ABD, Taliban ve hicran

Neden hep Batılı ülkeler Müslümanları satın alarak kendilerine hizmetkâr olarak kullanabiliyor ve bunlar üzerinden İslâm coğrafyasını bölüp parçalayabiliyorlar da Müslümanlar aynı şeyi yapamıyorlar?

ÜÇ isim…

Makalenin başlığını oluşturan üç kelimeden müteşekkil üç isim…

Belki de dünya insanlığının hiç duymak istemediği ya da duyduğunda duygularının derin bir hüzne gark olduğu netameli üç isim...

Birincisi üç harften oluşur ve “Keşke bu üç harf hiç yan yana gelmeseydi de biz de adını hiç anmasaydık” dedirttirir âdeta insanoğluna.

Çünkü bu üç harfin (ABD) açılımı olmaz olasıca “Amerika Birleşik Devletleri”dir. Yani USA (The United States of America)…

Kurulalı birkaç yüz yıl olmasına rağmen tarihi katliamlarla, sömürgelerle, sabıkalarla dolu bir ülke...

Önce kurulduğu coğrafyada yaşayan ve bu toprakların asıl sahipleri olan milyonlarca Kızılderili insanı katletmiş, bundan sonra iç savaşlar ve sonrasında da Dünya coğrafyasındaki mazlum milletleri katletmeye başlamış ve bu katliamları hâlen değişik biçimlerde sürdürmeye çalışan emperyalist bir ülke...

İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’ya iki adet atom bombası atmış, ansızın ve apansız üç yüz elli bin insanı kara toprağa düşürmüş; “çocuklar şeker yiyemeden ölmüşler” maalesef!

Bu bağlamda Amerika’nın suç dosyasının istatistiği kabaca şu şekildedir:

Vietnam’da 4 milyon…

Kore’de 3 milyon…

Kamboçya ve Laos’ta 1 milyon…

Irak’ta 1 milyon…

Suriye’de yaklaşık 500 bin…

Hiroşima ve Nagazaki’de 350 bin...

Afganistan’da en az 150 bin…

Bunlara ilâve olarak da 15 milyon Kızılderilinin ölümüne sebep olmuştur.

Herkesin öykündüğü, “Amerikan değerleri” diyerek neredeyse herkesin tapındığı, güya özgürlüklerin ve insan haklarının vatanı sayılan, sahte bir demokrasi anlayışı ve algısıyla zihinleri manipüle eden, vahşi kapitalizmin dünyada temsilcisi olan, mazlum milletlere yapmadığını bırakmayan, girdiği-çıktığı her ülkeye kaos götüren ve kaos bırakan, dünyanın jandarmalığına soyunan ve üç harften oluşan sömürgeci ve emperyalist ruhlu Texas kovboyu Amerika, işte budur!

Öyle özgürlük heykelleri dikerek özgür olunmuyor! Demokrasi havarisi geçinerek demokrat da olunmuyor! “İnsan hakları, insan hakları” diyerek insancıl ve adâletli de olunmuyor maalesef!

İnanmayanlar, Amerika’nın tarihine, Alex Haley’in “Roots” (Kökler) adlı eserine ve televizyona aktarılan dizisine, kara derili insanlara yapılan muamelelere ve daha birçok şeye aşağılık kompleksine düşmeden, önyargısız, ideolojik ve politik mülâhazalardan uzak bir şekilde bir baksınlar lütfen!

Taliban

Açılımı “Talebeler”... Yani medrese talebeleri… Görünüşte ne kadar da mâsum bir isim ve kelime, değil mi?

Fakat bu talebelerin elinde kalem yok, silah var. Elinde silah olan, hiç talebe olur mu? Ama bunlarda var işte!

