ABD’nin yeni manivelası “LGBT”

“‘Açız’ diyenlerin foyası ortaya çıktı. 5 yıldır üniversitede çalışan bir öğretim görevlisine toplamda mesaisi, ek göstergesi vesaire ile birlikte 1 ayda 24 bin TL para vermişler. Biz bunların rektörü protesto için arkalarını döndüğünü sanıyorduk ama meğerse millete yüzlerini dönmeye cesaretleri olmadığı için arkalarını dönüyorlarmış…’”

1974 yılında, Ege Üniversitesinde tahsile yeni başlamıştık. O sıralar kimin ne düşündüğüne, kimin kimlerle omuzdaşlık yaptığına değinir, Fransa’da ortaya çıkıp Türkiye’ye de sirayet eden öğrenci hareketlerinin ve Batı karşıtı görünümlü 68 kuşağı Marksist/Leninistlerinin marifetlerini duyardık. Şimdiki gibi ABD güdümlü sosyal medya şirketleri yok idi. Ayrıca, 1970 Mart Muhtırası üzerimizden silindir gibi geçtiğinden, fikirler kristalleşmemişti. Herkes neyin ne olacağını, öğrenciler arasındaki hareketliliğin sebebini merak ediyordu. Fikirlerimiz vardı lâkin pek net değildi. Boykotla tanışmamızın ilk günü

EÜ Tıp Fakültesinin kampüs büyüklüğündeki ve bazı fakültelerin de ortak alanı olan hastanenin önünde öğrenciler toplanmıştı. Tanıdık ve iki yıllık öğrenci olan bir abi, “Boykot var galiba, biz de bakalım Kağızmanlı” dedi. O sıralar bir boykot tertip komitesi oluşturuluyor ve rektörlük haberdar (!) ediliyor, sonra da “forum” diyerek birileri çıkıp öğrencileri yönlendirmeye, kendi ideolojilerini dayatmaya çalışıyorlardı.

Devrimci gruptan bir arkadaş, hafif tümsek bir merdiven başına çıktı, megafonsuz, yüksek bir sesle neden boykot yaptıklarını anlattı: “Arkadaşlar! Yemekleri pahalı satıyorlar. Yemekleri beğenmiyoruz. Üniversitede demokratik haklar verilmiyor. Ayrıca Şili halkıyla dayanışma yürüyüşü yapalım, kimse engellemesin...”

Evet, bu mealde kelâmlar edilmişti. O günkü öğle yemeği; çorba, kadınbudu köfte, pilâv ve muzdu.

İçimizden Faruk abi, tıp beşinci sınıf öğrencisiydi ve galiba Ülkücüleri temsilen şöyle demişti: “Arkadaşlar! Yemeklerin mâliyeti 12 lira, biz öğrenciler 4 lira veriyoruz. Üniversiteler millî karakter taşımıyorsa -ki öyledirler- millî üniversite istiyoruz. Millî müfredat konusunu idareye bildirmeye eyvallah, ancak Türkiye’deki öğrenci, Amerika kıtasındaki Sosyalist Allende’nin Şili’sine niye methiye yakmış olsun? Boykotunuza, dayanışma teklifinize katılmıyoruz!”

Neyse ki o zaman, kavga çıkmadan, o gruplar okullarına dağılır gibi yapmışlardı. Ancak bu fitilin ateşlendiğinin işareti idi. Sonra öğrendik ki, kuytu bir yerde oturan grup için boykotu hazırlayanlar; 68 kuşağının kaşarlanmış, CIA patentli anti-Amerikancı(!), kot giyimli, o günkü tâbirle Solcu artıkları ile Orta Doğu Teknik Üniversitesinden atılan ve 74 affıyla bırakılıp tekrar okuma hakkı verilen, Devrimcilerin pek gıpta ettikleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hempaları imiş.

Tertip komitesi ise, Robert Kolejinden mezun, İzmir’in zengin ailelerinin çocuklarından seçilen ve macera arayan öğrenciler imiş.

Birlikte hareket ettiğimiz dört yıllık bir öğrenci abinin, “Bunlar Robert Kolejinin müdavimleri, ODTÜ’nün kaşarlanmış militanlarının tezgâhıdır!” lâfı, hâlâ kulaklarımı tırmalar durur!

