VAHYE göre İslâm,
varoluşun fıtrat üzere hafıza yüklenmesidir. Bu nedenle vahiy, kendisini tek
bir nebî veya Son Nebî ile tanımlamaz. Vahiy, kronolojik akla sığmaz ve
kurtuluşu asla dindarın performansına bağlamaz. Bu nedenle vahiy, insanı metne
sığdırmaz; Müslümanlığı dindarın insafına terk etmez.
Vahiy,
kendisini nebî ve metin ile sabitlemez; kendini fıtrat üzerinden günceller.
Metin ve nebî ise bunun nasıl gerçekleştiğinin hafızasını teslim olana yükler.
“Müslümanlık”
kavramını Son Nebî Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) vefâtı ile kronolojik bağlama
indirgeyen, yaşayan ve gelenekli kılınan dindarlık hafızasını “kurtuluş” diye
insanlığa sunan akıl, vahyin tanımladığı ve işlevlendirdiği akıl değildir.
Vahyi
insan aklına indirgeyen, insanı metne, inancı ise insan ürünü kütüphaneye
sığdıran ve kulluğu “tapınma erleri” kılan ahlâk, nebîlerin örneklediği ahlâk
değildir.
Müslümanlığı,
hayatı dolayımlı yaşayan fakat yaşadığı hayatı suçlayan bir paradoks içinde
karikatürize eden ufuk, insanlığa seslenen çağrı değil, devlet ve toplum
milliyetçiliğinin borozancılığıdır. Bu nedenle “İslâm güneşi” diye sunulan
efsane, uydurulmuş kutsallar demeti olan “dindarın vaaz fetişizmi” özünde “yok
edici bir nükleer etkisi” yapmaktadır. Nitekim esenlik iklimi olan Nebîler
çizgisi, dindarın yavan ağzında hayatı ve şehirleri yaşanılmaz kılan nükleer
tahrif etkisine evrilmektedir.
Bu
bağlamda "Müslümanların hâli" diye sunulan mevcut sahte günah çıkarma
seansları özünde vahiy aklını terk etmiş olur ve gelişmemiş beynin
"beklenen kurtarıcı" diye toplu ayin düzenlemesi de bu yüzden
yaygınlaşmaktadır. Çünkü vahyin yüklediği Müslüman aklı terk edilmiş, “Aklı
kullanmadan da Kur’ân okunabilir!” fetvası verilmiştir.
Müslümanlığı
neredeyse "Hıristiyan, Yahudî ve Uzakdoğu dinleri olmayan din" şablonuna
indirgeyen ve uydurduğu "İnkârcılara ölüm!" ateşinde bütün yaşam
sevincini ve insanlığı öldüren şiddet yanlısı tipolojiyi "Eski kitaplarda
böyle!" çerçevesindeki sahtekârlık potasında eriten zihniyet bir şeyi
unutuyor: Vahiy, kendi geleceğini insanın taşıyıcı gücüne emanet etmeyecek kadar
tecrübelidir. Onun içindir ki yeryüzü, sadece "Müslümanım" diyenlere
(bizlere) umut bağlamaz!
Yeryüzü,
onu Var Eden Kadir-i Mutlak’ın kesintiye uğramayan ve kendini güncelleyen
vahyedişine tâbidir. Bize düşen, kendini kurtarmış ahmaklığında sekans geçen
"hocaefendi" müsveddelerine tâbi olmayı insanlığa hizmet vehmeden
veya “Nebîlerin sünnetine tâbi olmak” adı altında kendi beceriksiz yaşamlarını
başkalarına dayatmak isteyen ve "dindarlık şovlarını" insana "Müslümanlık"
etiketiyle kargolamayı arzulayanlardan beri olmaktır. Çünkü akıl zombileri gibi
etrafı saran tiplerin sunduğu “İslâm”, gerçekte dinleştirilmiş lokal kültür ve
indi/şahsî kurmacalardan ibarettir.
Oysa
Vahiy, insanı yine "insan" özünde teslim alır. Teslim olanın adıdır “Müslümanlık”.
