TABİATTA genel kuraldır;
her şey doğar, büyür, sonra ölür. Söz konusu genel kural, ABD için de geçerli
mi? Neden olmasın? ABD, yaklaşık üç yüz yıl önce, 4 Temmuz 1776’da kuruldu (doğdu),
büyüdü, gelişti, dünyayı sömürdü, mazlumları ezdi, kanları ile semirdi ve
nihâyet sona geldi!
ABD,
artık o eski ABD değil. Meyvenin kurdu gibi, çürüme bu kez içinden başladı ve
sonun başlangıcına doğru ilerliyor. Tıpkı çökerttiği ülkeler ve mazlumlar gibi
içten içe eriyor. Bu bir temenni yahut (hele) kehanet değil. ABD’nin çöküş
sürecinde olduğu, bizzat kendi içinden seslendiriliyor.
ABD
an itibariyle çökmeyecektir. Büyük bir medeniyetin sahib-i aslîsi Osmanlı
Devleti bile altı yüz yıllık hayatını iki yüz yıl süre sonunda tamamladı. An
itibariyle, gelişmekte olan ABD olaylarının iki açıdan değerlendirilmesinde
yarar var: Öncelikle ABD’nin bizzat içinden, ikincisi ama en önemlisi ise Türkiye
açısından...
ABD
açısından olaylar son derece girift ve tarihî açıdan bir bütünlük içindedir.
Böyle bir bakış açısı içinde Kıta Amerika’sının aslî sahipleri olan ama bugün
yok hükmünde bulunan Kızılderililerin soykırımı görmezlikten gelinebilir mi?
Son yüzyıl içinde insanlık bizzat ABD’nin tezgâhı olan büyük bâdireler yaşadı.
İki büyük cihan harbi ve devam eden savaşlarla tükenme noktasına geldi. Büyük
harpler istisna edilirse, kazanan hep Batı emperyalizmi olmuştur. Batı
emperyalizminin sembolü ABD insan kanı ile beslenmiş, büyümüş ve gelişmiştir.
Kanla
yazılmış bir tarih
Emperyalizmin
en müşahhas ve en belirgin prototipi ABD’dir. ABD dünyaya jandarmalık yapmış ve
insanlığı hep sömürerek semirmiştir. Öteki milletlere, özellikle İslâm
ülkelerine “lâikliği” dayatırken,
kendisi kilise ve kilisenin temel öğretileri ile devlet hayatı sürmüştür,
sürmektedir. ABD lâik veya seküler değil, tamamen din merkezlidir. Nasrânî
ilkeler çerçevesinde egemendir. Önce gönüllere korku salarak emperyalist
emellerini gerçekleştirmiştir.
Bugün
yangın yerine dönen ABD, gelinen noktanın hesabını yapamamıştır. Sadece ırkçı
mülâhaza ile boğazına basarak katlettiği Siyahî vatandaşının “Nefes
alamıyorum!” çığlığının sebep olduğu isyanlar, Beyaz Saray’ı (daha doğru bir
deyimle “kanlı saray”) yığınların tehdidi altına sokabilir miydi?
Gelişmeler
ABD’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkmış, evrensel ölçekte cereyan eder hâle
gelmiştir. Gerek ABD sömürgesi ve gerekse kapsama alanı dışında kalmış ülkeler
biraz merak, biraz endişe ile olayları beyaz camdan izlemektedirler. Görünen
odur ki, olaylar ABD’nin iç meselesi olmaktan çıkmış ve insanlığa mâl olmuştur.
Siyahîlere karşı asırlardır uygulanan ayırımcı ve ırkçı politikalarına rağmen
demokrasi havarisi gibi görünen ABD’nin gerçek ve çirkin yüzü artık ayyuka
çıkmıştır. Mızrak çuvala sığmamaktadır.
ABD’nin
yumruğu ve dipçiği altında ezilen ve rakamlarla ifade edilemeyen dünya mazlum
ve mağdurları, gözyaşları ve isyan duygularını/acılarını hep içlerine
atıyorlardı. Mazlumların içlerine attıkları ahlar, Beyaz Saray’ın (aslında “kanlı
saray”) sağır duvarlarında kayboluyordu. Artık Beyaz Saray güvenilir olmaktan
çıkmıştır. Olayların baş müsebbibi ve sorumlusu Trump, kendisini sığınağa
atmıştır. Güvenli sandığı o sığınak, kendini ne kadar koruyabilecek?
Milletlerarası
ilişkilerde ve arenada “devlet” olmanın hiçbir fazilet ve asâletini taşımayan
ABD, hâlen işgal ettiği toprakların aslî sahibi Kızılderilileri öncelikle nasıl
katlettiğinin hesabını vermelidir. ABD’nin, çok kısa tarihinde milyonlarca
insanın kanından beslenerek hayat bulduğu, tarihin sayfalarında mukayyettir.
Sadece
İkinci Cihan Harbi’nde, Japonya’da Nagazaki ve Hiroşima’ya attığı atom
bombaları, ABD’nin katil rûhunu aşmış ve daha sonra Vietnam ve Orta Doğu’da
katliamlarla doyumsuz iştihasını sürdürmüştür. Dünyada nerede acı, kan ve
gözyaşı varsa, orada mutlaka ABD’nin parmağı vardır. Bu, inkâr edilemez bir
gerçektir!
