YEMEYİ severim, hem de
çok. Ama zayıflamak için de az çaba sarf etmiyorum. Bütün acılarına rağmen, dünyanın reklamını öyle güzel yapıyorlar
ki, yemeyle zayıflama arasında koşturuyorum. Yemekler, mis gibi vazgeçilmez
kokular ve mağazalar, melek-şeytan çekiştirmesi gibi peşimi bırakmıyor. “Seç
birini, kurtul!” demek kolay, ama iş, yapmaya gelince zor. Kıyafetler de,
yemekler de davetlerinden asla geri durmuyorlar. Televizyonu açtığımda
reklamlar, çarşıdaysa mağazalar, iki kolumdan bir o yana, bir bu yana asılıyorlar.
“Otur evinde!” değil mi? Ama yok, olmuyor. Evin değişmesi lazım, arabanın da
tabiî. “Eşyalar” mı? O zaten olmazsa olmaz…
Herkes
böyle yapıyor. Koşa koşa sınavlarla uğraştım. “İyi kötü, çok şükür bir hayat
kurdum” demeye fırsat mı kalır? “Daha iyisi olsun” diye yeni aldıklarımı bile “yeniden”
saymıyorum. “Geçen yılın koltuğu, halısı, telefonu, perdesi değişmeli” derken yürümek
bile durmak gibi bir şey. Nefis dur durak bilmiyor işte. Bir ara durup insan,
sahip olduklarına sevinip dinlenmez mi? Dinlenmiyor. Yarın o kadar uzak ki, ne
istemişsek anında olmalı. Fotoğraf çektirince birkaç hafta heyecanla beklerdik.
Şimdi öyle değil, anında görüyorsun kendini ve sabra gerek kalmıyor.
Her
şey çabucak sıkıyor. Bir erkek, sevdiği kızı
sabırla bekler, babasından ister; düğün dernek kurulmadan, tel duvak
takılmadan, elini eline değdirmezdi. Şimdi zahmetsiz, sabra gerek kalmadan, bedelsiz
her şey. Telefonun ucunda herkes ve ulaşma zahmeti yok, beklemek hiç yok. Sabır
tanımayan yepyeni bir nesiliz biz. Ve aceleye yenik düşüp tüketiyoruz en başta
sevgimizi.
Şarkılar
akıp gidiyor. Bir yaz şarkısı sonraki yaza ulaşamıyor, çoktan geçmişte kalmış
oluyor çünkü. Şarkıların aşktan haberi yok artık. İntikam ve öfke dolu bir
yığın sözün adına şarkı diyorlar. Öyle ya,
postacı bekleyen nesille mail bekleyen nesil arasında dağlar var. Tüketmeye
odaklı, isteklerinin freni patlamış bunca insan için üretecek insan nerede? “Tüketim
çılgınlığı” diyorlar ya, evet, o çılgınlar biziz.
Ben
ya, ben! Böyle miydim önceden? Bir kalemin, bir çantanın aylarca hayalini
kurar, bir ayakkabıya aylarca sevinirdim. Şimdi koyacak yer yok ve ben hâlâ
alma peşindeyim. Sadece “bir gün sevinmek için” mi bunlar? Evet, biliyorum,
gerçekten şımardım, çok şımardım hem de.
Biri
arabasına binmiş, tatil için yollara düşmüş. Mutlu mu dersiniz, ne gezer. Aklı,
yarım kalmış işleriyle karmakarışık. Biri de onu görüp iç geçiriyor “Vay canına!
Hayatı bunlar yaşıyor” diye. Biri hastalıktan inlerken “Fakir olsam da şu derdi
çekmesem” deyip imrenene imrenirken ne vakit bu gözler kendimizi görecek
bilmem. Kıyaslarken daha iyi ile daha kötü birlikte değerlendirilse, bir hal yol
bulunur ama… Ah! İşte dünya zaten kendine çekiyor çekeceği kadar ve yok olup
gideceği bu kadar belliyken yine kendine yatırım yaptırıyor. Dediğim dedik
dünya çetin ceviz vesselam…
Tüketirken
içimdeki canavar devleşiyor ve beni önüne katıp istediği yöne sürüklüyor. Tükenen,
tükettiğim şeyler değil de aslında benim. Üretmenin tadına bir varsa insan ve o
zahmetle ruhunu bir arıtsa hırstan… Benden sonra bir çorak toprak yemyeşil
olmadıkça, bir kuru çeşme gürül gürül akmadıkça, bu gözlerim sabır deyip
ağlamadıkça tadım yok benim; yaşamış mıyım bu dünyada, adım yok benim. Dut
yaprağını atlas yapan o sabır olmadıkça bende, selametim yok benim.
Bütün
yiyenler, birer lokmadan vazgeçsinler, ne çıkar? Bütün giyenler, bir elbise
eksik alsınlar, ne çıkar? Yemenin eşsiz zevki yedirmede var. Giymenin müthiş
zevki giydirmede var. Gülmenin muhteşem keyfi güldürmede var…
Bir orta yol bulup huzura ermek varken kendimden başkasını düşünemedim. Belki kapıma bıraktığım bir kap su ve bir tutam buğdayla bir kuş ölmeden kanatlanıp uçacaktı. Belki ayırdığım beş on kuruşla bir çocuk hayata tutunup, çağ kapatıp çağ açacaktı. Belki bir sözümle bir göz buluşup dağlar aşacaktı. Ne bileyim, belki de kendimle konuşurken, başım yastığımda, öyle bir duam ki kabul olacak ve herkes, bir olduğunun farkına varacaktı…