1974 yılında,
Ege Üniversitesinde tahsile yeni başlamıştık. O sıralar kimin ne düşündüğüne, kimin
kimlerle omuzdaşlık yaptığına değinir, Fransa’da ortaya çıkıp Türkiye’ye de
sirayet eden öğrenci hareketlerinin ve Batı karşıtı görünümlü 68 kuşağı
Marksist/Leninistlerinin marifetlerini duyardık. Şimdiki gibi ABD güdümlü
sosyal medya şirketleri yok idi. Ayrıca, 1970 Mart Muhtırası üzerimizden
silindir gibi geçtiğinden, fikirler kristalleşmemişti. Herkes neyin ne
olacağını, öğrenciler arasındaki hareketliliğin sebebini merak ediyordu. Fikirlerimiz
vardı lâkin pek net değildi. Boykotla tanışmamızın ilk günü
EÜ Tıp Fakültesinin kampüs büyüklüğündeki
ve bazı fakültelerin de ortak alanı olan hastanenin önünde öğrenciler toplanmıştı.
Tanıdık ve iki yıllık öğrenci olan bir abi, “Boykot var galiba, biz de bakalım
Kağızmanlı” dedi. O sıralar bir boykot tertip komitesi oluşturuluyor ve rektörlük
haberdar (!) ediliyor, sonra da “forum” diyerek birileri çıkıp öğrencileri
yönlendirmeye, kendi ideolojilerini dayatmaya çalışıyorlardı.
Devrimci gruptan bir arkadaş, hafif
tümsek bir merdiven başına çıktı, megafonsuz, yüksek bir sesle neden boykot
yaptıklarını anlattı: “Arkadaşlar! Yemekleri pahalı satıyorlar. Yemekleri beğenmiyoruz.
Üniversitede demokratik haklar verilmiyor. Ayrıca Şili halkıyla dayanışma yürüyüşü
yapalım, kimse engellemesin...”
Evet, bu mealde kelâmlar edilmişti.
O günkü öğle yemeği; çorba, kadınbudu köfte, pilâv ve muzdu.
İçimizden Faruk abi, tıp beşinci
sınıf öğrencisiydi ve galiba Ülkücüleri temsilen şöyle demişti: “Arkadaşlar!
Yemeklerin mâliyeti 12 lira, biz öğrenciler 4 lira veriyoruz. Üniversiteler
millî karakter taşımıyorsa -ki öyledirler- millî üniversite istiyoruz. Millî müfredat
konusunu idareye bildirmeye eyvallah, ancak Türkiye’deki öğrenci, Amerika
kıtasındaki Sosyalist Allende’nin Şili’sine niye methiye yakmış olsun? Boykotunuza,
dayanışma teklifinize katılmıyoruz!”
Neyse ki o zaman, kavga çıkmadan, o
gruplar okullarına dağılır gibi yapmışlardı. Ancak bu fitilin ateşlendiğinin
işareti idi. Sonra öğrendik ki, kuytu bir yerde oturan grup için boykotu
hazırlayanlar; 68 kuşağının kaşarlanmış, CIA patentli anti-Amerikancı(!), kot
giyimli, o günkü tâbirle Solcu artıkları ile Orta Doğu Teknik Üniversitesinden
atılan ve 74 affıyla bırakılıp tekrar okuma hakkı verilen, Devrimcilerin pek
gıpta ettikleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hempaları imiş.
Tertip komitesi ise, Robert
Kolejinden mezun, İzmir’in zengin ailelerinin çocuklarından seçilen ve macera
arayan öğrenciler imiş.
Birlikte hareket ettiğimiz dört
yıllık bir öğrenci abinin, “Bunlar Robert Kolejinin müdavimleri, ODTÜ’nün
kaşarlanmış militanlarının tezgâhıdır!” lâfı, hâlâ kulaklarımı tırmalar durur!
Sonrasının serencâmı, bir devrin akıbetinin
ciltler dolusu hatıralarına ve binlerce hayata mâl oldu…
Milletimizin âli istikbali olan yetmişli
yılların kuşağı gençliğin, sonraları seksenli yıllara kadar yaşadığı yerli-millî
mücadelede kimisi hayatıyla, kimisi istikbaliyle, kimisi de Medrese-i Yusufiye
imtihanıyla hemhâl oldu. O mübarek dönemin çilekeşlerinin ruhlarını muazzep
etmekten imtina ederim.
