Abdestsiz hâlde Kur’ân’a dokunulmaz, peki, akılsız dokunulabilir mi?

Müslümanlığı neredeyse “Hıristiyan, Yahudî ve Uzakdoğu dinleri olmayan din” şablonuna indirgeyen ve uydurduğu “İnkârcılara ölüm!” ateşinde bütün yaşam sevincini ve insanlığı öldüren şiddet yanlısı tipolojiyi “Eski kitaplarda böyle!” çerçevesindeki sahtekârlık potasında eriten zihniyet bir şeyi unutuyor: Vahiy, kendi geleceğini insanın taşıyıcı gücüne emanet etmeyecek kadar tecrübelidir.

VAHYE göre İslâm, varoluşun fıtrat üzere hafıza yüklenmesidir. Bu nedenle vahiy, kendisini tek bir nebî veya Son Nebî ile tanımlamaz. Vahiy, kronolojik akla sığmaz ve kurtuluşu asla dindarın performansına bağlamaz. Bu nedenle vahiy, insanı metne sığdırmaz; Müslümanlığı dindarın insafına terk etmez.

Vahiy, kendisini nebî ve metin ile sabitlemez; kendini fıtrat üzerinden günceller. Metin ve nebî ise bunun nasıl gerçekleştiğinin hafızasını teslim olana yükler.

“Müslümanlık” kavramını Son Nebî Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) vefâtı ile kronolojik bağlama indirgeyen, yaşayan ve gelenekli kılınan dindarlık hafızasını “kurtuluş” diye insanlığa sunan akıl, vahyin tanımladığı ve işlevlendirdiği akıl değildir.

Vahyi insan aklına indirgeyen, insanı metne, inancı ise insan ürünü kütüphaneye sığdıran ve kulluğu “tapınma erleri” kılan ahlâk, nebîlerin örneklediği ahlâk değildir.

Müslümanlığı, hayatı dolayımlı yaşayan fakat yaşadığı hayatı suçlayan bir paradoks içinde karikatürize eden ufuk, insanlığa seslenen çağrı değil, devlet ve toplum milliyetçiliğinin borozancılığıdır. Bu nedenle “İslâm güneşi” diye sunulan efsane, uydurulmuş kutsallar demeti olan “dindarın vaaz fetişizmi” özünde “yok edici bir nükleer etkisi” yapmaktadır. Nitekim esenlik iklimi olan Nebîler çizgisi, dindarın yavan ağzında hayatı ve şehirleri yaşanılmaz kılan nükleer tahrif etkisine evrilmektedir.

Bu bağlamda "Müslümanların hâli" diye sunulan mevcut sahte günah çıkarma seansları özünde vahiy aklını terk etmiş olur ve gelişmemiş beynin "beklenen kurtarıcı" diye toplu ayin düzenlemesi de bu yüzden yaygınlaşmaktadır. Çünkü vahyin yüklediği Müslüman aklı terk edilmiş, “Aklı kullanmadan da Kur’ân okunabilir!” fetvası verilmiştir.

Müslümanlığı neredeyse "Hıristiyan, Yahudî ve Uzakdoğu dinleri olmayan din" şablonuna indirgeyen ve uydurduğu "İnkârcılara ölüm!" ateşinde bütün yaşam sevincini ve insanlığı öldüren şiddet yanlısı tipolojiyi "Eski kitaplarda böyle!" çerçevesindeki sahtekârlık potasında eriten zihniyet bir şeyi unutuyor: Vahiy, kendi geleceğini insanın taşıyıcı gücüne emanet etmeyecek kadar tecrübelidir. Onun içindir ki yeryüzü, sadece "Müslümanım" diyenlere (bizlere) umut bağlamaz!

Yeryüzü, onu Var Eden Kadir-i Mutlak’ın kesintiye uğramayan ve kendini güncelleyen vahyedişine tâbidir. Bize düşen, kendini kurtarmış ahmaklığında sekans geçen "hocaefendi" müsveddelerine tâbi olmayı insanlığa hizmet vehmeden veya “Nebîlerin sünnetine tâbi olmak” adı altında kendi beceriksiz yaşamlarını başkalarına dayatmak isteyen ve "dindarlık şovlarını" insana "Müslümanlık" etiketiyle kargolamayı arzulayanlardan beri olmaktır. Çünkü akıl zombileri gibi etrafı saran tiplerin sunduğu “İslâm”, gerçekte dinleştirilmiş lokal kültür ve indi/şahsî kurmacalardan ibarettir.

