ABD Türkiye’de neden erken seçim istiyor?

Normal seçime daha iki yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman vardır. ABD bu kadar uzun bir süre beklemek istemiyor. Çünkü Türkiye hızla güçlenmeye devam ediyor, her gün yeni yeni savunma silahları üretiyor, ihracatını arttırıyor, yüzde 7 gibi, Çin’den sonra dünyadaki en yüksek oranlı ekonomik büyümeyi gerçekleştiriyor. Tahmin edildiği gibi, bir yıl içerisinde pandemi de sona ererse iktidar daha da güçlenme imkânını yakalayabilir.

TÜRKİYE’deki seçmen yapısı öteden beri üçte iki Sağ ve üçte bir kadarı da Sol şeklindedir. Sağ ve Sol kavramlarından anladığımız her ne kadar inançla ilgili ise de üçte bir olarak ifade ettiğimiz Sol seçmen kitlesinin tamamını inançsız olarak kabul etmek de mümkün değildir. Aslında o kitlenin içinde de inançlı insanlar vardır ve bunların sayısı muhtemelen çoğunluktadır.

Çeşitli tarihî, sosyal ve siyâsî sebeplerle bu insanlar siyâsî tercihlerini başta CHP gibi seküler, daha doğrusu doğrudan milletin dini İslâm’a karşı olan partilerden yana kullanmaktadırlar. Hâl böyle olunca, siyâsî analiz yaparken bu kitleyi Sol-lâikçi kesim olarak nitelemek durumundayız. 

Mevcut tabloya göre bir demokratik sistemde ülke yönetiminin kahir Sağ çoğunluğun elinde olması gerekir. Fakat Türkiye’de hiçbir zaman bu böyle olmadı. Tam aksine, ülke yönetiminde görünürde Sağcı olarak bilinen partiler seçimlerden iktidar olarak çıkmış olsalar da, ülke yönetimi bilindiği gibi vesayet odaklarının siyâsî iktidarlar üzerindeki tahakkümü sebebiyle daima Sol’un inancı yani inançsızlık çizgisinde olagelmiştir. Dolayısıyla siyâsî iktidarlar hiçbir zaman kendilerine destek olan milletin ana gövdesini temsil ve memnun edememiştir. 

Buna mukabil, bu yönetimlerden CHP ve yandaşlarından oluşan lâikçi-seküler kesim de memnun olmamıştır. Çünkü onlar doğrudan iktidar erkinin tamamen kendi ellerinde olmasını ve pür-seküler bir yönetim istediler hep. Onun için Sağ iktidarların vermiş olduğu tavizler onları tatmin etmiyor; halkın istekleri doğrultusunda yaptığı küçük icraatlardan çılgına dönüyorlar, onları irticayla, ihanetle suçluyorlar fakat sadece inanç ve ideolojiyle ilgili olan icraatlarına değil, ülke yararına her türlü ekonomik yatırımlarına, ülke yararına olan dış siyasetlerine de şiddetle karşı çıkıyorlardı.   

Ancak bu karşı çıkışlar demokrasinin kurallarına uygun bir muhalefeti değil, sağ iktidarları her ne şekilde olursa olsun alaşağı etmeyi, olmazsa zayıf düşürmeyi hedef almıştır. Bunun için çeşitli sinsi oyunlarla Sağ’ı kendi içinde parçalara ayırarak 1961-65, 1971-80 ve 90’lı yılların tamamında Sağ’ın tek başına iktidarını önleyerek koalisyon hükûmetleri delâletiyle ülke yönetimine kendileri de sokulmayı başardılar.

Sağ’ın tek başına iktidarını yıkmayı başaramadıkları zaman da, ülkede çeşitli kargaşalar çıkarıp bunu bahane ederek 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de olduğu gibi askerî darbe yaparak Sağ iktidarları yıktılar. 

