Aça muhtaç

Fakirin zengine muhtaçlığı, zenginin fakire muhtaçlığından daha çok değildir. Öyledir öyle olmasına da, üretilmiş hakikat ise sadece “Fakirler muhtaçtır” şeklindedir. Üretilmiş hakikatler, sinemadaki filmde yağmurun yağdığını gören kadının “Eyvah, balkonumdaki çamaşırları toplamadan geldim, ıslanmışlardır!” diye üzülmesi gibidir.

DOĞRUSU yardım etmek ve iyilik erdemlerinden bahsetmek istemiyorum. Fakat bunları da ihtiva eden bir keşfimi, bir farkındalığımı arz etmek istiyorum. Arz edeceğim mesele epey doğurgan bir hususiyete de sahip. O bakımdan sizin de katkılarınızı istirham ediyorum. Farkına varacağınız yeni vecheleri şahsımıza da önermeyi lutfederseniz münnettar ve müteşekkir oluruz. Birkaç hazırlama cümlesiyle meseleye giriş yapalım.

Ramazan umresinden bahsederler. İftara doğru herkes Mescid-i Nebevîye’ye doluşur, namaz öncesi veya namazı müteakip güzel manzaralara hem şahit olunur, hem de o manzaralar tüm hücrelerinizle yaşanırmış. Birtakım âlicenap şahıslar sofraları kurar, misafirleri davet ederlermiş. Hatta kollarından tutup zorla oturturlarmış. Bunu anlatan dostlara şöyle bir soru sordum: “Medine’de sofrayı açtınız, misafirlere ikramda bulunmak istiyorsunuz, ya kimse oturmaz, kimse o sofraya gelmezse ne olur?” Arkadaşların bu soru karşısında yaşadıkları anlık şoktan sonra cevapları şu oldu: “Allah göstermesin, felaket olur!”

Düşünebiliyor musunuz, insanlar akşama kadar oruç tutmuş, aç ve susuz ve fakat sizin ikramlarınıza dönüp bakmıyorlar. “Böyle durumlar başka şekillerde karşımıza çıkabilir mi?” diye düşündüğümde neredeyse her şeyin öyle olduğunu fark ettim.

Patronsunuz ve sermayenizi ortaya koyup, risk alıp bir işletme kurmuşsunuz; belki yüzlerce, belki binlerce insanın evine ekmek götürmesine vesile oluyorsunuz. Ya o insanların hiçbiri gelip size iş için müracaat etmezse ne olur?

Bir arkadaşımın, kamyonu için şoför aramasına şahit olmuştum. Gecenin 00:30’undan sonra adamın neredeyse her istediğini kabul ediyor ama karşıdaki şoför adayı bir türlü razı olmuyor. Telefonu kapattıktan sonra o klasik cümle ağzından dökülüverdi: “Abi memlekette işsizlik mişsizlik yok!”

Bir okul veya üniversitede öğretmensiniz, harika şeyler biliyor ve onları harika yöntemlerle çok kısa zamanda, etkili ve kalıcı şekilde öğrencinize öğretebiliyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz ki sizin dersi kimse seçmemiş. Bir çocuk sahibi olma hayaliyle yanıp tutuşan bir kadın veya erkeğin, çocuğuna iyi davranmayan anne babaları görüp ne düşünürlerse, öğrencilerin kötü öğretmene ait dersi seçmesi durumu hakkında da benzer şeyler düşünülür herhalde.

“Velî nimet” nedir?

İş dünyası “Müşteri veli nimettir”, siyasetçiler de “Vatandaş patrondur” diyerek bu gerçeği hayata geçirmişler. Bir hanımefendinin pek çok ürünün özelliklerini, fiyatını sorması ve ardından da hiçbir şey almadan dükkândan çıkması durumunda bile iyi esnaflar surat asmıyor, iyi dileklerle hanımefendiyi uğurluyorlar. Biliyorlar ki, içine sinmeden alacağı veya ekonomik gücünü aşırı zorlayacak bir ürün o hanımefendiyi o dükkâna karşı da soğutacak. Siyasetçiler de seçimde kazanmasını, “Bizden daha iyisi mi vardı? Vatandış tabiî ki oy verecek” şeklindeki küstahlıklarla değil, “Vatandaşımız bize kredi verdi ve inşallah önümüzdeki yıllarda bu güveni hak ederiz” şeklinde karşılarlar.

Tüm bunlardan şöyle bir sonuç çıkıyor: Her sıfatın anlam kazanabilmesi, değer bulabilmesi için “muhtaç olduğu bir sıfat” var. Sadece “hasta” sıfatı “hekim” sıfatına muhtaç değil, “hekim” sıfatı da “hasta” sıfatıyla anlam ve değer kazanıyor. Kadın “erkekle”, erkek de “kadınla” bir anlam ve değer buluyor. Amma velakin şu günün dünyasında fakir, işçi, bulaşıkçı veya bir mülteci olduğum için horlanıyor, aşağılanıyor ve dışlanıyorum. Bu sıfatlarımın tamamlayıcısı olan sıfatlara sahip olanların çoğu ise kibir ve gururlarından zerre taviz vermiyorlar. Bırakın kendilerinin farkında olup hadlerini bilmeyi, kanaat edip onların sıfatlarının anlam ve değerini azaltanlara hakaretler ediyor, onları nankörlükle suçluyorlar.

Pek çok sefer çeşitli vesilelerle arz ettiğim bir misal var; Doğu Bloku yeni çöktüğünde Türkiye’den buralara müteahhitlik için giden firmalardan birinin üst düzey yetkilisi anlatmıştı: “İşleri yaparken bölge halkından işçiler çalıştırıyoruz. Fakat işlerine özenmiyorlar, mesaiye filan kalmak istemiyorlar. Sonra biz işyerindeki kantine birkaç tişört, gömlek, çorap, kazak filan koyduk. O kıyafetlerden tek tük aldılar. Konu komşu, dost ve arkadaşları beğenmiş, tekrar almak istediler. Çocukları ve eşlerine de almak istediler. Bu sefer maaşları yetmemeye başladı. Çok kazanmak için daha özenli çalışmaya başladılar, mesaiye kalmak istediler.” Bu şirket yöneticilerinin tüketim dinamiğini harekete geçirmelerine rağmen bölge insanı kanaat etseydi neler olurdu? O yöneticiler bu kez de başka kanaat etmeyen insanları bulmaya çalışırlardı.

Fakirin zengine muhtaçlığı, zenginin fakire muhtaçlığından daha çok değildir. Öyledir öyle olmasına da, üretilmiş hakikat ise sadece “Fakirler muhtaçtır” şeklindedir. Üretilmiş hakikatler, sinemadaki filmde yağmurun yağdığını gören kadının “Eyvah, balkonumdaki çamaşırları toplamadan geldim, ıslanmışlardır!” diye üzülmesi gibidir. Yağmurun yağdığı gerçeği, kadının evine varıp çamaşırların ıslanmadığını görene kadar geçerlidir.

Sıfatların birbirine muhtaç olduğu gerçeğinin pek çok vecheden incelenmesi, araştırılması ve üzerinde kafa yorulması gereken bir mesele olduğu ortadadır. Üretilmiş gerçeklerle değil de mutlak gerçeklerle bu mesele tahlil edildiğinde, insanın kendisi ve başkalarıyla çatışması azalacak, hatta yok bile olabilecektir. O sebeple meseleyi arz etmek istedik.