Ellerindeki silah kan kusuyor, ölüm kusuyor; ellerindeki bıçak kelle kesiyor, kelle uçuruyor, kol koparıyor… Uçurulan kellelerin, kesilen kolların çoğu da kendi dindaşlarına yani Müslümanlara ait…

Demek ki bunların eğitimden, medrese eğitiminden anladıkları, aklın ve bilimin ilkeleri dâhilinde ilmî (bilimsel) bir eğitim değil, başka bir şeymiş. Dînî bir eğitim desek -ki öyle olduğu iddia ediliyor-, o zaman bu eğitimin temel kaynaklarının Kur’ân’dan çok beşer ürünü kaynaklara dayalı olduğu gözüküyor.

Beşerin yorumuna dayanan bu kaynak (referans) kitapların ne kadar sahih olduğu ve vahiyle ne kadar tutarlılık arz ettiği de ayrı bir tartışma konusudur. Yeri gelmişken, altını çizerek söylemiş olalım ki, tüm Müslümanlar bu konuda çok dikkatli olmak zorundadırlar! Çünkü kaş yapayım derken göz çıkartılabilir, dînîn yanlış yorumlanması yoluyla haksız yere nice kelleler uçurulabilir. Nitekim gelinen noktada yapılan da budur maalesef!

Denilebilir ki, “Ülkeleri, vatanları emperyalist devletler tarafından işgâle uğramış bir coğrafyanın insanları -ki bunlar talebe dahi olsa- tabiî ki hep birlikte ve canhıraş bir şekilde vatanlarını müdafaa edeceklerdir. Bunun için talebe bile olsalar silahlı eğitimden geçmek zorundadırlar ve bundan dolayıdır ki doğal olarak ellerinde silahlar vardır”.

Burada bir sorun yoktur. Hangi ülkenin çocukları (insanları) olsa, elbette böylesi durumlarda yani vatanın savunması ve milletin istiklâli söz konusu olduğunda, işgâlci güçlere karşı bundan farklı bir davranış sergilenmeyecektir.

Lâkin başka bir açıdan bakıldığında, burada iki temel sorun gözükmektedir.

Bunlardan birincisi şudur:

1979 yılında başlayan ve o zamanki adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olan Rus emperyalizmine karşı verilen mücadelede, Mücâhitleri kendi emperyal çıkarları için örgütleyen, eğiten, silahlandıran ve bugünkü Taliban’ın altyapısını oluşturan Amerika, Afganistan’daki yirmi yıllık işgâlin ve bugünkü kaosun temellerini atıyordu. Amacı, her zaman olduğu ve her yerde yaptığı gibi yayılmacı, istilâcı, hegemonik ve emperyal bir politika izlemek ve Afganistan’ın zengin yer altı kaynaklarını sömürmek idi. Yoksa Amerika, Afganlıların kara kaşına kara gözüne hayran olduğu için Afganistan’da bulunmuyor herhâlde...

İşte burada yapılan birinci hata, yılan ile aynı torbaya girmektir. Yılan, zamanı geldiğinde tabiî ki seni sokacaktır. Sokmuştur da!.. Diyet borcunu senden tabiî ki tahsil edecektir. Medyaya düşen fotoğraflar (Taliban üyelerinin Amerikan başkanlarıyla nasıl baş başa görüştükleri) ve diğer deliller bunun ispatıdır.

Bu arada, gözden kaçan ya da kaçırılan bir hususu da açıkça zikretmek gerek: Esasında bugünkü Orta Doğu ve Güney Asya’daki sorunların, karışıklıkların, çatışmaların ve kaosun temellerini yüz iki yüz yıl önce İngiltere atmıştı. “Böl, parçala, yönet ve sömür” anlayışıyla...

İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çirkin, katı, kaba jandarmalık rolünü Amerika’ya devretti. Bakmayın siz saman altından su yürüttüğüne! Yine baş rollerdedir, Amerika ile her konuda birlikte çalışmaktadır. Ama tipik ince İngiliz siyâsetiyle, hissettirmeden...

Dolayısıyla bütün bu coğrafyalardaki sorunların, çatışmaların, kaosların asıl sorumlusu ve müsebbibi İngiltere’dir.

Kızılderililerin şöyle bir atasözü vardır:

“Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.”

Ama bu durum, kavga edenlerin akılsızlığını, ahmaklığını, sorumluluğunu ortadan kaldırmaz!