CHP muhalefetinin ve onun zihniyetinin eseri olan darbelerin ülkemize vermiş olduğu zararlar bilinmektedir, burada o konuya girmeyeceğiz, fakat bir hususun nasıl olup da gözden kaçırılmış olması hayret-i muciptir…

CHP, evet, muzır bir partidir, iktidarın pek çok icraatına karşıdır, ama bunun yanında ülkenin hayrına olduğu inkâr edilmesi mümkün olmayan, karşı çıkılması hâlinde seçmenden tepki alması muhakkak olan, Demokrat Parti iktidarının karayolları, tarımda makineleşme hamleleri, Adalet Partisi’nin yol, baraj ve sulama politikaları; Anavatan Partisi’nin otoyol politikası, AK Parti’nin köprü, havalimanı ve hızlı tren gibi muazzam alt ve üst yapı hamleleri gibi işlere de karşı çıkmıştır. Burada soru şudur: “CHP, neden bütün bu hayırlı olduğu aşikâr olan hizmetlere, üstelik de ölümüne karşı çıkmıştır? CHP’nin tıynetinin buna müsait olmuş olması yeterli bir izah mıdır?”

Bunun sebebini kâmil mânâda ancak yarım yüzyıl sonra anlayabildik. Bugün, 27 Mayıs Darbesi’ni yaptırıp merhum Menderes’i idam ettirerek Demokrat Parti’nin muazzam kalkınma hamlesini durdurtanın da; 12 Mart 71 Darbesi’ni yaptırtarak Adalet Partisi iktidarının sağladığı beş yıllık hızlı kalkınma sürecini akamete uğratıp arkasından Adalet Partisi’ni içine fitne sokarak parçalatıp ülkemizi koalisyonlar dönemi bataklığına yuvarlatanın da; 1970-80 arasında halkımızı, gençlerimizi Ülkücü-Devrimci, Alevî-Sünnî, Kürt-Türk kışkırtmalarıyla birbirine kırdırtanın ve ardından 12 Eylül Darbesi’ni yaptırtanın da; Anavatan Partisi’nin yeniden tesis ettiği 1980’lerdeki istikrarlı kalkınma hamlesinin mimarı olan merhum Turgut Özal’a önce suikast yaptırtıp, başaramayınca zehirleterek öldürtenin ve bilâhare Sağ’ı yeniden parçalayarak ülkeyi on yıl boyunca yeniden koalisyon gayyasına ittirenin de; PKK ve FETÖ belâlarını üretip ülkemizin başına saranın, Gezi Parkı ve 17/25 olaylarını, 15 Temmuz darbe teşebbüsünü ve ülkemize karşı saymakla bitmeyecek daha pek çok saldırı ve tuzakları tezgâhlayanın da ABD emperyalizmi olduğunu, CHP’nin ve yandaşlarının ise ABD emperyalizminin elinde sadece bir aparat olduğunu artık biliyoruz.

Emperyalizm ve işbirlikçileri

Milletçe uğramış olduğumuz bunca felâket ve zarardan kurtulabilmek için üç temel şartın yerine getirilmesi gerekiyordu. Bu şartlardan birincisi, her şeyden önce bütün bu kötülüklerin kaynağının ABD emperyalizmi olduğunu tespit edebilmekti. Fakat gerçekten hayret edilecek bir şeydir ki, ülkemizi yöneten ve yönetmeyen siyaset erbabı, yazarçizerler, namuslu aydınlar yıllarca bu hakikati kavrayamamış, tam aksine Soğuk Savaş’ın da etkisiyle bu düşmanı dost bilip içimize girerek adamakıllı yerleşmesine imkân sağlamışlar, onlar da bu imkânı ülkemiz aleyhine alabildiğine kullanmışlardır. Bu konuda o kadar rahat bir şekilde ve öyle ileri gitmişlerdir ki, devletimizden habersiz, devlet adına fakat fiiliyatta kendilerince kullanılan “Özel Harp Dairesi” adında bir casusluk teşkilâtı kurmuşlardır. Türkiye’nin başına gelen Kahramanmaraş ve Çorum Olayları, Sağ-Sol çatışması, Sivas Olayları ve benzeri birçok fitnenin arkasında bu teşkilât vardır.

