TÜRKİYE’deki seçmen
yapısı öteden beri üçte iki Sağ ve üçte bir kadarı da Sol şeklindedir. Sağ ve Sol
kavramlarından anladığımız her ne kadar inançla ilgili ise de üçte bir olarak
ifade ettiğimiz Sol seçmen kitlesinin tamamını inançsız olarak kabul etmek de
mümkün değildir. Aslında o kitlenin içinde de inançlı insanlar vardır ve
bunların sayısı muhtemelen çoğunluktadır.
Çeşitli
tarihî, sosyal ve siyâsî sebeplerle bu insanlar siyâsî tercihlerini başta CHP
gibi seküler, daha doğrusu doğrudan milletin dini İslâm’a karşı olan partilerden
yana kullanmaktadırlar. Hâl böyle olunca, siyâsî analiz yaparken bu kitleyi
Sol-lâikçi kesim olarak nitelemek durumundayız.
Mevcut
tabloya göre bir demokratik sistemde ülke yönetiminin kahir Sağ çoğunluğun
elinde olması gerekir. Fakat Türkiye’de hiçbir zaman bu böyle olmadı. Tam
aksine, ülke yönetiminde görünürde Sağcı olarak bilinen partiler seçimlerden
iktidar olarak çıkmış olsalar da, ülke yönetimi bilindiği gibi vesayet
odaklarının siyâsî iktidarlar üzerindeki tahakkümü sebebiyle daima Sol’un
inancı yani inançsızlık çizgisinde olagelmiştir. Dolayısıyla siyâsî iktidarlar
hiçbir zaman kendilerine destek olan milletin ana gövdesini temsil ve memnun
edememiştir.
Buna
mukabil, bu yönetimlerden CHP ve yandaşlarından oluşan lâikçi-seküler kesim de
memnun olmamıştır. Çünkü onlar doğrudan iktidar erkinin tamamen kendi ellerinde
olmasını ve pür-seküler bir yönetim istediler hep. Onun için Sağ iktidarların
vermiş olduğu tavizler onları tatmin etmiyor; halkın istekleri doğrultusunda
yaptığı küçük icraatlardan çılgına dönüyorlar, onları irticayla, ihanetle
suçluyorlar fakat sadece inanç ve ideolojiyle ilgili olan icraatlarına değil,
ülke yararına her türlü ekonomik yatırımlarına, ülke yararına olan dış
siyasetlerine de şiddetle karşı çıkıyorlardı.
Ancak
bu karşı çıkışlar demokrasinin kurallarına uygun bir muhalefeti değil, sağ iktidarları
her ne şekilde olursa olsun alaşağı etmeyi, olmazsa zayıf düşürmeyi hedef
almıştır. Bunun için çeşitli sinsi oyunlarla Sağ’ı kendi içinde parçalara ayırarak
1961-65, 1971-80 ve 90’lı yılların tamamında Sağ’ın tek başına iktidarını
önleyerek koalisyon hükûmetleri delâletiyle ülke yönetimine kendileri de
sokulmayı başardılar.
Sağ’ın
tek başına iktidarını yıkmayı başaramadıkları zaman da, ülkede çeşitli
kargaşalar çıkarıp bunu bahane ederek 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül
1980’de olduğu gibi askerî darbe yaparak Sağ iktidarları yıktılar.
CHP
muhalefetinin ve onun zihniyetinin eseri olan darbelerin ülkemize vermiş olduğu
zararlar bilinmektedir, burada o konuya girmeyeceğiz, fakat bir hususun nasıl
olup da gözden kaçırılmış olması hayret-i muciptir…
CHP,
evet, muzır bir partidir, iktidarın pek çok icraatına karşıdır, ama bunun
yanında ülkenin hayrına olduğu inkâr edilmesi mümkün olmayan, karşı çıkılması
hâlinde seçmenden tepki alması muhakkak olan, Demokrat Parti iktidarının
karayolları, tarımda makineleşme hamleleri, Adalet Partisi’nin yol, baraj ve
sulama politikaları; Anavatan Partisi’nin otoyol politikası, AK Parti’nin
köprü, havalimanı ve hızlı tren gibi muazzam alt ve üst yapı hamleleri gibi
işlere de karşı çıkmıştır. Burada soru şudur: “CHP, neden bütün bu hayırlı
olduğu aşikâr olan hizmetlere, üstelik de ölümüne karşı çıkmıştır? CHP’nin
tıynetinin buna müsait olmuş olması yeterli bir izah mıdır?”