Bu nedenle Müslümanlık, vahiy peteğinde ballanır. Başka bir insanın (p)eteğinde
ballanacağını sananlar, sadece sahtekârlıklarında inat ederek “bir tadımlık
şeker için bol keçiboynuzu ile” mahşere yol alacaklardır.
İnsanın
gözlerinde İslâm güneşini, hayatı zehir eder türde nükleer bir etkide bulunan sahte
dindarlığa çevirenlere bir mesajımız var: “Vahyi balyoz gibi kalbinize
indireceğiz!”
Çünkü
Müslümanlar arasında doğanlara, "Müslümanlık" adına
öğretilen/ezberletilen ve zamanla yaygın ama hata olan algılar-yorumlar
olmuştur/vardır. İşte onlardan en riskli olan iki yaklaşımdan birincisi şudur: Kur'ân "okunan metin" midir,
"okuma-hitap-anlatı" toplamı olan bir "sesleniş" mi?
“Metin”
diye algılarsanız, anlamı-bağlamı-sonuç sözü çözmek için elinizdeki
"imkân" nedeniyle ancak "yazının gücü, yazıdaki kelimelerin özü ve
iki kapak arası sahifelerin ‘toplam enerjisi’ ile sınırlı kalmak” zorunda
kalırsınız. "Kur’ân’a göre…" veya "Kur’ân’ın kararı ile...” diye
kurduğunuz/kurguladığınız ölçü, metin olarak kalır. Bu algıda "İnsan
okuyan-Kur’ân okunan" ilişkisi vardır.
"Sesleniş"
diye algılarsanız, “23 yıllık hitap, 23 yıl süren anlatı ve 23 yılda kayıt
altına alınmış metin” şeklinde "toplam bir algı"ya sahip olursunuz. O
zaman 23 yıllık hitaptan, ilk vahiyden geriye (Âdem'e) doğru
"hafıza"; 23 yıllık anlatıdan, ilk vahiyden Nebî’nin vefâtına doğru
"insan"; 23 yıllık kayıttansa, hafıza ile insan arasındaki bağı
koruyan ve güncelleyen "mahfuz mushaf", yani "el-kitap"
çıkar. “Hafıza, insan ve el-kitap” toplamı nereye veya nerelere götürür, metin
nereye?
“Hafıza,
insan ve el-kitap” metne sığmaz. Metnin imkânı "insan imkânını"
kuşatmaz. Onun için "Metin yeter!" demek, yetememe hâlidir.
Söz
konusu en riskli iki yaklaşımdan ikincisi de şudur: Hadis "kavl/söz"
müdür, yoksa içinde söz-eylem-ortam olan "hâdise" midir?
“Söz”
diye algılarsanız, sözden söze geçişle “metnin aktarımı”nı değil,
"anlaşılanın aktarımı"nı kabullenirsiniz. Sözün söze ve sözden söze
geçişi ise "mahfuz kavl" diye etiketlerseniz. Geleceğiniz nokta şu
duruma işaret eder: “İnsan için her şeye söz verilmiştir. Söz söylenmemiş insan
imkânı kalmamıştır” iddiasını sözle/sözde taşırsınız.
Oysa
metne sığmayan insan hayli hayli söze sığmaz; aksine, vahyi insan sözüne
sığdırmaya kalkar. Dilin kemiği, sözün aklı yoktur. Bir taraf
"Kur'ân" derken "metin" demek istiyor ve bir taraf da "hadis"
derken "kavl/söz" demek istiyorsa, ikisi de aynı şeyi kastediyordur: “İnsan
bunlara sığar.”
İkisi
de birbiriyle, "Yok, insanı metne sığdıracağım! Söz, metne tâbidir!"
ve "Metin, söz ile anlam kazanır! Metin söze tâbidir! İnsan söze
sığar" diye çatışıyor, kapışıyor, küfürleşiyorsa, sadece TV, Youtube ve
sosyal medyada boy gösteren hocaefendi, akademisyen, cübbe erbabı, şeyh veya
üstad etiketli tiplerin birbirlerine yönelik tutumlarına bakmak çok şey
anlatacaktır bize.
Îmanım
ve aklım kadar eminim ki, ikisi de insanı kendine sığdırma iddiasındadır. Yahu
insan, insana sığar mı?! İnsan ne zamandır "İlâh" oldu?!