ABD’nin içimizdeki işbirlikçisi, tabiatıyla sadece bu teşkilât değildir. Dost bilip yıllarca aldandığımız, ahtapot gibi kollarını ülkemizin her yanına uzatan FETÖ’den başka, bürokrasi, medya, üniversite, siyâsî partiler, çeşitli dernekler ve dinî cemaatler içinde de çok miktarda maaşlı yahut maaşsız pek çok elemanı elan da mevcuttur. CIA istediği zaman bu elemanlardan oluşturmuş olduğu mekanizmasını harekete geçirip yalanlar yayarak, provokasyonlar yaparak kargaşa çıkarabilmiştir. Bu kadar sinsi ve hain bir düşmanın bu kadar geniş imkânlarla içinde bulunduğu bir ülkenin huzur ve istikrar içinde bulunması mümkün müdür? Türkiye olarak resmen uyumuş olduğumuzu kabul edelim. Ama artık geç de olsa devletimiz ve milletimizin namuslu evlâtları gerçeği görmüşlerdir.

Felaha çıkabilmenin ikinci önemli şartı, Türk demokrasisinin vesayet unsurlarından arındırılması idi. Çünkü ABD emperyalizmi ülkemiz üzerinde, başta askerî darbeler gibi makro seviyede oynadığı bütün oyunları, millî iradenin tepesine musallat olan bu vesayet unsurlarını kullanarak tezgâhlamıştır. Allah’a hamdolsun, milletimiz kendi oyuyla Anayasa’da değişiklik yaparak ve 15/16 Temmuz 2016 gecesi gene doğrudan kendi demokratik iradesine fiilen sahip çıkarak vesayetçiliği tarihin çöplüğüne gömmüştür.

Üçüncü şart ise, kahir çoğunluğu temsil eden Sağ’ın bölünmesine fırsat tanımayacak, dolayısıyla ülkenin, kadim kültür ve inancımızın sahibi olan bu ana gövdenin iradesi doğrultusunda yönetilmesinin yolunu açacak bir yönetim sisteminin tesis edilmesiydi. Şahsen, başkanlık sisteminin kabul edilmesiyle bu hedefin gerçekleşeceğini düşünmekte idim. 

Yanılmışım…

Emperyalizmin ülkemiz üzerindeki hesapları ve her yeni şarta göre geliştirilmiş tuzakları bitmiyor. ABD, AK Parti üzerine oynadığı oyunda başarısızlığa uğramış olsa da, AK Parti’den daha sağlam bir bünyeye sahip olduğunu sandığımız MHP’yi, bir FETÖ elemanı olan Meral Akşener’in vasıtasıyla önce ele geçirmeye çalışmış, AK Parti iktidarının Devlet Bahçeli’ye sağladığı destek sebebiyle bunu başaramayınca Genel Başkan Bahçeli’nin liyakatsiz yönetimi ve beceriksizliği yüzünden MHP’yi ortadan ikiye böldürtmeyi, İP’i kurdurtarak Sağ seçmenin önemli bir bölümünü alıp öbür tarafa yamatmayı başarmıştır.

Böylece ABD, CHP ve HDP’den sonra İP’in de kurulmasıyla Türkiye’de üç büyük muhalefet partisinin sahibi olarak, böylece Türkiye’deki siyâsî muhalefeti bütünüyle eline geçirmiş oldu. 

Bu partiler ABD’nin emrinin dışına çıkamıyorlar. Onun için HDP’nin PKK’yı destekleyen beyanlarına karşı söz söyleyemiyorlar; Kandil’den HDP’ye gelen talimatların doğrultusunda siyaset yapmayı hazmedebiliyorlar; “Öcalan’ın heykelini dikeceğiz” diyen Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesini istiyor, onu evlerine kahvaltıya davet ediyorlar;  “Kandil’deki yoldaşlarımız, kardeşlerimiz Karayılan, Bayık, Ok ve diğerlerine selâm olsun” diyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’la sarmaş dolaş oluyor, fakat bir defa olsun HDP’den evlâtlarını isteyen Diyarbakır Annelerine, vatan müdafaası için savaşan askerlerimize moral ziyaretinde bulunmaya cesaret edemiyorlar. Dış politikada Türkiye’nin değil, ABD’nin tezlerini destekliyorlar.