İkincisi:

Taliban’ın İslâm anlayışında çok büyük sorunlar vardır. Aslında İslâm’ı ideolojik emellerine âlet eden ve dîni ideolojilere bulaştıran bütün İslâmî grup, örgüt, parti, cemaat, tarikat ve oluşumlarda büyük sıkıntılar vardır.

Hangi renk, tür, ad ve coğrafyada olursa olsun, “İslâmcılık” ideolojisi günün sonunda maalesef radikalizme evrilmekte ve dış güçler tarafından kullanışlı bir hâle gelmektedir. Aslında bütün ideolojiler böyledir. Çünkü ideolojiler, şiddete meyletme potansiyellerini her zaman içlerinde barındırırlar. Uygun zaman ve zemin bulduklarında da bu potansiyeli kinetize ederek harekete geçirir ve acımasızca uygularlar.

Onun için maddî gözleri âmâ olduğu hâlde mânâ ve kalp gözleri açık olan ünlü mütefekkir Cemil Meriç, bu noktaya derin bir vukûfiyet içerisinde dikkat çekerek “Bu Ülke” adlı eserinde ideolojiler ve dolayısıyla “-izm’ler” (-cılık, -culuk) için, “-izm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir” diye boşuna dememiştir!

Hâlbuki İslâm, bir şiddet dîni değil, ismiyle müsemma olduğu üzere insanlar arasında sulhu, salâhı ikâme etmek isteyen bir barış dînidir. Kur’ân’ı sadece lafız yönünden değil, mânâ, maksat, murad ve hikmet ekseninde okuyacak olursak, bunun böyle olduğunu apaçık bir şekilde görürüz. Ayrıca Allah Resûlü’nün uygulamalarında (sünnetinde) da bunun böyle olduğu net bir şekilde görülmektedir.

Kur’ân ve onu insanlığın hayatına taşıyarak uygulayıcısı olan Resûl’ün hangi çağrısında ve hangi uygulamasında şiddet görürsünüz? Kur’ân ve Allah’ın Resûl’ü insanlığa barış, huzur, emniyet, adâlet, insan haklarına saygı ve kardeşliğe dâvetten başka hangi çağrıyı yapmış ve ırkı, rengi, cinsiyeti, kavmiyeti ne olursa olsun kime ne zarar vermiştir?

“Resûl’ün Sünneti, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” diyenler ve bunu dillerinden hiç düşürmeyerek pelesenk edenler, Allah aşkına, hani nerede kaldı Resûl’ün Sünneti ve Kur’ân’ın tüm insanlığı kuşatacak çağlar üstü mesajı?

Şu İslâm coğrafyasının hâline bir bakın, Allah aşkına! Her yerde acı, hüzün, hicran, kan revan, çatışma, kavga, şiddet, terör, açlık, sefalet ve yoksulluktan başka ne var?

Müslümanın Müslümanı etnik, mezhebî, meşrebî ve ideolojik olarak, aynı zamanda da dünyevî hırs, güç ve iktidar tutkusundan dolayı acımasızca kestiği, biçtiği, öldürdüğü ve katlettiği bir ortamda, Müslümanlar, “İslâm İnsanlık Medeniyet Projeleri”ni insanlığa nasıl sunacaklar?

Şimdi bu mudur İslâm’ın insanlığa sunduğu ve sunacağı barış, kardeşlik, adâlet ve emniyet yurdu projesi?

Vah ki vah! Yazık ki çok yazık!

Ve hicran

Ayrılık acısı, hüzün ve ıstırap...

Makalenin başlığını tekrar hatırlayalım: “ABD, Taliban ve Hicran”…

Şimdi kime ve neye üzülelim? Kimin ve neyin acısını ve ıstırabını paylaşalım? Hüzün ve hicran dolu duygularımız kimin ve ne için olsun?

