Acele etme, ecele gitme

Halep oradaysa, arşın burada! Sandık sonuçları da herkese açık. Kemal Bey de elini masaya vurarak “Bur-da-yım” dediğine göre, anlaşılan odur ki hep “O-ra-da” kalacak.

BAZEN öylesi denk geliyor. Camide hoca “El-Fatiha” dediği anda, ben daha besmeleyi tamamlayamadan, yanımdaki kişi ellerini yüzüne sürüp “Âmin” deyiveriyor. Hayret bir şey! Yahu ne zaman başladın da bitirdin? Bu ne hız? Bunun salavatı var, “Euzu” kısmı var. Besmeleyi “Be” diyerek mi geçiyorsun? Her kelimenin ilk harfini söylesen bile o kadar çabuk tamamlanmaz. Nereye yetişeceksin?

“Hoca nasılsa Fatiha diyecek, ben şimdiden okuyayım” düşüncesiyle erken mi başladın? Yoksa evde tamam edip de camiye “Âmin” demeyi mi bıraktın?

Namazda da böyle sürat yapanlar görüyoruz. Cemaatin çoğu henüz birinci rekâttayken dört rekâtı bitirip sütuna yaslanan, yanında sütun yoksa bağdaş kurup telefonunu kurcalayanlar var. Sanki her biri yarış pilotu Enzo Ferrari.

Herhâlde çok önemli işlerle meşgul bunlar. New York borsasında parite ne durumda? Hisseler uçmuş gitmiş mi? Tokyo borsası ne âlemde? Görsek parite demez miyiz? (Mükremin’in kulakları çınlasın.) Ne varsa şu telefonda? Camide bile elden düşmüyor. Bir an önce ona kavuşmak için Fatiha süratle okunuyor, namazlar jet gibi kılınıyor, camiden yangın varmışçasına çıkılıyor.  

Vakit namazlarında pek rastlanmaz ama Cumaları camiden çıkmak için bazıları pek acele ediyor.

Önündekini itekleyen, namaz kılanların önünden geçmeye çalışan, çalışmasını başarıp geçen, kapıya hücum eden, ayakkabılarını almak için güreşçi gibi vücut çalımları yapan, elindeki ayakkabıları önündekinin, yanındakinin üstüne başına süren... Ne ararsanız var. Hele yağışlı havalarda ayakkabıların altından şıp şıp akan suların, önündeki kişinin üstüne başına damlaması... İnsanlık dışı davranışlar bunlar.

Bugüne kadar camide mahsur kalan olmamıştır. Tarih boyunca örneği yok. Namazını kılan herkes, dışarı çıkmayı başarmıştır. Kimseyi bağlamazlar, ayağına bukağı takmazlar.

Ama bu bahsettiğim aceleci tipler, sanki bir dakika gecikirse içeride kapanıp kalacak, dışarı çıkamayacak gibi davranır.

Öyle bir tehlike varmış gibi davrananlara bir tedavi düşünmek, bulmak ve uygulamak şart!

Belki bir veya ikisinde “kapalı yerde kalma korkusu” bulunabilir ama hepsinde birden olma ihtimâli sıfır.

Öyle bir korkuya sahip olanlar mazurdur ama her acele eden aynı dertten mustarip olamaz. Öyle bir ihtimâl kabul edilemez. Hepsinin bir gün önce İtalya’dan gelmiş olma ihtimâli ile aynı seviyededir. İtalya örneğine kafayı takmayın, Fransa da olsa aynı. Ya da herhangi bir ülke…

*

Anlattığım şikâyetlerin hepsi gerçekse de ülkeleri bir yana bırakıp kendi ülkemize dönelim. Bir gündemimiz var ki hayli yoğun.

Dört beş seneden bu yana konuştuğumuz seçimin son demindeyiz.

Vatandaş karar verdi ki parlamenter sisteme geçme hikâyesi rafa kaldırılacak bir konu. İstifledik, yerini buldu.