Günümüzdeki meselelerin
anlaşılabilmesi içinse geçmişi bilmemizde sayısız faide vardır. Akılda
tutulması gereken ve Müslüman milletimizin hayatiyet damarlarını kurutmak
isteyen müstevliler, başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve diğerleri,
hiç ara vermedikleri beşinci kol faaliyetlerine son günlerde hız verdiler. Yüz
sene evvel Sykes-Picot ile fırsat buldukları ve ülke sath-ı mailine “ajan
okullarını”, misyoner kolejlerini tahkim etmeye devam ettiler. Bir yandan Müslüman
Kürtlerin hakkını savunma yalanı ile PKK’yı kuran CIA, diğer yandan ”Komünizmle
Mücadele Derneklerini” destekleyip FETÖ’nün bu ülkenin mütedeyyin ailelerinin
çocuklarını devşirmesine yardımcı oldular.
Yetmişli yılların meşhur bir kabulü
vardı: CIA’dan yardım alan MİT, solu 54 franksiyona/kliğe, (o günkü tâbirle
söylüyorum) sağı da 12-13 parçaya böldü. Bugün bu sayıların ne kadar olduğunu
merak etmiyorum, lâkin o yıllardaki MİT’in CIA’dan beslendiği, maaşlarının ABD’nin
mâliyesinden karşılandığı ortaya çıktı.
Epeydir ülkemizin gündemini meşgul
eden, dünün Robert Koleji, bugünün Boğaziçi Üniversitesine rektör ataması
üzerinden kopartılan fırtınaya bir de bu zaviyen bakalım.
Neden Boğaziçi? Neden rektörlük
bahane ediliyor?
Neden LGBT/PKK/TKPML, DHKP-C ve diğer
aparatlar ve dahi beşi bir yerde olmaz siyâsî partiler hep birden ortak hareket
edip Bremen Mızıkacıları gibi koro hâlinde bağırıyorlar?
Gelin, dünün Robert Kolejine, ABD’nin
misyoner yetiştiren kurumu üzerindeki tahakkümüne bakalım ve sabrınıza ve
affınıza sığınarak, üstad Cezmi Yurtsever’e kulak verelim…
Robert Kolej hikâyesi
“Kimlik bilgilerini içeren dosyalarda doğum tarihi 1811
olarak yazıldı. Fransız kökenli orta hâlli bir ABD yurttaşı idi. 18 yaşının
içine geldiğinde kilisenin misyoner kurslarına katıldı. Denizaşırı ülkelerde
görev alacak, öncelikle Amerika’nın çıkarlarını koruyacak, geliştirecek,
tohumlarının yeşermesini sağlayacaktı.
1810 yılında, Boston’da kurulan kilise kontrolündeki
simsarlar birliğinde eğitildi. Yetiştirilme devresinden sonra deniz aşırı bir
ülkeye gitmesi gerekiyordu. 1830 yılında görev yeri olarak Osmanlı’nın
merkezi İstanbul seçildi. Onu
görevlendirenlerin nazarında İstanbul’un ismi Konstantinople idi. Bizans’tan
devralınan ismiyle…”
Söz konusu kişi, ünlü misyoner Cyrus Hamlin idi!
İstanbul’a geldiğinde çalışmaları için en elverişli yer olan
şehrin dışında Boğaz manzarası, sahildeki yalıları köşk ve sarayları ile Bebek
semtini seçti. Öncelikle Ermeni ailelerin çocuklarının eğitimine yönelik
seminer eğitimine başladı. Bilgi ve becerisi ile kısa zamanda tanındı. Demir
soba ve boru imâlâtı ile piyasada aranan biri idi. Ayrıca ekmek üreten tesisler
de kurdu. 1850’li yılarda Kırım Harbi patlak vermiş, şehre Fransa ve
İngiltere’den çok sayıda asker gelmişti. Askerlerin barınması ve günlük
ihtiyaçlarının karşılanmasında Hamlin görev aldı. Hamlin’in ürettiği ekmekler
satın alınarak askerlere servis yapıldı. Kırım Harbi’nin sonlarına doğru
İstanbul’a gelen “Christopher Robert” adındaki hayırsever tüccar (!) ile
tanıştı. Hamlin’in eğitimdeki tecrübe ve başarısı, zengin tüccar Robert’in de
sermayesi ile bir araya gelerek gelecekte ABD’nin kalıcı ve güçlü hâle getirmek
üzere “kolej” açılması görüşüyle birleşti.