Bütün bunlar CHP’nin tıynetine ve zihniyetine uygun düşüyor da, bütün bir milletin gözü önünde İP ne kadar zelil ve sefil bir tutsaklık yaşıyor, HDP’nin hakaretlerini aynen yutuyor. Bunlar ne gurursuz, ne onursuz insanlarmış! Bütün bu zillete ne uğruna katlanıyorlar? Binlerce kere yazıklar olsun! Neymiş efendim? Asena’ymış! Vah vah!   

Esas konumuz ABD’dir…

Kanaatimce bizlerin ve başımızdakilerin hakkıyla kavrayamadıkları bir şey var: ABD’nin eskiden beri en büyük hasmı ve düşmanı Rusya değil midir? ABD bunu resmen ve alenen dünyaya deklare de etmiştir. Tabiatıyla ABD açısından bu doğru bir tespittir. Bu devletin çok önemli düşman olarak deklare ettiği bir başka devlet de İran’dır. Fakat görüyoruz ki, müttefikimiz sandığımız ABD’nin Türkiye’ye olan düşmanlığı, Rusya düşmanlığının da, İran düşmanlığının da önüne geçmiştir. ABD’nin Türkiye’ye olan düşmanlığı Biden’le, Trump’la, Obama’yla, W. Bush ya da bir başka başkanın varlığı ile de ilgili değildir. Bunun delilini Suriye, Irak, Libya ve Karabağ’da net olarak gördük, görüyoruz.  

W. Bush, Obama ve Trump dönemlerinde Irak’ı altın tepsi içerisinde yayılmacı İran’a hediye eden, Suriye’nin kapısını da bu devlete ardına kadar açan Amerika, Türkiye’nin sadece savunma kastıyla Irak’a ve Suriye’ye bir adım dahi atmasına razı olmamış, Suriye’de işgali altındaki Mümbiç, Ayne’l-Arab ve Kamışlı’yı sınırdaki “müttefiki” Türkiye’ye değil, tarihî düşmanı Rusya’ya ve Esed rejimine teslim etmiştir.  

Suriye İç Savaşı’nın başlarında Türkiye’nin desteklediği Muhalif güçler Rejim karşısında ilerleme sağlamakta iken Başkan Obama, söz vermiş olmasına rağmen Esed güçlerini bombalamaktan ve Rejimi zayıflatmaktan imtina etmiştir. Bunun yegâne sebebi, Rusya henüz oyuna dâhil olmamışken Muhaliflerin bir zafer kazanması hâlinde Suriye’nin Türkiye’nin kucağına düşmesi ihtimâlinden korkmuş olmasıdır.

Rusya’nın Libya’ya yerleşerek NATO’yu güneyden çevrelemesi ve Libya petrollerine çökme kararlılığı karşısında panik yaşayan ABD ve AB ülkeleri, Rusya’ya karşı hiçbir harekette bulunmamışlar, hatta dolaylı olarak destek vererek sırf Türkiye’nin oradaki varlığından duydukları korku sebebiyle Rusya’yı Türkiye’ye tercih etmişlerdir.

ABD Doğu Akdeniz’de, Adalar Denizi’nde, Kıbrıs’ta velhasıl her yerde Türkiye’nin karşısında yer almıştır, almaktadır.      


ABD nasıl bir müttefiktir?

Bu nasıl bir düşmanlıktır ve sebebi nedir? Türkiye Amerika’ya hangi kötülüğü yapmıştır ki bu kadar kini ve düşmanlığı hak etmiştir? Dünyanın “1” numaralı süper gücünün ülkemize karşı bu derece düşman olmasından endişe etmemek mümkün değildir.

