GÜZEL kalpli, yiğit,
mert adam. Sözünün eri, gösterişsiz, mütevazı. Mümin, muvahhit, musalli insandı,
şahidiz.
Vatanına,
devletine, bayrağına ölümüne bağlı, çok güzel bir insandın be Abdullah!
Muteberdin, mutemettin, mütebessimdin daima. Sen ne güzel bir arkadaş, ne güzel
bir dost, ne güzel bir kardeşimizdin!
1997
yılında, Adapazarı Belediyesi Kültür Müdürüydüm. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun
güzel oyunlarından bazılarının Adapazarı’nda da sahnelenmesi için Harbiye’deki
müdürlüğe gittiğimde tanışmıştık. Müdür Muharrem Ergül’ün desteğiyle o süreçte
Adapazarı ASM’de en az yedi sekiz oyun sahnelenmişti. Muharrem Bey, bazen kendi
gelirdi ekibin başında, bazen de yardımcısını gönderirdi. Yardımcısı kim miydi?
Ortadan az uzunca boylu, esmerce, oturaklı, ağırbaşlı, edepli, hem oyuncuların,
hem de teknik ekibin (ışıkçı, sesçi, dekorcu) büyük saygı ve sevgi gösterdiği
otuz beşlerinde birisi; Abdullah Kaplan adında bir delikanlı…
Onunla
tanışıp ahbap olduktan sonra Muharrem Müdür ile resmî ve gayr-ı resmî pek
görüşmedik, çok yoğundu o ve biz işlerimizi Abdullah Kaplan üzerinden
görecektik yıllarca. Abdullah Kaplan’la dostluğumuz böyle başladı. Ve yirmi
dört sene -kesintisiz- sürdü o güzel ve örnek dostluk. Zaten Abdullah Kaplan ile
tanıştığınızda ya uyum sağlar ve ömür boyu ölesiye dost olurdunuz ya da bir
daha görüşmezdiniz. Ama ne dostluk! Öyle böyle değil. Ölümüne… Mertçe, yiğitçe,
çıkarsız. Sadece sevgi, saygı, kardeşliğe dayalı. Zaten Abdullah’ın başka türlü
kimseyle bir hesabı, ilişkisi, diyaloğu olmamış, görülmemiştir.
Oyunlara,
gezilere, yaylalara, kahvehanede veya stadyumda maç seyretmelere, Harbiye
Açıkhava Sahnesi’nde Neşet Ertaş konseri izlemelere, oyun prömiyerlerine…
Kafamız, gönlümüz, ahlâkımız uyuyordu. Onu, çok sevdiği Rabbine uğurlayana
kadar da sürdü bu.
Demiştim, tanıştığımızda henüz Şehir Tiyatroları Müdür Yardımcısıydı bizim Abdullah.
28
Şubat mağduruydu tam mânâsıyla. İliklerine kadar… Edirne Süloğlu’nda
yüzbaşıydı. Ömrünce olduğu gibi lojmandaydı. Ama eşi Nesrin Hanım başörtülüydü.
Türkiye, âdeta Yunan işgalinden geçiyor gibiydi. Başörtülü hiç kimse lojmanlara
sokulmuyordu. Hem de Türkiye’nin her yerinde. Bu toprakların öz evlâtlarının, âdeta
gizli bir işgalle, şairin “Öz yurdunda
garipsin, öz vatanında parya” dizesinde anlattığı, yaşadığı günlerdi.
Yüzbaşı Abdullah da başörtülü eşini lojmana sokamıyor, soksa çıkaramıyor, bazen
de eşini arabasının arka koltuğuna yatırıyor, bir eşya gibi üstüne örtü örterek
ancak evine götürebiliyordu. Bunlar bir facia
senaryosu değil, birebir yaşanmış gerçeklerdi.