Uygun arsa arayışına geçildi. Özellikle
Rumelihisarı’nın tepe üzerindeki araziler tercih edildi. Ancak göz koyulan
arazinin Osmanlı’nın Paris elçisi Ahmet Vefik Paşa’ya ait olduğu öğrenildi.
Vefik Paşa, arsayı Hıristiyan bir eğitim kuruluşu için satmak istemedi. Ancak
Osmanlı’nın Batılı ülkelere borçlanarak ekonomik bağımlılık içine girmesi,
diğer yandan İstanbul’daki Amerikan elçisi ve Batılı ülke diplomatlarının istek
ve baskıları sonucu Vefik Paşa, ister istemez kendisine ait olan arsayı satmak
durumunda kaldı. 1863 yılına gelindiğinde padişah fermanı ile “Robert Kolejin
izin ve açılışı gerçekleştirildi”.
ABD’nin Orta Doğu’daki yani Osmanlı ülkesindeki en teşkilâtlı
misyoner eğitim kuruluşu, eğitim hayatına başladı. Hamlin’in okulun ana
binasının yapılışında bizzat çalıştığı, sırtında taş taşıdığı ve mimarî şekline
yön verdiği anlatılır. Bir başka husus da şu: Binanın taşları, aynen Rumeli
hisarında kullanılan taş malzeme olarak seçilmiştir.
Robert Kolejin amacı, eğitim ortamında Osmanlı yurttaşı
yabancı azınlıklardan zeki olan çocukları en iyi şekilde yetiştirmek, gelecekte
onların ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlamaktı.
Balkanlarda çıkan Bulgar isyanlarında Robert Kolej mezunu
gençlerin lider olarak bulunmaları dikkati çekiciydi.
Hamlin’in görevi, sadece İstanbul’da bir okul açmak değildi.
O, 1840’lı yıllarda, gelecekte bütün Anadolu’yu saracak olan Anadolu kolejlerinin
de temellerini atmıştı. Nitekim Anadolu kolejleri içinde, Merzifon’da kurulu
olanı, 1880 ve 90’lı yıllarda Ermeni ve Rum isyanlarının merkezi oldu.
Hamlin’in Robert Kolejdeki görevi 1870 yılında
sona erdi. Ülkesi ABD’ye geri döndü. Onun son yıllarında yazdığı makalesi, “Ermeniler Üzerindeki Türk Katliamlarının Başlaması Ve
Gelişmesi” başlığını taşıyordu.
Ve Hamlin, 1900 yılında öldü. Osmanlı’nın son yıllarında
Anadolu’daki Amerikan misyoner okullarının
sayısı 400’ü aşmıştı. Sayıları binleri bulan görevli/eğitimci ve on binleri
bulan öğrenci… Çoğunluğu Ermeni ve Rum olan, başlangıçta ABD’nin çıkarlarını
savunacak ara eleman ticâret komisyoncularını yetiştirmek amaçlanmıştı.
Ama misyonerlerin bir ağ gibi Anadolu’nun her yanına
yayılması ile birlikte Ermeni isyanları patlak vermiş, Anadolu’nun bir Türk ve
İslâm ülkesi olma özelliği yok edilmek, kısaca Hıristiylanlaştırılmak
istenmişti. Asıl proje bu olmakla beraber, gelişen olaylar ve Türk Millî Mücadele
harekâtının başarılı olması üzerine Robert Kolej, 1924 yılından sonra dinî
amaçlı misyoner eğitiminde şekil değiştirerek lâik ve modern görünümüyle
çalışmalarını sürdürmeye başladı. Bir bakıma Robert Koleji yapanlar, bir
zamanlar Fatih’in İstanbul’u fethederken Boğaz kıyısında Rumeli hisarını
yapmasının üzerinden geçen yüzyıllar sonra aynı yerden Osmanlı’yı çökertmek
için yine aynı yerde, Rumelihisarı sırtlarında Robert Kolej ile bunu yansıtmışlardı.
Boğaziçi’ndeki olaylar neyin nesi?