Kimse ikna olmadı. Zaten iddia edenler de inanmıyordu. Sahibi görünenler bile bir konuya yeterince inanmıyorsa, el âlem ne yapsın? Belli ki lâf olsun diye ortaya atılmış bir düşünce…

Geçmeden, bir ayrıntıya dikkat çekelim. Cumhurbaşkanlığı Sistemi, teklif olarak hazırlanıp halka soruldu. Referandum yapıldı. Halkın oyu “kabul” yönündeydi ve o sayede uygulama başladı.

Eski sisteme dönmeyi teklif edenler, iddiasını sürdürenler, savunanlar, halkın o kararını yok saydılar. Milleti reşit olmamış çocuk pozisyonunda gördüler.

Öyle düşündüler ki, millete her zaman olduğu gibi tepeden bakmayı tercih ettiler.

“Sen bilemedin, bir zamanlar bu sistemi kaldırmayı kabul ettin ama biz şimdi onu geri getireceğiz. Senin aklın ermez. Bilmiyorsun. Cahilsin. Bir kısmınız da zaten çoban, makarnacı, kömürcü. Göbeğini de kaşıyorsun üstelik. O yüzden biz senden daha iyi düşünürüz. Neyin faydalı neyin faydasız, neyin gerekli neyin gereksiz olduğunu iyi biliriz. Parlamenter sisteme dönmemiz çok daha iyi olacak. Başına süs olsun, cazip görünsün diye ‘Güçlendirilmiş”’ ibaresini ekledik ki tam anlamıyla ‘eskiye dönmek’ şeklinde ithama maruz kalınmasın.

Sen bize oy ver, gerisine karışma…”

Tam olarak böyle! Cümlelerin kendi arasında sıralaması değişebilir ama öz budur.

Millet bu tepeden bakmaktan rahatsızlık duymaz, hatta farkına bile varmaz, teklifi kabul eder, tıpış tıpış gidip oyunu verir sandılar.

Hey yavrum hey!

Sizin bu sanmalarınız var ya...

Tarih boyunca başınıza dert oldu. Ayağınıza dolandı. Tepeden tırnağa çamura battınız.

*

İlk turdaki seçim akşamı iki büyükşehir belediye başkanının kameraların karşısına geçip “Biz kazandık” açıklamasında bulunması üzerine “Bir yazı yazmaya değer mi?” diye düşünüyordum.

Söze buradan başlayacaktım.

Sonra karar verdim ki değmez.

Onlar istedikleri kadar acele etsinler. İstedikleri kadar hoca “El-Fatiha” der demez ellerini yüzlerine sürsünler ya da herkesten sonra tamamlasınlar… İsterlerse camiden en son çıksınlar... Seçim sonucu belli olmadan kazandıklarını iddia etsinler... Bu acelecilik ya da ağır davranmak asla sonucu değiştirmez.

Halep oradaysa, arşın burada!

Sandık sonuçları da herkese açık.

Kemal Bey de elini masaya vurarak “Bur-da-yım” dediğine göre, anlaşılan odur ki hep “O-ra-da” kalacak.

Bazı partilerin ve kuruluşların “onursal başkan”ları olur. Eskiden “şeref başkanı” denirdi. Şeref Bey, işi çıktığı için uzaklara gidince anılmaz oldu. Unutuldu. Gözden ırak olan, çoğu zaman gönülden de ırak oluyor. Her neyse… Onursal başkanlar, geçmişten gelen ve orada kalan, saygı duyulan başkanlardır. Kemal Bey ise öyle görünüyor ki partisinde ilelebet başkan kalacak. Ölene kadar!

İnönü öyle yapmadı. Ecevit ve Baykal da… Bu defa değişik bir manzara var. Bize göre hava hoş. Girdiği her seçimi kaybettikten sonra mesele yok. Ötesini partisindekiler düşünsün.