Bunun
sebebini kâmil mânâda ancak yarım yüzyıl sonra anlayabildik. Bugün, 27 Mayıs Darbesi’ni
yaptırıp merhum Menderes’i idam ettirerek Demokrat Parti’nin muazzam kalkınma hamlesini
durdurtanın da; 12 Mart 71 Darbesi’ni yaptırtarak Adalet Partisi iktidarının
sağladığı beş yıllık hızlı kalkınma sürecini akamete uğratıp arkasından Adalet
Partisi’ni içine fitne sokarak parçalatıp ülkemizi koalisyonlar dönemi
bataklığına yuvarlatanın da; 1970-80 arasında halkımızı, gençlerimizi
Ülkücü-Devrimci, Alevî-Sünnî, Kürt-Türk kışkırtmalarıyla birbirine kırdırtanın
ve ardından 12 Eylül Darbesi’ni yaptırtanın da; Anavatan Partisi’nin yeniden
tesis ettiği 1980’lerdeki istikrarlı kalkınma hamlesinin mimarı olan merhum
Turgut Özal’a önce suikast yaptırtıp, başaramayınca zehirleterek öldürtenin ve
bilâhare Sağ’ı yeniden parçalayarak ülkeyi on yıl boyunca yeniden koalisyon
gayyasına ittirenin de; PKK ve FETÖ belâlarını üretip ülkemizin başına saranın,
Gezi Parkı ve 17/25 olaylarını, 15 Temmuz darbe teşebbüsünü ve ülkemize karşı
saymakla bitmeyecek daha pek çok saldırı ve tuzakları tezgâhlayanın da ABD
emperyalizmi olduğunu, CHP’nin ve yandaşlarının ise ABD emperyalizminin elinde
sadece bir aparat olduğunu artık biliyoruz.
Emperyalizm
ve işbirlikçileri
Milletçe
uğramış olduğumuz bunca felâket ve zarardan kurtulabilmek için üç temel şartın
yerine getirilmesi gerekiyordu. Bu şartlardan birincisi, her şeyden önce bütün
bu kötülüklerin kaynağının ABD emperyalizmi olduğunu tespit edebilmekti. Fakat
gerçekten hayret edilecek bir şeydir ki, ülkemizi yöneten ve yönetmeyen siyaset
erbabı, yazarçizerler, namuslu aydınlar yıllarca bu hakikati kavrayamamış, tam
aksine Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bu düşmanı dost bilip içimize girerek adamakıllı
yerleşmesine imkân sağlamışlar, onlar da bu imkânı ülkemiz aleyhine
alabildiğine kullanmışlardır. Bu konuda o kadar rahat bir şekilde ve öyle ileri
gitmişlerdir ki, devletimizden habersiz, devlet adına fakat fiiliyatta
kendilerince kullanılan “Özel Harp Dairesi” adında bir casusluk teşkilâtı
kurmuşlardır. Türkiye’nin başına gelen Kahramanmaraş ve Çorum Olayları, Sağ-Sol
çatışması, Sivas Olayları ve benzeri birçok fitnenin arkasında bu teşkilât
vardır.