Sonrasının serencâmı, bir devrin akıbetinin ciltler dolusu hatıralarına ve binlerce hayata mâl oldu…

Milletimizin âli istikbali olan yetmişli yılların kuşağı gençliğin, sonraları seksenli yıllara kadar yaşadığı yerli-millî mücadelede kimisi hayatıyla, kimisi istikbaliyle, kimisi de Medrese-i Yusufiye imtihanıyla hemhâl oldu. O mübarek dönemin çilekeşlerinin ruhlarını muazzep etmekten imtina ederim.

Günümüzdeki meselelerin anlaşılabilmesi içinse geçmişi bilmemizde sayısız faide vardır. Akılda tutulması gereken ve Müslüman milletimizin hayatiyet damarlarını kurutmak isteyen müstevliler, başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve diğerleri, hiç ara vermedikleri beşinci kol faaliyetlerine son günlerde hız verdiler. Yüz sene evvel Sykes-Picot ile fırsat buldukları ve ülke sath-ı mailine “ajan okullarını”, misyoner kolejlerini tahkim etmeye devam ettiler. Bir yandan Müslüman Kürtlerin hakkını savunma yalanı ile PKK’yı kuran CIA, diğer yandan ”Komünizmle Mücadele Derneklerini” destekleyip FETÖ’nün bu ülkenin mütedeyyin ailelerinin çocuklarını devşirmesine yardımcı oldular.

Yetmişli yılların meşhur bir kabulü vardı: CIA’dan yardım alan MİT, solu 54 franksiyona/kliğe, (o günkü tâbirle söylüyorum) sağı da 12-13 parçaya böldü. Bugün bu sayıların ne kadar olduğunu merak etmiyorum, lâkin o yıllardaki MİT’in CIA’dan beslendiği, maaşlarının ABD’nin mâliyesinden karşılandığı ortaya çıktı.

Epeydir ülkemizin gündemini meşgul eden, dünün Robert Koleji, bugünün Boğaziçi Üniversitesine rektör ataması üzerinden kopartılan fırtınaya bir de bu zaviyen bakalım.

Neden Boğaziçi? Neden rektörlük bahane ediliyor?

Neden LGBT/PKK/TKPML, DHKP-C ve diğer aparatlar ve dahi beşi bir yerde olmaz siyâsî partiler hep birden ortak hareket edip Bremen Mızıkacıları gibi koro hâlinde bağırıyorlar?

Gelin, dünün Robert Kolejine, ABD’nin misyoner yetiştiren kurumu üzerindeki tahakkümüne bakalım ve sabrınıza ve affınıza sığınarak, üstad Cezmi Yurtsever’e kulak verelim…

Robert Kolej hikâyesi
“Kimlik bilgilerini içeren dosyalarda doğum tarihi 1811 olarak yazıldı. Fransız kökenli orta hâlli bir ABD yurttaşı idi. 18 yaşının içine geldiğinde kilisenin misyoner kurslarına katıldı. Denizaşırı ülkelerde görev alacak, öncelikle Amerika’nın çıkarlarını koruyacak, geliştirecek, tohumlarının yeşermesini sağlayacaktı.

1810 yılında, Boston’da kurulan kilise kontrolündeki simsarlar birliğinde eğitildi. Yetiştirilme devresinden sonra deniz aşırı bir ülkeye gitmesi gerekiyordu. 1830 yılında görev yeri olarak Osmanlı’nın merkezi İstanbul seçildi. Onu görevlendirenlerin nazarında İstanbul’un ismi Konstantinople idi. Bizans’tan devralınan ismiyle…”

Söz konusu kişi, ünlü misyoner Cyrus Hamlin idi!