Dünyevî hevâ ve hevesleri için yüzyıllardır işgâlci, sömürgeci, emperyalist vahşi Batı’nın ve Amerika’nın oyuncağı olmuş; aklını, fikrini kullanamayan, ilim (bilim) ve teknoloji üretemeyen, bir türlü bedevilikten kurtularak eskiden olduğu gibi medeniyetler inşâ edemeyen, birlik ve beraberlik içinde olamayarak birbirlerini yiyen, dünyevî hırsları için paramparça olup bir araya gelemeyen, güç ve iktidar devşirmek için birbirlerinin kuyusunu kazan, acımasızca birbirlerini katleden, hâlâ mezhepçilikten, meşreplikten, aşiretçilikten, kabilecilikten kurtulamayan, şeyhlerine ve aşiret liderlerine körü körüne itaat ve biat ederek çağdışı anlayıştan bir türlü sıyrılamayan (hâlbuki Allah ve Resûl’ünden başkasına kayıtsız ve şartsız itaat ve biat edilmez) ve evet, daha sayabileceğimiz bir sürü sebepten dolayı Müslüman toplumların kendi elleriyle kendilerine ettikleri ve içine düştükleri bu acınası hâllerine ve zaaflarına mı üzülelim?

Hicranımız ve hüznümüz bunun için mi olsun?

Her şeyden önce Müslüman toplumlar, kendi elleriyle ettikleri kendi hâllerine ağlasınlar!

İnandıklarını iddia ettikleri dînin kutsal kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’i açıp okusunlar ve “Sünnet, sünnet” diyerek yeri göğü inletenler, Resûl’ün Veda Hutbesi’ne bir göz atsınlar bakalım, Allah ve Resûl’ü buralarda Müslümanlara ne diyor...

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d, 11; DİB Meali -yeni-).

İşte siz Kur’ân’ı mehcûr (kendi hâline bırakmak, terk etmek, yalnızlığa mahkûm etmek) bırakırsanız, bundan dolayı da âhirette Resûl’ün sizi Allah’a şikâyet etmesine muhatap olursanız (Furkân, 30), (Allah-u âlem) Allah da sizi kendi hâlinize bırakacaktır.

İçine düştüğünüz illet ve zillet, bunun ispatı ve göstergesi değil midir?

İşte hicran yani ayrılık acısı, ayrılık yarası budur! Siz, Müslümanlar olarak Kur’ân’dan ayrıldınız, (Allah-u âlem) Allah da sizden ayrıldı.

Yoksa yaklaşık iki milyar Müslümanın her gün bilmem kaç kez ettikleri duâlar hiç kabul olmaz mıydı?

Bakınız, her gün bedduâ ettiğiniz Batı ve Amerika sürekli gelişiyor, kalkınıyor, ilerliyor ve büyüyor. Dünya onlara yetmedi, şimdi de uzayın fethine soyundular.

Kendiniz için her gün ettiğiniz duâlara rağmen, siz ise sürekli olarak geriliyor, acı, gözyaşı, kan ve hicran içinde boğulup duruyorsunuz.

Bu durum ve bütün bunlar size hiçbir şey anlatmıyor mu?

Elbette düşünen akıl sahipleri için bunlarda alınacak nice dersler vardır.

Altını çizerek bir kez daha söylüyorum; elbette “düşünen akıl sahipleri için”...

Yoksa aklını, iradesini başkalarına teslim etmiş olanlar için değil…

Makalemi, yeryüzünde yaşayan tüm Müslümanların derin bir tefekkür içerisinde düşünerek şu temel soruyu cevaplandırmaları şartıyla şöyle bitirmek istiyorum:

Neden hep Batılı ülkeler Müslümanları satın alarak kendilerine hizmetkâr olarak kullanabiliyor ve bunlar üzerinden İslâm coğrafyasını bölüp parçalayabiliyorlar da Müslümanlar aynı şeyi yapamıyorlar?

Neden? Neden? Neden?

Bu soruya doğru cevap bulamazsanız, daha çok Amerikan askerî kargo uçaklarının iniş takımlarına yapışıp binlerce metre yukarıdan yere çakılarak paramparça olur ya da Akdeniz’in derin sularında denizin dibini boylarsınız -ne yazık ki-…