ABD’nin
içimizdeki işbirlikçisi, tabiatıyla sadece bu teşkilât değildir. Dost bilip
yıllarca aldandığımız, ahtapot gibi kollarını ülkemizin her yanına uzatan FETÖ’den
başka, bürokrasi, medya, üniversite, siyâsî partiler, çeşitli dernekler ve dinî
cemaatler içinde de çok miktarda maaşlı yahut maaşsız pek çok elemanı elan da
mevcuttur. CIA istediği zaman bu elemanlardan oluşturmuş olduğu mekanizmasını
harekete geçirip yalanlar yayarak, provokasyonlar yaparak kargaşa çıkarabilmiştir.
Bu kadar sinsi ve hain bir düşmanın bu kadar geniş imkânlarla içinde bulunduğu
bir ülkenin huzur ve istikrar içinde bulunması mümkün müdür? Türkiye olarak
resmen uyumuş olduğumuzu kabul edelim. Ama artık geç de olsa devletimiz ve
milletimizin namuslu evlâtları gerçeği görmüşlerdir.
Felaha
çıkabilmenin ikinci önemli şartı, Türk demokrasisinin vesayet unsurlarından
arındırılması idi. Çünkü ABD emperyalizmi ülkemiz üzerinde, başta askerî darbeler
gibi makro seviyede oynadığı bütün oyunları, millî iradenin tepesine musallat
olan bu vesayet unsurlarını kullanarak tezgâhlamıştır. Allah’a hamdolsun, milletimiz
kendi oyuyla Anayasa’da değişiklik yaparak ve 15/16 Temmuz 2016 gecesi gene
doğrudan kendi demokratik iradesine fiilen sahip çıkarak vesayetçiliği tarihin
çöplüğüne gömmüştür.
Üçüncü
şart ise, kahir çoğunluğu temsil eden Sağ’ın bölünmesine fırsat tanımayacak,
dolayısıyla ülkenin, kadim kültür ve inancımızın sahibi olan bu ana gövdenin
iradesi doğrultusunda yönetilmesinin yolunu açacak bir yönetim sisteminin tesis
edilmesiydi. Şahsen, başkanlık sisteminin kabul edilmesiyle bu hedefin
gerçekleşeceğini düşünmekte idim.
Yanılmışım…
Emperyalizmin
ülkemiz üzerindeki hesapları ve her yeni şarta göre geliştirilmiş tuzakları
bitmiyor. ABD, AK Parti üzerine oynadığı oyunda başarısızlığa uğramış olsa da,
AK Parti’den daha sağlam bir bünyeye sahip olduğunu sandığımız MHP’yi, bir FETÖ
elemanı olan Meral Akşener’in vasıtasıyla önce ele geçirmeye çalışmış, AK Parti
iktidarının Devlet Bahçeli’ye sağladığı destek sebebiyle bunu başaramayınca Genel
Başkan Bahçeli’nin liyakatsiz yönetimi ve beceriksizliği yüzünden MHP’yi
ortadan ikiye böldürtmeyi, İP’i kurdurtarak Sağ seçmenin önemli bir bölümünü
alıp öbür tarafa yamatmayı başarmıştır.
Böylece
ABD, CHP ve HDP’den sonra İP’in de kurulmasıyla Türkiye’de üç büyük muhalefet
partisinin sahibi olarak, böylece Türkiye’deki siyâsî muhalefeti bütünüyle
eline geçirmiş oldu.
Bu
partiler ABD’nin emrinin dışına çıkamıyorlar. Onun için HDP’nin PKK’yı
destekleyen beyanlarına karşı söz söyleyemiyorlar; Kandil’den HDP’ye gelen
talimatların doğrultusunda siyaset yapmayı hazmedebiliyorlar; “Öcalan’ın heykelini
dikeceğiz” diyen Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesini istiyor, onu
evlerine kahvaltıya davet ediyorlar;
“Kandil’deki yoldaşlarımız, kardeşlerimiz Karayılan, Bayık, Ok ve
diğerlerine selâm olsun” diyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’la sarmaş
dolaş oluyor, fakat bir defa olsun HDP’den evlâtlarını isteyen Diyarbakır
Annelerine, vatan müdafaası için savaşan askerlerimize moral ziyaretinde
bulunmaya cesaret edemiyorlar. Dış politikada Türkiye’nin değil, ABD’nin
tezlerini destekliyorlar.