Oysa Vahiy, insanı yine "insan" özünde teslim alır. Teslim olanın adıdır “Müslümanlık”. Bu nedenle Müslümanlık, vahiy peteğinde ballanır. Başka bir insanın (p)eteğinde ballanacağını sananlar, sadece sahtekârlıklarında inat ederek “bir tadımlık şeker için bol keçiboynuzu ile” mahşere yol alacaklardır.

İnsanın gözlerinde İslâm güneşini, hayatı zehir eder türde nükleer bir etkide bulunan sahte dindarlığa çevirenlere bir mesajımız var: “Vahyi balyoz gibi kalbinize indireceğiz!”

Çünkü Müslümanlar arasında doğanlara, "Müslümanlık" adına öğretilen/ezberletilen ve zamanla yaygın ama hata olan algılar-yorumlar olmuştur/vardır. İşte onlardan en riskli olan iki yaklaşımdan birincisi şudur: Kur'ân "okunan metin" midir, "okuma-hitap-anlatı" toplamı olan bir "sesleniş" mi?

“Metin” diye algılarsanız, anlamı-bağlamı-sonuç sözü çözmek için elinizdeki "imkân" nedeniyle ancak "yazının gücü, yazıdaki kelimelerin özü ve iki kapak arası sahifelerin ‘toplam enerjisi’ ile sınırlı kalmak” zorunda kalırsınız. "Kur’ân’a göre…" veya "Kur’ân’ın kararı ile...” diye kurduğunuz/kurguladığınız ölçü, metin olarak kalır. Bu algıda "İnsan okuyan-Kur’ân okunan" ilişkisi vardır.

"Sesleniş" diye algılarsanız, “23 yıllık hitap, 23 yıl süren anlatı ve 23 yılda kayıt altına alınmış metin” şeklinde "toplam bir algı"ya sahip olursunuz. O zaman 23 yıllık hitaptan, ilk vahiyden geriye (Âdem'e) doğru "hafıza"; 23 yıllık anlatıdan, ilk vahiyden Nebî’nin vefâtına doğru "insan"; 23 yıllık kayıttansa, hafıza ile insan arasındaki bağı koruyan ve güncelleyen "mahfuz mushaf", yani "el-kitap" çıkar. “Hafıza, insan ve el-kitap” toplamı nereye veya nerelere götürür, metin nereye?

“Hafıza, insan ve el-kitap” metne sığmaz. Metnin imkânı "insan imkânını" kuşatmaz. Onun için "Metin yeter!" demek, yetememe hâlidir.

Söz konusu en riskli iki yaklaşımdan ikincisi de şudur: Hadis "kavl/söz" müdür, yoksa içinde söz-eylem-ortam olan "hâdise" midir?

“Söz” diye algılarsanız, sözden söze geçişle “metnin aktarımı”nı değil, "anlaşılanın aktarımı"nı kabullenirsiniz. Sözün söze ve sözden söze geçişi ise "mahfuz kavl" diye etiketlerseniz. Geleceğiniz nokta şu duruma işaret eder: “İnsan için her şeye söz verilmiştir. Söz söylenmemiş insan imkânı kalmamıştır” iddiasını sözle/sözde taşırsınız.

Oysa metne sığmayan insan hayli hayli söze sığmaz; aksine, vahyi insan sözüne sığdırmaya kalkar. Dilin kemiği, sözün aklı yoktur. Bir taraf "Kur'ân" derken "metin" demek istiyor ve bir taraf da "hadis" derken "kavl/söz" demek istiyorsa, ikisi de aynı şeyi kastediyordur: “İnsan bunlara sığar.”

İkisi de birbiriyle, "Yok, insanı metne sığdıracağım! Söz, metne tâbidir!" ve "Metin, söz ile anlam kazanır! Metin söze tâbidir! İnsan söze sığar" diye çatışıyor, kapışıyor, küfürleşiyorsa, sadece TV, Youtube ve sosyal medyada boy gösteren hocaefendi, akademisyen, cübbe erbabı, şeyh veya üstad etiketli tiplerin birbirlerine yönelik tutumlarına bakmak çok şey anlatacaktır bize.

Îmanım ve aklım kadar eminim ki, ikisi de insanı kendine sığdırma iddiasındadır. Yahu insan, insana sığar mı?! İnsan ne zamandır "İlâh" oldu?!