İstanbul’a geldiğinde çalışmaları için en elverişli yer olan şehrin dışında Boğaz manzarası, sahildeki yalıları köşk ve sarayları ile Bebek semtini seçti. Öncelikle Ermeni ailelerin çocuklarının eğitimine yönelik seminer eğitimine başladı. Bilgi ve becerisi ile kısa zamanda tanındı. Demir soba ve boru imâlâtı ile piyasada aranan biri idi. Ayrıca ekmek üreten tesisler de kurdu. 1850’li yılarda Kırım Harbi patlak vermiş, şehre Fransa ve İngiltere’den çok sayıda asker gelmişti. Askerlerin barınması ve günlük ihtiyaçlarının karşılanmasında Hamlin görev aldı. Hamlin’in ürettiği ekmekler satın alınarak askerlere servis yapıldı. Kırım Harbi’nin sonlarına doğru İstanbul’a gelen “Christopher Robert” adındaki hayırsever tüccar (!) ile tanıştı. Hamlin’in eğitimdeki tecrübe ve başarısı, zengin tüccar Robert’in de sermayesi ile bir araya gelerek gelecekte ABD’nin kalıcı ve güçlü hâle getirmek üzere “kolej” açılması görüşüyle birleşti.
Uygun arsa arayışına geçildi. Özellikle Rumelihisarı’nın tepe üzerindeki araziler tercih edildi. Ancak göz koyulan arazinin Osmanlı’nın Paris elçisi Ahmet Vefik Paşa’ya ait olduğu öğrenildi. Vefik Paşa, arsayı Hıristiyan bir eğitim kuruluşu için satmak istemedi. Ancak Osmanlı’nın Batılı ülkelere borçlanarak ekonomik bağımlılık içine girmesi, diğer yandan İstanbul’daki Amerikan elçisi ve Batılı ülke diplomatlarının istek ve baskıları sonucu Vefik Paşa, ister istemez kendisine ait olan arsayı satmak durumunda kaldı. 1863 yılına gelindiğinde padişah fermanı ile “Robert Kolejin izin ve açılışı gerçekleştirildi”.

ABD’nin Orta Doğu’daki yani Osmanlı ülkesindeki en teşkilâtlı misyoner eğitim kuruluşu, eğitim hayatına başladı. Hamlin’in okulun ana binasının yapılışında bizzat çalıştığı, sırtında taş taşıdığı ve mimarî şekline yön verdiği anlatılır. Bir başka husus da şu: Binanın taşları, aynen Rumeli hisarında kullanılan taş malzeme olarak seçilmiştir.

Robert Kolejin amacı, eğitim ortamında Osmanlı yurttaşı yabancı azınlıklardan zeki olan çocukları en iyi şekilde yetiştirmek, gelecekte onların ülke yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlamaktı.

Balkanlarda çıkan Bulgar isyanlarında Robert Kolej mezunu gençlerin lider olarak bulunmaları dikkati çekiciydi.

Hamlin’in görevi, sadece İstanbul’da bir okul açmak değildi. O, 1840’lı yıllarda, gelecekte bütün Anadolu’yu saracak olan Anadolu kolejlerinin de temellerini atmıştı. Nitekim Anadolu kolejleri içinde, Merzifon’da kurulu olanı, 1880 ve 90’lı yıllarda Ermeni ve Rum isyanlarının merkezi oldu.
Hamlin’in Robert Kolejdeki görevi 1870 yılında sona erdi. Ülkesi ABD’ye geri döndü. Onun son yıllarında yazdığı makalesi, “Ermeniler Üzerindeki Türk Katliamlarının Başlaması Ve Gelişmesi” başlığını taşıyordu.

Ve Hamlin, 1900 yılında öldü. Osmanlı’nın son yıllarında Anadolu’daki Amerikan misyoner okullarının sayısı 400’ü aşmıştı. Sayıları binleri bulan görevli/eğitimci ve on binleri bulan öğrenci… Çoğunluğu Ermeni ve Rum olan, başlangıçta ABD’nin çıkarlarını savunacak ara eleman ticâret komisyoncularını yetiştirmek amaçlanmıştı.

Ama misyonerlerin bir ağ gibi Anadolu’nun her yanına yayılması ile birlikte Ermeni isyanları patlak vermiş, Anadolu’nun bir Türk ve İslâm ülkesi olma özelliği yok edilmek, kısaca Hıristiylanlaştırılmak istenmişti. Asıl proje bu olmakla beraber, gelişen olaylar ve Türk Millî Mücadele harekâtının başarılı olması üzerine Robert Kolej, 1924 yılından sonra dinî amaçlı misyoner eğitiminde şekil değiştirerek lâik ve modern görünümüyle çalışmalarını sürdürmeye başladı. Bir bakıma Robert Koleji yapanlar, bir zamanlar Fatih’in İstanbul’u fethederken Boğaz kıyısında Rumeli hisarını yapmasının üzerinden geçen yüzyıllar sonra aynı yerden Osmanlı’yı çökertmek için yine aynı yerde, Rumelihisarı sırtlarında Robert Kolej ile bunu yansıtmışlardı.

