EVET, sürpriz değil!
ABD’de Biden’in iktidara gelmesiyle birlikte kendisine bağlı ihanet hücreleri
uyanmaya başladı.
15
Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra uyumaya bırakılan bu ihanet
hücreleri, sanmayalım ki tek bir yapılanma görüntüsü altındadır. Hayır, ABD’nin
ve onunla paralel olarak AB ve İsrail’in yetmiş yıldır bu ülkede oluşturdukları
ihanet yapıları başka hiçbir ülkede görülmeyecek biçimde binbir kılıktadır.
Saydığımız
unsurlar, böyle bir yapılanmaya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güya asıl
düşmanları olan Rusya’da bile gitmediler. Bütün şeytanlıklarının uygulama alanı
olarak varsa yoksa “hedef” diye Türkiye’yi seçtiler. Bunu yaparken de karşımıza
bir ordu ve güç ile dikilmediler. Böyle bir durumda Türklerin yok olma pahasına
da olsa direndiklerini ve içlerindeki bağımsızlık ateşinin hiç sönmediğini
gördüler. Hâsılı, her millet kafeste oluyor ama Türkler olmuyordu, bunu iyi
öğrendiler.
İşgal
ederek bu ülkedeki hiçbir Türk ve Müslüman’ı yanlarına çekemeyecekleri açıktı.
Onun yerine sızmayı denediler ve bu işte muazzam bir başarı yakaladılar. NATO
ile Türk Ordusuna sızdılar. Rusya’nın Boğazları işgal edeceği algısını yayarak
Türkiye’yi kucaklarına çektiler ve olanlar oldu. Bir Peygamber ocağı olan asker
ocağımızın üst kademesi, ABD’de özenle eğitilerek kendi değerlerine karşı âdeta
geçit vermez bir kale hâline getirildi. Orduyu, “lâiklik” denen ve ne olduğu
asla anlaşılmayan içi boş bir kavramın muhafızı hâline getirdiler. Tarih yapan,
çağ açıp çağ kapatan şanlı Türk Ordusunu bir asırdır kendi vatandaşıyla gölge
boksu yapar hâle getirdiler.
İkinci
hassas kale yargı olduğu için, yargıya sızdılar. Böylelikle birinin söylediğini
öbürü tasdikleyen acayip bir mekanizma oluşturdular. Ordu darbe yapıyor, darbe
yaptıklarını itibarsızlaştırmak ve gömmek yargıya düşüyor. Yargı, olağanüstü
bir hukuksuzluğu, hukuk kılıfına sokarak darbecileri neredeyse aziz ilân
ediyor. Sahnenin sonunda görülüyor ki, meğer asıl suçlu milletin temiz ve helâl
oylarıyla yönetime gelen iktidar mensuplarıymış.
Ordu
ve yargı vesayet altına alınır da eğitim kurumları ihmâl edilir mi? Edilmez
tabiî. Eğitimi en büyük beyin yıkama kurumu olarak çalıştırdılar. Eğitimin
temel misyonunu da nesilleri asla kendi, tarih, din ve medeniyet değerleriyle
buluşturmayacak bir müfredat olarak belirlediler. Bu kurumlardan çıkacak
nesiller, genetik hâfızasını yitirmiş
birer mankurta dönüşeceklerdi.
Ama
olmadı. Ne yaptılarsa bu aziz milletin asil ruhunda yer etmiş İslâmiyet’i, onun
verdiği iman ve inancı, Peygamber sevgisini, değerlerine bağlılığını bir türlü
yok edemediler. Gariptir, dinden uzaklaştırdıkça dine koşan, tarihten çektikçe
tarihine koşan derin ve asil bir direncin önüne asla geçemediler.
O
zaman hedef, bu milletin arasına nifak sokmaktan geçerdi. Bunun en iyi yolu da
bu milleti bileşenlerine ayırmaktı. Bunun için ilk önce mezhep çatışmaları
hakkında ortam hazırlamaya çalıştılar. Orta Doğu’da başarıyla uyguladıkları
mezhep çatışmaları çok işlerine yaramış ve hedef kitleleri ortasından bıçak
gibi ayırmıştı. Bu plân, 12 Eylül öncesi ve sonrası toplum vicdanında küçük
gedikler açsa da işe yaramadı. Milletimizin engin feraseti bu nifakı etkisiz
kıldı. Ardından Türk-Kürt ayrıştırmasını denediler. Bu plânın başarılı olması
için her türlü imkânlarını seferber ettiler, bu uğurda bu ülkeye kırk yıl kan
kusturdular. Ama olmadı. Et ve tırnak gibi birbirinin içinde olan bu unsurları
ayrıştırmak imkânsızdı.
Bu
güçler, ön plânda bunları yaparken arkada asıl amaçları için örgütleniyorlardı.
Bunun için ülkenin her türlü dinamik unsurunun içine sızdılar. Partilerin en
etkili karar verici birimlerinde yer aldılar, medyayı sermaye ve teknik
üstünlükle elde ederek kendi algılarının borazanı hâline getirdiler. Ekranların
ve gazete sayfalarında rol model olarak gösterilen isimlerin bu millet ve
medeniyetle hiçbir ilişkisinin olmaması en önemli ölçütleriydi. Barış
dernekleri görüntüsü, Nemrut Krateri hayranlığı, Nuh’un Gemisi’nin Ağrı dağında
olduğu hikâyeleri, din ve medeniyetlerin buluştuğu kentler algısıyla Doğu ve
Güneydoğu illerimizde ileride birer terör ve tedhiş yuvası olacak yapılar inşâ
etmeye başladılar. Büyük kentlerin varoşlarında belli öbekler hâlinde dayanışarak
yaşayan fukara Sünnî ve Alevî, Türk ve Kürt muhitlerine sızdılar. O muhitlerde yoksulluk
ve eşitsizlik afyonuyla uyuşturulmuş düzinelerce Marksist, Leninist, Maoist görünümlü,
toplumuyla sorunlu Sol örgütlerin tohumlarını attılar. Yine aynı yerlerde falan
tarikat, filan cemaat, fulan hoca efendiler adına İslâmî anlayışı sakat tarikat
ve cemaatler oluşturdular.
