Acıdan beslenmek neye yarar?

Orada hâlâ deprem şokunu yaşayan insanların ağzına mikrofon dayamak, acının en yoğun ânında kimsenin işine yaramayacak soruların peşine düşmek habercilik değildir. Yüzlerini bile kapatmadan çarşaf çarşaf fotoğraflarını kullanmak, depremin ve ortaya çıkardığı mağduriyetin malzeme olarak algılanmasıdır sadece; basitliktir, acımasız bir tutumdur.

ZOR zamanları, çok zor bir yılı yaşıyoruz. Kişisel serüvenlerimizin ortak zorluklarda buluşması şu anda yaşayan kuşakların özellikle son ikisi için oldukça yeni bir tecrübe.

“Yaşananları unutmak mümkün değil” desek de biliyoruz ki unuttuğumuz, unutmanın kolaylığına sığındığımız çok şey olacak. “Unutmanın kolaycılığı” derken, acının aynı kalması gerekliliği gibi bir şeyden söz etmiyorum. Unutmak İlâhî bir lütuf. Ama biz yaşananların sonucunu ve sebeplerini idrak etmekten uzak bir şekilde “Geldi geçti!” eseflenişleri ve olayın trajik yönünü bir dram seyretmiş, bir dramın içinde ve sadece bundan ibâretmiş gibi yaşıyoruz.

Kocaman acılar bırakan depremler, tarihimiz için yeni değil. Deprem bölgesinde olan bir ülke olarak deprem ihtimâli bizden berî değil. Ama 2020 Türkiye’sinde manzaralar yirmi yıl öncekinden farklı değil. Deprem sonrası kenetlenme, herkesin her kurumun elinden geleni yapmaya çalışması güzel. Ama bu güzellikle yetinme lüksümüz var mıdır?

Mucize kurtuluş haberlerine bile sevinemeyecek kadar kaldık yine enkazların altında. Çok daha şiddetli depremlerin beklendiği ülkemizde binaların durumu, denetimsizliğin ve kalitede ne denli yetersiz olduğumuzun ispatı oldu.

Bu bir tek kişinin, partinin suçlanacağı ya da “Hepimiz suçluyuz” arabeskinde yine çözümsüz kalacak bir kabullenişle kurtulacağımız bir konu değil. Üç gün sonra kurtarılan sevgili Ayda ve diğerleri elbette sonsuz şükürle sevince boğdu bizi. Ama biz o enkazın dumanında boğulduk. 

17 Ağustos 1999, yakın tarihimizin en büyük depremi, en büyük acısı idi. Binlerce canımızı kaybettiğimiz depremden sonra değişen bir şeyin olmaması, İzmir Depremi’nden sonra neyin değişeceğine dair bir ipucu veriyorsa eğer, sonuç felâket!

Yine unutmadan, depremle birlikte bir kez daha yüz yüze geldiğimiz başka bir büyük derdimizin de acıdan beslenme alışkanlığımız olduğunu görüyorum.

İnsanların sıklıkla medyaya bakma ihtiyacının arttığı bu tür günlerde kameralar depremzedelerin, afet görevlilerinin üzerinde. Yakınını kaybeden ya da hâlâ ulaşamamış, deprem travması ile oradaki insanlara olmadık sorular soruyor. Sosyal medyada, televizyonlarda acı dolu kareler aralıksız ve filtresiz servis ediliyor.

Başkasının acısına saygı mahremiyetini gözetmeden olmaz. İnsanların atlatmaları belki yıllar sürecek bir olayda çok uzun yıllar sonra bile kalacak o görüntüler, fotoğraflar, “reyting” denilen lânet olası kaygının elindeki yükseltme aracı olamaz, olmamalıdır. Enkazdan kurtarılan çocuklar yıllar sonra sıkışıp kalmış ve kurtarılamayan ana babasını görünce ne hissedecekler? Evlâdını, eşini kaybetmiş bir insan, yaşama becerisini mecburen gösterecek ya her baktığında kendi çâresiz hâline, kaybettiği yakınlarına kaç kez ölecek?

Bunlar “aşırı hassasiyet” içeren sorular değildir arkadaşlar. Bunlar insanın “özeline”, “acısına” ve “mahremiyetine” saygı duyma zorunluluğumuzu hatırlatacak sorulardan sadece birkaçı. Nerede aşırı hassaslık göstermekle suçlanırsanız bir bakın, orada mutlaka bir zorbalık, sınır ihlâli, birilerinin hâddini ve görev tanımını/amacını aşması vardır.

Eskiden gündelik hayatta sadece meşhur insanların derdi iken özel hayatını, mahrem olanı korumak, artık bizim gibi sıradan insanların bile korumak, korunmak için özel çaba göstermesi gerekiyor ve çoğunlukla yetmiyor!

Orada hâlâ deprem şokunu yaşayan insanların ağzına mikrofon dayamak, acının en yoğun ânında kimsenin işine yaramayacak soruların peşine düşmek habercilik değildir. Yüzlerini bile kapatmadan çarşaf çarşaf fotoğraflarını kullanmak, depremin ve ortaya çıkardığı mağduriyetin malzeme olarak algılanmasıdır sadece; basitliktir, acımasız bir tutumdur.

Deprem özelinde ama mutlaka hayatın ve yayınların genelinde bu sorumluluğu, özel hayatın gizliliği ilkesini ve insan odaklı bir medya algısı için gerekenler de çok hayatî. İnsanı bir değil bin kez öldüren şeyler vardır ve hayatın en dip ânının reyting tavanı için malzeme edilmesi etik dışı görülmeli, gerekirse kanun zoru ile belli bir yayın standardı getirilmelidir.

Acımız büyük! Daha çok can yanmadan yapı denetimlerinin, şehir dönüşümlerinin iki eli kanda imiş gibi yapılması gerekiyor. Bu ülkenin kalbi İstanbul, 7 şiddetinde bir depremle aynı sürede sarsılsa ne olur? Şu an hangi ilimizde binalar yıkılmadan, can kaybı yaşanmadan atlatma rahatlığında olabiliriz?

Cevaplar malûm. Yöneticilerin alması gereken sorumluluk da… Allah’tan rahmet ve sabır diliyorum. Hepimize, İzmir’imize geçmiş olsun!