Bugünse Boğaziçi Üniversitesinde kopartılan fırtınanın arka
plânına bakalım…
Devlet aklının salimen iş görmesini anlamak istemeyenlere, işin
maverasının farkında olmayan aklıevvellere inat diyorum, iyi ki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bu atamayı yaptı!
Allah-u Teâlâ buyuruyor: “Savaş,
hoşunuza gitmese de üzerinize yazıldı. Gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki,
siz bir şeyden hoşlanmazsınız, oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir
şeyi seversiniz, ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz
bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
Bu atamayla Boğaziçi’ndeki şebekeyi görmüş
olduk!
Meselâ, 17/25 Aralık yargı odaklı kumpas
operasyonuna girişmeseydi, FETÖ’nün bu kurumlardaki gücü, operasyon kabiliyeti,
militan kapasitesi bilinmeyecekti. Birileri iftira atsa da hakikat budur. 15
Temmuz darbe girişimi olmasaydı, FETÖ’nün Silahlı Kuvvetlerde bu denli
kümelendiği idrak edilemeyecekti…
Eğer Cumhurbaşkanımız, Prof. Dr. Melih Bulu’yu
rektör olarak atamasaydı, biz hâlâ Boğaziçi’nin sadece bir üniversite olduğunu,
Boğaziçi’ni yönetmenin de herhangi bir üniversitemizi yönetmekten ibaret
olduğunu düşünecektik. Gerçi KK ve şurekası hâlâ masum öğrenci masallarını
okumaya devam ediyorlar ama olsun…
Belki yeri değil, yine de söylemeden geçmek
olmaz. Hoş, ben Boğaziçi’nin de, Bilgi’nin de, Galatasaray’ın da sadece bir
üniversite olmadığını çok iyi biliyorum. Ama toplumun tamamının da bilmesi lâzım. Melih
Bey’in atanmasıyla kopardıkları kıyamet, kendilerinin de deşifre olmalarına
neden oldu. Ne kadar Gezici, PKK yandaşı, Sorosçu, karanlık odacı varsa bir
araya geldiler. CHP’si, HDP’si, İP’i ve hattâ DEVA’sı, Gelecek’in kâhinleri, meselenin
rektörlük seçimi olmadığını ortaya koydular. Hele KK’ya şirin görünmeye çalışan
ABB Başkanı Mansur Yavaş’ın hızlı çıkışı (!) tam komedya!
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan
sadece bir rektör ataması yapmamış, meğer arı kovanına çomak sokmuş ve malûmun
ilâmını yapmışlar. Meğer ayının inine girilmiş!
Boğaziçi’nde öyle bir düzen kurmuşlar ki, kitabına
uydurup rektör seçiyorlar, dışarıdan da
kimseyi sisteme dâhil etmiyorlarmış. Bütün tezgâh bozuldu tabiî. Eski
Türkiye’de, meraklıları bilir, her on yılda bir balans ayarı çeken vesayet, gelecek
10 yılın komuta kademesini belirler, hattâ ataması gerçekleşmeden tebrik
kartları basardı. Boğaziçi’nde de aynısını yapıyor, adına da “seçim”
diyorlarmış. “Nasıl olsa rektör
bizden!” deyip pervasızca hareket ediyorlarmış…
Birkaçından bahsedeyim de, LGBT’lilerin
arkasına saklanıp ne dolaplar çevirdiklerini görün…
Bir gazeteci dostumuzun ifadeleridir:
“Kaynağımla sohbet ediyorduk, ‘Yıllardır
Boğaziçi’ndesin, anlat hocam’ dedim. Başladı
anlatmaya:
‘Melih Bey gelir gelmez önüne bir
zam listesi koydular, ‘Al, bunu imzala’ dediler.
‘Yahu bahçede bana arkanızı dönüyorsunuz, ‘Bizim rektörümüz değilsin’
diyorsunuz, şimdi liste getirip, ‘İstifa et’ dediğiniz adamdan zam
istiyorsunuz’ demedi. Kurumsal işleyişi ön plânda tutup listeyi incelemeye başladı.
Maaşları görünce dili uçukladı. Liste evlere şenlik! ‘Açız’ diyenlerin
foyası ortaya çıktı.