Yetmedi,
tuhaf tuhaf STK’ler icat ederek toplumda
kadın ve erkek ayrımı peşine düştüler. Sağlam Türk ailesini içeriden
yıkmalıydılar. Evliliği, doğumu, aile bağlarını, cinsel kimliği berhava etmek
için kökü dışarıda olan “falan kadınlar derneği”, “filan feministler birliği” gibi
yapılarla mevzi kazanıp ardından LGBT gibi kavimlerin helakine sebep olacak
fitne unsurlarını içimize soktular.
Daha
önce bu millet ne zaman toparlansa, hemen bütün hücreleriyle harekete geçerek
onun şahlanmasına engel oluyorlardı. Bu kusursuz fitne karşısında ne Menderes
tutunabildi, ne Demirel. Ne Ecevit tutunabildi, ne Özal. Ne Erbakan tutunabildi,
ne Çiller. Vurup, yıkıp geçtiler. Birikenleri tükettiler, mevcudu yağmaladılar.
Devletine candan bağlı bu asil millet, köle gibi çalıştırıldı da çalıştırıldı.
Ancak
her şeyin bir sonu olduğu gibi fitnenin de bir sonu vardı. İlk kez 15 Temmuz’da
duvara vurdular!
Ordu
ve yargıda kumpas kuracak güçleri kalmadı. Ekonomik güçten, toplumsal etkinlik
ve baskı gücünden büyük oranda koptular, terör üretip ondan sonuç alamaz hâle
geldiler.
Devlet
dört yıl içinde dört asırlık temizlik yaptı. Bu dört yılda işimize en çok
yarayan şey ise ABD’deki Trump iktidarıydı. O iktidar bize dost muydu? Hayır,
ama ABD’nin içteki sorunlarla boğuşma aralığını çok iyi değerlendirdik.
Şimdi
ABD yeni bir iktidar ile “Nerede kalmıştık?” demeye başladı. Ancak bu süre
zarfında köprülerin altından çok sular aktığı gibi, dünyadaki dengeler de
değişti. Artık ABD’nin her dediğini yapacak ne gücü, ne de inandırıcılığı kaldı.
Ama adamlar yine de üzerimize gelmeyi deneyecekler mi? Evet, hem de büyük bir
hırsla! Geldikçe de kaybedecekler elbet…
Bendeniz
bu sürecin de lehimize işleyeceğini düşünüyor. ABD, Türkiye’de tekrar kendisini
göstermek için bizim dört yıldır tespit etmekte zorlandığımız hücrelerini
uyandıracaktır ve nitekim uyandırmaya başladı da. Ancak karşısında bu kez,
geçen dört yıl içinde muhtevasını ABD’nin de bilmediği yerli ve millî bir
istihbarat kabiliyet ve tekniğine ulaşmış olan yeni Türk Devleti var. Bu yeni
devletin istihbaratı, uyandırılan hücreleri izliyor, siyâsî ve sivil
bağlantılarını takip ediyor; yargı, ekonomi ve medyadaki kriptolarını fişliyor.
Evet,
ABD ve onunla paralel çalışan AB ve İsrail, risk alarak uyuyan hücrelerini
uyandırmaya başladılar. Ancak karşılarında daha önce bu uyandırmaları asla gaflete
düşürülebilmiş bir devlet yoktur.
Bu
devlet artık, uyanan hücrelerin, hangi parti ve particiklerle temasta
olduklarını, parasal gücü hangi iş adamı (!) kılıklı hainlerden aldıklarını,
hangi belediyelerden beslenip talimat aldıklarını, hangi üniversitelerde yuvalandıklarını,
bu üniversitelere hangi yollarla sızdıklarını gayet iyi biliyor.
Onlar
uyandırıldıkça Devletimizin kulakları, her yeri dinleyen masal kahramanı gibi
her nefeslerini dinliyor, her adımlarını takip ediyor, her bağlantılarına
ulaşıyor.
Fitne
ve nifak hücreleri uyansınlar efendim, hiç durmadan uyansınlar! Uyansınlar da,
DEAŞ’ın hangi kripto yapılarla çalıştığını, PKK hücrelerinin hangi elçilik ve
vakıflardan emir aldığını, kıytırık sol örgütlerin hangi belediyelere bağlı
olduklarını bir güzel çözelim.
Uyansınlar
da, her mahallede bir tarikat ve cemaat hâlinde boy atan İslâm düşmanlarının
hangi ülkeler tarafından finanse edildiklerini ve hangi yargı elemanlarıyla içli
dışlı olduklarını bir güzel deşifre edelim.
Aziz
okuyucular, şundan emin olunuz: Artık Devletimiz, bu fitne unsurlarını çok iyi
biliyor, çok iyi görüyor, çok iyi takip ediyor ve tuzak kuranlara sağlam
tuzaklar kuruyor.
Vesselâm...