaman zaman bazı insanların açık büfe önündeki manzarasını izlediğimde, “Kıtlık anonsu yapıldı, benim mi haberim yok?” diye şüpheye düşmüşlüğüm vardır.

Buralarda âdeta bir iç denetimsizlik süreci yaşanıyor. “Bir hayli ücret ödedim, verdiğim ücretin karşılığını almalıyım” düşüncesi hâkim: “Öyle karşılık almalıyım ki, aynı tabağın içinde ekşili patlıcan dolmasının yanına baklavayı da sıkıştırmak gerek. Tam dolmadı, bir parça da balık koyalım…”

Açık büfe  hakkında Cem Yılmaz’ın güzel bir tespitidir “yayla çorbasını içerken revaniyi kesmek”… Bu söz, iç denetimsizliği pekiştirir nitelikte.

Açık büfenin önünden tabağı doldurarak geçtik, masamıza yerleştik. Masada tabağın başına oturup birkaç çataldan sonra hissedilen doygunluk ve tabakta bırakılan yemekler için göz ucuyla diğer masalar kontrol edilip yandaş aranmaya başlanır. E tabiî vicdanları da rahatlatmak gerek(!): Tabağı önce doldurup sonra çöpe gitmek üzere tabakta bırakarak kalktık ya…

İsraf hâd safhada! Oysa her insan ne zaman, ne kadar gıda tüketebileceğini, sevdiği ve sevmediği yiyecekleri bilir.

“Açık büfe” denilince iki unsurun altını (siyah ya da kırmızı kalem fark etmez) kalın bir çizgi ile çizmek gerekir: Fazla seçenek sunulması ve bunlardan tabaklara sınırsızca alabilme özgürlüğünün verilmesi…

Bize düşen, bu çeşitlilik ve sınırsızlığın karşısında hırslarımıza kapılmadan, ne istediğimizi bilerek hareket etmektir. Yaşadığımız dönemin mubah olan nimetlerinden yararlanmak, farklılıkların ve yeniliklerin farkına varabilmek adına elbette hakkımızdır. Fakat bu haktan yararlanırken Müslümana yakışan zarafet ve ölçüyü elden bırakmamak en güzeli!

Bugün dünyada yiyecek içecek sıkıntısı içinde ıstırap çekenlerin sayısı bir hayli fazla. Farz edelim, dünyada aç ve yoksul yok ve bu davranış büyük israf olmakla birlikte, gelecek nesillerin hakkına tecavüz olmakla birlikte doğaya karşı da büyük saygısızlık! İslâm ahlâk ve âdâbından uzak olan bu durum, insan olarak vicdanlara da ters.

Cemal Süreya’nın çok beğendiğim bir sözü var: “Yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.”

 

Benim düşüncem, Cemal Süreya’nın bu sözünü, yediğimiz her yemeğe katık edebilmenin bütün mahâret oluşu…