Bütün
bunlar CHP’nin tıynetine ve zihniyetine uygun düşüyor da, bütün bir milletin
gözü önünde İP ne kadar zelil ve sefil bir tutsaklık yaşıyor, HDP’nin
hakaretlerini aynen yutuyor. Bunlar ne gurursuz, ne onursuz insanlarmış! Bütün
bu zillete ne uğruna katlanıyorlar? Binlerce kere yazıklar olsun! Neymiş
efendim? Asena’ymış! Vah vah!
Esas
konumuz ABD’dir…
Kanaatimce
bizlerin ve başımızdakilerin hakkıyla kavrayamadıkları bir şey var: ABD’nin
eskiden beri en büyük hasmı ve düşmanı Rusya değil midir? ABD bunu resmen ve
alenen dünyaya deklare de etmiştir. Tabiatıyla ABD açısından bu doğru bir
tespittir. Bu devletin çok önemli düşman olarak deklare ettiği bir başka devlet
de İran’dır. Fakat görüyoruz ki, müttefikimiz sandığımız ABD’nin Türkiye’ye
olan düşmanlığı, Rusya düşmanlığının da, İran düşmanlığının da önüne geçmiştir.
ABD’nin Türkiye’ye olan düşmanlığı Biden’le, Trump’la, Obama’yla, W. Bush ya da
bir başka başkanın varlığı ile de ilgili değildir. Bunun delilini Suriye, Irak,
Libya ve Karabağ’da net olarak gördük, görüyoruz.
W.
Bush, Obama ve Trump dönemlerinde Irak’ı altın tepsi içerisinde yayılmacı
İran’a hediye eden, Suriye’nin kapısını da bu devlete ardına kadar açan
Amerika, Türkiye’nin sadece savunma kastıyla Irak’a ve Suriye’ye bir adım dahi atmasına
razı olmamış, Suriye’de işgali altındaki Mümbiç, Ayne’l-Arab ve Kamışlı’yı
sınırdaki “müttefiki” Türkiye’ye değil, tarihî düşmanı Rusya’ya ve Esed
rejimine teslim etmiştir.
Suriye
İç Savaşı’nın başlarında Türkiye’nin desteklediği Muhalif güçler Rejim
karşısında ilerleme sağlamakta iken Başkan Obama, söz vermiş olmasına rağmen
Esed güçlerini bombalamaktan ve Rejimi zayıflatmaktan imtina etmiştir. Bunun yegâne
sebebi, Rusya henüz oyuna dâhil olmamışken Muhaliflerin bir zafer kazanması hâlinde
Suriye’nin Türkiye’nin kucağına düşmesi ihtimâlinden korkmuş olmasıdır.
Rusya’nın
Libya’ya yerleşerek NATO’yu güneyden çevrelemesi ve Libya petrollerine çökme
kararlılığı karşısında panik yaşayan ABD ve AB ülkeleri, Rusya’ya karşı hiçbir
harekette bulunmamışlar, hatta dolaylı olarak destek vererek sırf Türkiye’nin
oradaki varlığından duydukları korku sebebiyle Rusya’yı Türkiye’ye tercih
etmişlerdir.
ABD Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde, Kıbrıs’ta velhasıl her yerde Türkiye’nin karşısında yer almıştır, almaktadır.
ABD
nasıl bir müttefiktir?
Bu
nasıl bir düşmanlıktır ve sebebi nedir? Türkiye Amerika’ya hangi kötülüğü
yapmıştır ki bu kadar kini ve düşmanlığı hak etmiştir? Dünyanın “1” numaralı
süper gücünün ülkemize karşı bu derece düşman olmasından endişe etmemek mümkün
değildir.