ABD’nin düşmanlığının birinci sebebi İsrail kaynaklıdır. İsrail’in amaline hizmet etmediği gibi önüne taş koymakta oluşu ve özellikle de Suriye’nin kuzeyinde ikinci bir PKK İsrail’i kurulmasına izin vermemesi, Filistin dâvâsını desteklemesi, Türkiye’yi İran’dan da önce İsrail’in hedefi hâline getirmiştir. Her zaman olduğu gibi İsrail, bu işte de ABD’yi kullanmaktadır.

ABD’nin düşmanlığının ikinci sebebi, Türkiye’nin ABD’den bağımsız ve aktif bir dış politika izlemesi, ekonomik ve askerî alanlarda hızlı bir yükseliş göstermekte oluşudur. Özellikle son yıllarda savunma sanayiinde dünyanın hayretle izlediği gelişmeleri, aynı anda birçok cephede elde ettiği askerî başarıları, başta AB, ABD ve İsrail olmak üzere pek çok ülkeyi düşündürüyor. Bu coğrafyada çok güçlü bir Türkiye, bu ülkelerin hiçbirisinin işine gelmiyor. Bu devletlere göre Türkiye bir an önce durdurulmalıdır; aksi hâlde, yakın gelecekte vakit geçmiş olacaktır. Bununla beraber, AB ülkelerinin hiçbirisi Türkiye ile doğrudan takışmayı göze almak istemiyor, birbirlerinin gözlerine bakıyorlar.

Ancak ABD bir şeyler yapmakta kararlı görünüyor. İşin düğüm noktası olarak gördüğü Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın her ne şekilde olursa olsun bertaraf edilmesiyle sorunun çözüleceğine inanıyor. Ancak denenmiş olan darbe ve suikast metotlarının başarılı olmaması yüzünden, artık bu yollarla değil, sandıkla işi hâlletmek istiyor. Başarılı olduğu takdirde bu yol ABD için çok daha kazançlıdır. Çünkü muhalefetten her kim seçilirse seçilsin, bu, ABD’nin kendi öz adamlarından birisi olacaktır ve bir anda her şey yoluna girecektir.

Fakat bir sorun var: Normal seçime daha iki yıl gibi uzun sayılabilecek bir zaman vardır. ABD bu kadar uzun bir süre beklemek istemiyor. Çünkü Türkiye hızla güçlenmeye devam ediyor, her gün yeni yeni savunma silahları üretiyor, ihracatını arttırıyor, yüzde 7 gibi, Çin’den sonra dünyadaki en yüksek oranlı ekonomik büyümeyi gerçekleştiriyor. Tahmin edildiği gibi, bir yıl içerisinde pandemi de sona ererse iktidar daha da güçlenme imkânını yakalayabilir.  

Muhalefet partilerinin TBMM’de bir erken seçim kararı çıkartabilecek sayıları bulunmuyor. Erken seçim için Anayasa’ya göre ikinci bir yol, Cumhurbaşkanının seçim kararı almasıdır. Sayın Cumhurbaşkanı, seçimin erken değil, 2023’te, normal zamanında yapılacağını kesin bir dille ifade etmiştir. Erken seçim için başkaca bir yol olmadığına göre, bu muhalefet partilerinin derdi nedir?

Ne olacak, Cumhurbaşkanı’nı erken seçime zorlamaları için ABD’nin muhalefete talimat vermiş olduğu anlaşılıyor. Onun için çığrışıp duruyorlar. İktidarı yıpratabilmek için ortaya önce bir 128 milyar dolar yalanını attılar, o fiyasko olunca devreye bu defa şöhretli bir mafya liderini soktular. Bakalım başka ne provokasyonlar, ne tertipler, ne yalanlar, ne iftiralar icat edecekler?

2022 yılının ilkbahar aylarına kadar bunların çırpınmaları devam eder. ABD Başkanı Biden ve içerideki bu hempaları Tayyip Bey’in bu ayaklara gelmeyeceğini bilmiyorlar mı? Tayyip Bey bunlara prim vermez de, bunlar bu bir yıllık sürede memleketin huzurunu bozup canını sıkabilirler.