Türkiye’den
bakınca…
ABD’deki
ayaklanmanın daha iyi anlaşılması için olaylara bir de Türkiye açısından bakmak
gerekir. ABD’nin bizzat tezgâhlayarak yürürlüğe koyduğu ihtilâl ve yıkımlar
hâlâ zihinlerdedir. 27 Mayıs 1960 Darbesi, yarım asır sonunda bile nesillerin
zihninde tâzeliğini korumaktadır. Başbakan Adnan Menderes ve iki bakan
arkadaşını idama götüren cinayet unutulabilir mi? “27 Mayıs eşittir ABD”
denklemi silinmez ve silinmeyecektir!
PKK
belâsını Türkiye’nin başına saran, ABD’den başkası olabilir mi? PKK’nın
tohumlarını altmışlı yılların başında suret-i haktan görünerek gönderdiği
“Barış Gönüllüleri” eliyle atmış ve bölücülük meyvelerini devşirmiştir. Sadece
ekonomik yönden korkunç rakamları bulan PKK’nın insanî yönden sebep olduğu kayıpların
tüm sorumluluğu ABD’ye aittir. Çok uzağa gitmeğe gerek yok. Daha iki yıl önce
binlerce TIR silahı PKK’ya gönderen kimdi?
ABD-Türkiye
ilişkilerinde önemli bir halka olan FETÖ gerçeği göz ardı edilebilir mi? 15
Temmuz 2016’daki işgal girişiminin plânlayıcısı ve uygulayıcısı, ABD’den
başkası olabilir mi? En önemlisi de, Fetullah Gülen iblisine Pensilvanya’da
kucağını açan bir devlet, saygı ve güvene lâyık olabilir mi?
Örnekler
çoğaltılabilir. Bu satırların okuyucuları, yazarından çok daha fazlasını
zihinlerinde saklamaktadırlar…
ABD
boydan boya kanlı bir tarihin yükünü sırtında taşımaktadır. Elli küsur
eyâletten vücût bulan Birleşik Devletler, masum bir Siyahînin, Mineapolis’te
katil bir polisin haksız yere boğazına basılarak dünyanın gözü önünde
katledilmesi, nadir bir olay veya vakay-ı âdiyeden değildir. Polisin Zencîlere
karşı takındığı zincirleme katliamların sonuncusudur ve olayların fitilini
ateşlemiştir. Dünya tarihinde büyük olaylar hep küçük kıvılcımlarla
alevlenmiştir. Birinci Dünya Harbi’nin Saraybosna’da Avusturya Prensi’nin
suikasta kurban gitmesiyle başlaması da bunun en çarpıcı örneğidir.
Protesto
eylemleri, Beyazların samîmi ve candan destekleri ile Siyahîlerin intikamına
dönmüştür. Nice katliam kararlarının istihsal edildiği mekân olan Beyaz
Saray’ın kapılarını zorlamaktadır. İsyan, zalim ve gaddar dünya jandarması
ABD’nin sonunun başlangıcıdır. Mağdur ve mazlum dünya Müslümanları adına olayların
tüm ABD’yi boydan boya sarması ve sonunu getirmesi, en halisâne hislerle niyaz
edilmektedir.
Yazıyı
kaleme aldığımız devrede protestolar hız kesmeden devam ediyordu. ABD’li ünlü bir
akademisyen olan Prof. Robinson, Yunan Epohi gazetesine 4 Haziran’da yaptığı
açıklamada, “Bir Amerikalı olarak, gerçek şu ki, faşizmin uçurumuna hiç bu
kadar yakın olmadık. Bir iç savaşa gitmekten korkuyorum. Bu kelimeyi hiç de
kolaylıkla kullanmıyorum” ifadelerini kullandı. Ama unutmamak gerekiyor ki, ABD
bu cezayı çoktan hak etmiştir.
Konuya
bir de Siyonizm açısından bakmakta yarar vardır. Çünkü ABD, aynı zamanda bir
İsrail sömürgesidir.
Trump,
aldığı kararlarla Yahudileri şımarttıkça şımarttı. Kudüs’ü başkent olarak
tanıdı. Golan tepelerinin ilhakını tescilledi. Siyonist işgal altında inleyen
mazlum Müslümanların haklarını gasp etti. Ama gerçek şu ki, ABD ne Koronavirüs
salgınında, ne de son ayaklanmalarda Yahudilerden zırnık yardım almadı ve
destek görmedi. Hattâ salgına dair en büyük desteği Türkiye’den gördü.
Sonuç
olarak ABD, azâmetli dünya jandarmalığından, can çekişen zavallı bir duruma
düştü. Gelişmeler, ABD’nin bir daha o eski ve sömürüde “Dediğim dedik,
öttürdüğüm düdük” günlerine dönemeyeceğini göstermektedir.
Tabiat
boşluk kabul etmez; son istasyona, bir daha geri dönmemek üzere yaklaşan ABD’nin
geride bıraktığı boşluğu Türkiye dolduramaz mı? Neden olmasın? Önce Suriye, sonra
Akdeniz ve hâlen Libya’da kendini ispat eden Türkiye, muhteşem Osmanlı rûhuyla bu
boşluğu doldurmaya namzettir!