ABD’nin
düşmanlığının birinci sebebi İsrail kaynaklıdır. İsrail’in amaline hizmet
etmediği gibi önüne taş koymakta oluşu ve özellikle de Suriye’nin kuzeyinde
ikinci bir PKK İsrail’i kurulmasına izin vermemesi, Filistin dâvâsını
desteklemesi, Türkiye’yi İran’dan da önce İsrail’in hedefi hâline getirmiştir.
Her zaman olduğu gibi İsrail, bu işte de ABD’yi kullanmaktadır.
ABD’nin
düşmanlığının ikinci sebebi, Türkiye’nin ABD’den bağımsız ve aktif bir dış
politika izlemesi, ekonomik ve askerî alanlarda hızlı bir yükseliş göstermekte
oluşudur. Özellikle son yıllarda savunma sanayiinde dünyanın hayretle izlediği
gelişmeleri, aynı anda birçok cephede elde ettiği askerî başarıları, başta AB,
ABD ve İsrail olmak üzere pek çok ülkeyi düşündürüyor. Bu coğrafyada çok güçlü
bir Türkiye, bu ülkelerin hiçbirisinin işine gelmiyor. Bu devletlere göre Türkiye
bir an önce durdurulmalıdır; aksi hâlde, yakın gelecekte vakit geçmiş
olacaktır. Bununla beraber, AB ülkelerinin hiçbirisi Türkiye ile doğrudan
takışmayı göze almak istemiyor, birbirlerinin gözlerine bakıyorlar.
Ancak
ABD bir şeyler yapmakta kararlı görünüyor. İşin düğüm noktası olarak gördüğü
Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın her ne şekilde olursa olsun bertaraf
edilmesiyle sorunun çözüleceğine inanıyor. Ancak denenmiş olan darbe ve suikast
metotlarının başarılı olmaması yüzünden, artık bu yollarla değil, sandıkla işi
hâlletmek istiyor. Başarılı olduğu takdirde bu yol ABD için çok daha
kazançlıdır. Çünkü muhalefetten her kim seçilirse seçilsin, bu, ABD’nin kendi
öz adamlarından birisi olacaktır ve bir anda her şey yoluna girecektir.
Fakat
bir sorun var: Normal seçime daha iki yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman
vardır. ABD bu kadar uzun bir süre beklemek istemiyor. Çünkü Türkiye hızla
güçlenmeye devam ediyor, her gün yeni yeni savunma silahları üretiyor,
ihracatını arttırıyor, yüzde 7 gibi, Çin’den sonra dünyadaki en yüksek oranlı
ekonomik büyümeyi gerçekleştiriyor. Tahmin edildiği gibi, bir yıl içerisinde
pandemi de sona ererse iktidar daha da güçlenme imkânını yakalayabilir.
Muhalefet
partilerinin TBMM’de bir erken seçim kararı çıkartabilecek sayıları bulunmuyor.
Erken seçim için Anayasa’ya göre ikinci bir yol, Cumhurbaşkanının seçim kararı
almasıdır. Sayın Cumhurbaşkanı, seçimin erken değil, 2023’te, normal zamanında
yapılacağını kesin bir dille ifade etmiştir. Erken seçim için başkaca bir yol
olmadığına göre, bu muhalefet partilerinin derdi nedir?
Ne
olacak, Cumhurbaşkanı’nı erken seçime zorlamaları için ABD’nin muhalefete
talimat vermiş olduğu anlaşılıyor. Onun için çığrışıp duruyorlar. İktidarı
yıpratabilmek için ortaya önce bir 128 milyar dolar yalanını attılar, o fiyasko
olunca devreye bu defa şöhretli bir mafya liderini soktular. Bakalım başka ne provokasyonlar,
ne tertipler, ne yalanlar, ne iftiralar icat edecekler?
2022
yılının ilkbahar aylarına kadar bunların çırpınmaları devam eder. ABD Başkanı
Biden ve içerideki bu hempaları Tayyip Bey’in bu ayaklara gelmeyeceğini
bilmiyorlar mı? Tayyip Bey bunlara prim vermez de, bunlar bu bir yıllık sürede
memleketin huzurunu bozup canını sıkabilirler.