Edirne
Süloğlu’ndaki kışlaya bir gün bir Yüksek Askerî Şûrâ (YAŞ) kararı daha geldi:
153 muvazzaf subay, irtica gerekçesiyle ordudan atılmışlardı. Aralarında
Yüzbaşı Mehmet Abdullah Kaplan da vardı. Günlerce içine sindiremedi genç
yüzbaşı bunu. Ömrünü ay yıldızlı bayrağa ve ezanlara adamış çok başarılı ve
örnek bir subaydı hâlbuki. Oğlu Sabri’nin rivayetine göre, ailesine hiçbir
üzüntüsünü ve gözyaşını göstermeyen Abdullah Kaplan, bunu bir kez terk edecek,
bir gece yarısı, evde herkes uyurken (büyük oğul Sabri salonda henüz dalmamışken)
pencereyi açacak ve hüngür hüngür ağlayarak “Allah’ım, ne yapacağım ben şimdi?”
diyecektir.
1997’nin
ikinci yarısında, bin yıldır Peygamber
Ocağı denilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nden, bu 153 subay, Peygamberini sevdiği ve namaz kıldıkları gerekçesiyle
atılmışlardı. Akıl, havsala almıyordu.
153
atılmışı temsilen içlerinden yedi subay, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Başkanı Tayyip Erdoğan’a çıktılar. Heyetin sözcüsü Abdullah Kaplan’dı. Edebiyat
öğretmeni ve iyi hatipti zira. Başkan Erdoğan, bu mazlum heyete büyük bir saygı
ve ihtimam gösterdi. Dikkatle dinledi, Belediye’nin İnsan Kaynakları Dairesi Başkanını
çağırıp talimat verdi: “Atılan bu 153
subayı da belediyemize almaya karar verdim. Albay ve yarbayları daire başkanı,
binbaşıları şube müdürü, yüzbaşıları da müdür yardımcısı olarak yarın
itibarıyla işe başlatıyorsun!”
Meğer
üç ay öncesinin yüzbaşısı Abdullah Kaplan ile tanıştığımızda, Büyükşehir Belediyesi
bünyesinde birkaç aylık müdür yardımcısıymış daha. O günlerde tanışmıştık işte.
Diyarbakır
Bismilli bir müftünün, Selahattin Bey ile Afife Hanım’ın üçü kız, altısı erkek,
dokuz çocuğunun dördüncüsüydü Abdullah. 1961 yılında, Bismil’de doğmuştu. İlçeden
ilçeye, ilden ile görevlendirilen örnek bir müftünün zorluklarla ama mutlu
büyümüş bir çocuğuydu. Türk dili ve edebiyatı öğretmeniydi. Askerî liselerde
Türkçe öğretmenliği de yapmıştı. Çok sevilen, sayılan, adil, görevine titiz,
askeri koruyup kollayan bir komutandı. Gaziantepli Nesrin Hanım’la hayatını 1985
yılında birleştirmişti. Sabri (1986, çevre mühendisi), Merve (1990, ekonomist),
Emre (1994, endüstri mühendisi), Enes (1994, bilgisayar mühendisi) adında dört
pırlanta evlât vermişti Yüce Yaradan onlara.
On
bir yıl İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürlüğünü üstlenmişti Abdullah Kaplan. Pek
bilinmez, sinema ve televizyonlarda görülen meşhur oyuncuların neredeyse yüzde
yetmiş beşi İBB Şehir Tiyatroları’nın kadrolu oyuncularıdır. Bir düşünün, sekiz
yüz kişilik oyuncu ve teknik ekip kadrosu… Özerk bir yapı... Yönetim kurulunun
yedi kişisinin beşi onlardan oluşuyor. Yüzde 95’i de iktidara muhalif. Solun farklı
tandanslarından hemen hepsi. DHKP-C sempatizanlarından daha bilmem neye kadar…
Ve bu muhalif kadroyu on bir sene, tereyağından kıl çeker gibi yönetti Abdullah
Kaplan. Güle oynaya… Nasıl mı? Adalet ve merhametle… En ünlüsünden atölyedeki
teknik işçiye, emekçiye, aynı seviye ve sevecenlikle davranarak… İnsanî
muameleyle…
İlk
dört yıl sanatçılardaki tereddüt, sonraki yıllarda güvene ve dostluğa
dönüşmüştü. Zaten hayatı da bundan ibaretti Abdullah Kaplan’ın. Güven, itimat,
adalet ve merhamet, saygı ve sevgi, vefa ve samimiyet, ağırbaşlılık ve denge…
Buydu o, iliklerine kadar.