Boğaziçi’ndeki olaylar neyin nesi?

Bugünse Boğaziçi Üniversitesinde kopartılan fırtınanın arka plânına bakalım…

Devlet aklının salimen iş görmesini anlamak istemeyenlere, işin maverasının farkında olmayan aklıevvellere inat diyorum, iyi ki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bu atamayı yaptı!

Allah-u Teâlâ buyuruyor: “Savaş, hoşunuza gitmese de üzerinize yazıldı. Gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz, ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Bu atamayla Boğaziçi’ndeki şebekeyi görmüş olduk!

Meselâ, 17/25 Aralık yargı odaklı kumpas operasyonuna girişmeseydi, FETÖ’nün bu kurumlardaki gücü, operasyon kabiliyeti, militan kapasitesi bilinmeyecekti. Birileri iftira atsa da hakikat budur. 15 Temmuz darbe girişimi olmasaydı, FETÖ’nün Silahlı Kuvvetlerde bu denli kümelendiği idrak edilemeyecekti… 

Eğer Cumhurbaşkanımız, Prof. Dr. Melih Bulu’yu rektör olarak atamasaydı, biz hâlâ Boğaziçi’nin sadece bir üniversite olduğunu, Boğaziçi’ni yönetmenin de herhangi bir üniversitemizi yönetmekten ibaret olduğunu düşünecektik. Gerçi KK ve şurekası hâlâ masum öğrenci masallarını okumaya devam ediyorlar ama olsun…

Belki yeri değil, yine de söylemeden geçmek olmaz. Hoş, ben Boğaziçi’nin de, Bilgi’nin de, Galatasaray’ın da sadece bir üniversite olmadığını çok iyi biliyorum. Ama toplumun tamamının da bilmesi lâzım. Melih Bey’in atanmasıyla kopardıkları kıyamet, kendilerinin de deşifre olmalarına neden oldu. Ne kadar Gezici, PKK yandaşı, Sorosçu, karanlık odacı varsa bir araya geldiler. CHP’si, HDP’si, İP’i ve hattâ DEVA’sı, Gelecek’in kâhinleri, meselenin rektörlük seçimi olmadığını ortaya koydular. Hele KK’ya şirin görünmeye çalışan ABB Başkanı Mansur Yavaş’ın hızlı çıkışı (!) tam komedya!  

Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan sadece bir rektör ataması yapmamış, meğer arı kovanına çomak sokmuş ve malûmun ilâmını yapmışlar. Meğer ayının inine girilmiş!

Boğaziçi’nde öyle bir düzen kurmuşlar ki, kitabına uydurup rektör seçiyorlar, dışarıdan da kimseyi sisteme dâhil etmiyorlarmış. Bütün tezgâh bozuldu tabiî. Eski Türkiye’de, meraklıları bilir, her on yılda bir balans ayarı çeken vesayet, gelecek 10 yılın komuta kademesini belirler, hattâ ataması gerçekleşmeden tebrik kartları basardı. Boğaziçi’nde de aynısını yapıyor, adına da “seçim” diyorlarmış. “Nasıl olsa rektör bizden!” deyip pervasızca hareket ediyorlarmış…

Birkaçından bahsedeyim de, LGBT’lilerin arkasına saklanıp ne dolaplar çevirdiklerini görün…

Bir gazeteci dostumuzun ifadeleridir:

“Kaynağımla sohbet ediyorduk, ‘Yıllardır Boğaziçi’ndesin, anlat hocam’ dedim. Başladı anlatmaya:

‘Melih Bey gelir gelmez önüne bir zam listesi koydular, ‘Al, bunu imzala’ dediler. ‘Yahu bahçede bana arkanızı dönüyorsunuz, ‘Bizim rektörümüz değilsin’ diyorsunuz, şimdi liste getirip, ‘İstifa et’ dediğiniz adamdan zam istiyorsunuz’ demedi. Kurumsal işleyişi ön plânda tutup listeyi incelemeye başladı. Maaşları görünce dili uçukladı. Liste evlere şenlik! ‘Açız’ diyenlerin foyası ortaya çıktı.