5 yıldır üniversitede çalışan bir öğretim
görevlisine toplamda mesaisi, ek göstergesi vesaire ile birlikte 1 ayda 24 bin
TL para vermişler. Biz bunların rektörü protesto için arkalarını döndüğünü
sanıyorduk ama meğerse millete yüzlerini dönmeye cesaretleri olmadığı için
arkalarını dönüyorlarmış…’”
Koca Boğaziçi fikir üretemiyor mu ki,
dışarıdan, sıradan bir yayınevinin (fikirlerini) kitaplarını öğrencilerine
sunuyor?
Yıllar yılı biz, isimlerinin başındaki süslü
ve efsunî kelimelerle ikna etmeye çalıştıkları kimi kuruluşlara millî ve yerli
bir müdahale olunca, içeriden önce Okyanus ötesi ve Batı payitahtlarındaki
demokrat görünümlü faşist söylemlerin ve şen’i lâfların edilmesinin tesadüf
olmadığı da böylece anlaşılmış oluyor. Hani Gezi Kalkışması’nın sebebi üç beş
ağaç diye başladı da sonra Türkiye’nin hayatî projelerinin durdurulması
istenmişti ya…
Arpa kesilince…
Boğaziçi Üniversitesine, Türk Devleti
mevzuatına göre bir başmüderris, rektör tayini oldu. Ses ise ta Okyanus
ötesinden, dünyanın en ceberrut ülkesi ABD’nin yeni başkanından, peşinden AB
ülkelerinin payitahtlarından geldi. Gezi Kalkışması’nı hatırlatarak aba altında
sopa göstermeye çalışıyorlar.
Gezi’de LGBT, PKK, TKPML, DHKP-C ve lâikos
KK ile HDP beraberlerdi. Şimdi Boğaziçi Üniversitesindeki kalkışma provasında
aynı fitneci şeytanî grupların olması tesadüfi değildir. Ancak bunda ufak bir
ayrıntı dikkat çekiyor: Yıllar yılı PKK’yı manivela olarak kullanan ABD, Biden’le
beraber bu önceliği LGBT denilen derneği öne sürüyor. Derneğin en büyük
müdafileri, başta Biden ve İslâm düşmanı diğer Batılı ülkeler…
ABD
Biden’le beraber millî devlet ve iktidar fikrine karşı, tıpkı kendi rakibine
yaptığı gibi medya şirketlerinin hâkimiyet kurması ile dünyaya hükmetmeye
çalışıyor. Son günlerde MHP lideri Devlet Bahçeli ve İçişleri Bakanı Süleyman
Soylu’ya Twitter denilen şirketin yaptıkları bunun işaretlerindendir. Türkçe
okunuşu ile Feysbuk, Vatsap, İnstagram, Gogıl ve diğer bir düzineden fazla şirketin
nelere hazırlandıklarını, ABD’nin yeni ve LGBT âşığı başkanının ifadelerinden
ve politikalarından anlayabiliriz.
Biden
ve ekibine göre PKK, FETÖ ve benzeri kuruluşların, geçmiş fiillerinden dolayı
medya yüzleri kirli olabilir; LGBT ise hem ABD ve Avrupa’daki gayr-i meşru
hayatın normal karşılandığı ve sempatik hâlleriyle(!), hem de Müslümanlara
karşı kullanılacak bir manivela olarak düşünülüyor. Bunun işaretlerini Gezi’de,
Diyanet İşleri Başkanlığına karşı verilen beyanat ve protestolarda(!), Paris’te,
Vaşington’da ve diğer payitahtlarda görmek mümkündür.
ABD bütçesinden, Biden’in yeni ortağı LGBT’ye ayrılan dolarların hacmi epey kabarıktır. ABD’den medet uman KK ve şürekasının televizyonlara çıkıp, Boğaziçi Üniversitesinde yapılan atamayı tenkit etmeleri, nümayiş yapıp güvenlik kuvvetlerine çemkiren ve polisin yetkili âmirine el uzatan PKK/HDP’li (başına utanmadan eşarp bağlayan) militan vekilini savunan (sözüm ona) gazeteci ve parti sözcüsü şarlatanlarına diyeceğimiz şudur: Sizin kimin adına konuştuğunuzu, maaşınızın hangi döviz nev’inden olduğunu biliyoruz. Sizler, sahibinin sesi olan zavallılarsınız!