Menfaate
zerrece tamah etmedi. Ömrü, meslek hayatı lojmanlarda ve kiralarda geçti.
2008’de ev sahibi olabildi ancak. Kaç kez rüşvet, kaç kez menfaat teklifine
“ret” cevabını vermeyi başarmış, dürüstlük abidesi güzel bir yürekti o. Millî
bir yürek… Bu toprakların özbeöz çocuğu, gönül adamı… Üç kez işten atıldı bu
yüzden. Biri 28 Şubat’ta askeriyeden, ikincisi Ali Müfit Gürtuna döneminde Büyükşehir
Belediyesi’nden… Dâvâ etti; bir buçuk sene ev kira, okutulacak dört çocuk ve
beş parasız hâlde… Dâvâyı kazanıp göreve iade edildi. 2008’de bir kez daha…
Zamanla yine döndü. Vefatından üç sene önce emekli olmuştu. Unutmadan, iade-i
itibarla, albay olarak emekli maaşı alıyordu.
Galatasaraylıydık
ikimiz de. Sık sık Ali Sami Yen’de veya TT Arena’da buluşurduk. Kaç
şampiyonluğu birlikte kutladık, kaç galibiyette birlikte sevindik. Zaman zaman
akıllı ve terbiyeli oğlu Sabri de katılırdı bu coşkumuza. Bu hususta Ardahanlı
Yılmaz Bayrambey kardeşimin yardımlarına ayrıca müteşekkiriz.
Sene
2010… Vali Hasan Duruer, hem Mardin Valisi, hem GAP Kültür Birliği Başkanı idi.
Sekiz güneydoğu ilinden sorumlu birlik... Ben GAP Kültür Birliği’nin
danışmayım, Abdullahcığım da İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürü…
Duruer-Tuna-Kaplan ele ele verdik. Başta “Lüküs Hayat” olmak üzere “İntiharın
Genel Provası” ve sair eser… Güneydoğulu sanatseverler, ilk kez büyük tiyatro
oyunlarıyla Abdullah Kaplan sayesinde tanıştı. “Lüküs Hayat”, güneydoğuyu il
il, sahne sahne, şehir şehir Abdullah Kaplan sayesinde dolaştı bir hafta. Hatta
27 Mart Dünya Tiyatro Günü bildirisini sanatçılarla beraber, arkada tarihî hüviyeti
ve nefis şehir görünümüyle Mardin’de okumuştu.
Onun
sesinden Faxri Âbey (ayını basarak), Axuy,
Abe, Ankaribuzzaman kelimeleri bugün gibi aklımdadır, hiç çıkmaz.
Yüzlerce
güzel anı, espri, hatıra... Mardin’de, 2010’da, ilk yarısını birinci caddedeki
bir kahvehanede (sağda), ikinci yarısını Yenişehir Öğretmenevi’nde birlikte seyrettiğimiz,
Kadıköy’deki Fenerbahçe-Bursaspor (2-3) maçı geldi şimdi gözümün önüne. Bursaspor
her gol attığında ikimizin “Gooool” diye
bağırarak ayağa fırlayışımız, kahvehanede ve öğretmenevindeki Fenerlilerin
ikimize ters ters bakışları...
Neşet
Ertaş’ın 2010 Temmuz’unda Harbiye Açıkhava’daki -ömrünün- son konserine beni
ısrarla davet edişi ve izleyişimiz… Ekmeğimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi bölüşmemiz...
Unutmak ne mümkün!
Günümüz
dünyasında sayıları çok olmayan, “İşte Cennetlik
insan!” dediklerimizden biriydi Abdullah. Mutemet, güvenilir adamdı. İtimat
ve güvenin kale kapısıydı.