5 yıldır üniversitede çalışan bir öğretim görevlisine toplamda mesaisi, ek göstergesi vesaire ile birlikte 1 ayda 24 bin TL para vermişler. Biz bunların rektörü protesto için arkalarını döndüğünü sanıyorduk ama meğerse millete yüzlerini dönmeye cesaretleri olmadığı için arkalarını dönüyorlarmış…’”

Koca Boğaziçi fikir üretemiyor mu ki, dışarıdan, sıradan bir yayınevinin (fikirlerini) kitaplarını öğrencilerine sunuyor?

Yıllar yılı biz, isimlerinin başındaki süslü ve efsunî kelimelerle ikna etmeye çalıştıkları kimi kuruluşlara millî ve yerli bir müdahale olunca, içeriden önce Okyanus ötesi ve Batı payitahtlarındaki demokrat görünümlü faşist söylemlerin ve şen’i lâfların edilmesinin tesadüf olmadığı da böylece anlaşılmış oluyor. Hani Gezi Kalkışması’nın sebebi üç beş ağaç diye başladı da sonra Türkiye’nin hayatî projelerinin durdurulması istenmişti ya…

Arpa kesilince…

Boğaziçi Üniversitesine, Türk Devleti mevzuatına göre bir başmüderris, rektör tayini oldu. Ses ise ta Okyanus ötesinden, dünyanın en ceberrut ülkesi ABD’nin yeni başkanından, peşinden AB ülkelerinin payitahtlarından geldi. Gezi Kalkışması’nı hatırlatarak aba altında sopa göstermeye çalışıyorlar.

Gezi’de LGBT, PKK, TKPML, DHKP-C ve lâikos KK ile HDP beraberlerdi. Şimdi Boğaziçi Üniversitesindeki kalkışma provasında aynı fitneci şeytanî grupların olması tesadüfi değildir. Ancak bunda ufak bir ayrıntı dikkat çekiyor: Yıllar yılı PKK’yı manivela olarak kullanan ABD, Biden’le beraber bu önceliği LGBT denilen derneği öne sürüyor. Derneğin en büyük müdafileri, başta Biden ve İslâm düşmanı diğer Batılı ülkeler…

ABD Biden’le beraber millî devlet ve iktidar fikrine karşı, tıpkı kendi rakibine yaptığı gibi medya şirketlerinin hâkimiyet kurması ile dünyaya hükmetmeye çalışıyor. Son günlerde MHP lideri Devlet Bahçeli ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya Twitter denilen şirketin yaptıkları bunun işaretlerindendir. Türkçe okunuşu ile Feysbuk, Vatsap, İnstagram, Gogıl ve diğer bir düzineden fazla şirketin nelere hazırlandıklarını, ABD’nin yeni ve LGBT âşığı başkanının ifadelerinden ve politikalarından anlayabiliriz.

Biden ve ekibine göre PKK, FETÖ ve benzeri kuruluşların, geçmiş fiillerinden dolayı medya yüzleri kirli olabilir; LGBT ise hem ABD ve Avrupa’daki gayr-i meşru hayatın normal karşılandığı ve sempatik hâlleriyle(!), hem de Müslümanlara karşı kullanılacak bir manivela olarak düşünülüyor. Bunun işaretlerini Gezi’de, Diyanet İşleri Başkanlığına karşı verilen beyanat ve protestolarda(!), Paris’te, Vaşington’da ve diğer payitahtlarda görmek mümkündür.

ABD bütçesinden, Biden’in yeni ortağı LGBT’ye ayrılan dolarların hacmi epey kabarıktır. ABD’den medet uman KK ve şürekasının televizyonlara çıkıp, Boğaziçi Üniversitesinde yapılan atamayı tenkit etmeleri, nümayiş yapıp güvenlik kuvvetlerine çemkiren ve polisin yetkili âmirine el uzatan PKK/HDP’li (başına utanmadan eşarp bağlayan) militan vekilini savunan (sözüm ona) gazeteci ve parti sözcüsü şarlatanlarına diyeceğimiz şudur: Sizin kimin adına konuştuğunuzu, maaşınızın hangi döviz nev’inden olduğunu biliyoruz. Sizler, sahibinin sesi olan zavallılarsınız!