Ankara-Kerkük-Bağdat hattına sahip çıkmak: ABD-İran felâket konsorsiyumu Irak’tan elini çekmeli!

Irak, vekâlet savaşlarının hedefi veya göbeği olmamalı! Gerilimi ise İran tırmandırıyor. ABD’yi cezalandırmak için Irak’ı seçiyor. Fakat Irak’ın kaderi bu olmamalı! Iraklı yetkililer de ABD ve İran’ın oyununa gelmemeli, kaos ekmeğine yağ sürmemeliler. Bağdat’daki Süleymani saldırısı, coğrafyada İran ve Irak açısından “kontrollü gerginlikten doğrudan çatışmaya dönüşebilir”. ABD’nin bu hareketi, Orta Doğu’da oyunun kuralarını tamamen değiştirecek bir adımdır.

İNGİLİZCEDE “jungle” şeklinde yazılı Aryan menşeli bir kelime bulunur. Son yıllarda dilimize de entegre edilmeye çalışılan ve “cangıl” şeklinde telâffuz edilen bu kelimeyi, 1910’lu yılların sonlarında, bugünkü İran’ın Gilan bölgesinde birkaç etnik kimlikten kurulu bir grup şöyle kullanmıştı kendilerine verdikleri isim üzerinde: “Jangali”…

Evet, Jangali… “Orman Adamları” anlamına gelen bu isim, Gilan yerlileri, Kürtler, Ermeniler ve Alılardan oluşan grup tarafından bir ironi ile seçilmiş ve fazlasıyla benimsenmişti. Zira onlara böyle bakılıyordu. Jangali yani Orman Adamlarının amacı, Gilan’dan başlayarak İran’a yaymak istedikleri bir milis mücadelesiydi.

Gilan’da başlayan isyan hareketleri Tahran’a dayanmıştı. İdare, bölgenin geçmişten gelen Türk idaresinin devamı olan Kaçar Hanedanı elindeydi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden alınan destek, başkentte krizlere sebep oluyordu. Son eksiği bir adam tamamladı: Kazzag Birliği Komutanı Tuğgeneral Rıza Han…

Jangali’ye verdiği destekle Kaçar Hanedanı’na darbe yapan Rıza Han, darbeden dört yıl sonra, 1925’in sonunda, İran’da son hanedan döneminin ve Pehlevî Hanedanı’nın kurucusu olacaktı.

Rıza Han, evvelâ “Serdar-ı Sipahi” yani “Başkomutan” unvanı ile anılmayı tercih ederken, daha önce bölgeyi yöneten Türk ve Fars kökenli hanedanlara atıfla bölgenin asıl kökeninin Aryanlara ait olduğunu ve kendisinin de bir Aryan kimliği taşıdığını işaret ederek ülkesinin isminin “İran” olarak anılmasını istedi. Yani 1921 Darbesi ile yaşanan değişim sonunda, 1935 yılında “Persia” sona erdi ve “İran” ismi anılmaya başlandı. Serdar-ı Sipahi Rıza Han ise “Şah Rıza Pehlevî” olmuştu.

Ancak başlarken değinmediğimiz çok önemli bir detay vardı: Jangalileri Sovyetlerin desteklediğini belirtmiş, ancak Rıza Han’ı onlarla aynı hedefte buluşturan itici güce yer vermemiştik. Rıza Han’ı kullanan itici güç, İngiltere idi.

İngiltere, kendi dominyonu ve İran’ın komşusu olan Hindistan’a yakınlığı sebebiyle İran üzerinden Rusların Hindistan’a yol bulmalarını istemiyordu. Dolayısıyla Şah Rıza’dan ilk beklentisi, Sovyetleri bölgeden çıkarması oldu. Bunun yanında diğer bir istek de, Rıza Han kimliğiyle daha önce “İran Cumhuriyeti”ni kurmak isteyen Şah Rıza’dan monarşiyi bırakmaması idi. Zira ülkedeki Mollalar din sınıfını inşâ etmişlerdi ve İngilizler, olası bir cumhuriyet rejimi sebebiyle Mollalar üzerindeki baskı tipi etkiyi kaybetmek istemiyorlardı.

Şah Rıza önce Sovyet etkisini taşıyan Jangalilerin önünü kesti, ardından İngilizlere monarşiyi yaşatma sözü verdi. Bunun yanında komşularıyla da iyi geçinmek üzere saldırmazlık ve içişlerine karışmamak yönünde anlaşmalar yapıyordu. Bunlardan biri de, Türkiye Cumhuriyeti Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile imzaladığı Sâdâbad Paktı idi.

Şah Rıza Pehlevî, ülkesinde lâik, Aryanist, militarist ve anti-komünist bir rejim kurmuştu. Aryanist olmasına karşın Yahudilere hoşgörüyle bakan bir yapıya sahip olması sebebiyle Yahudiler, tarihte kendilerini koruyup kollayan Pers İmparatoru Kiros’a atıfla “İkinci Kiros” diye anmaya başladılar onu.

1931-1936 arası dönemde Şah Rıza, giderek Aryanist kimliğini öne çıkararak İngilizlerle yaptığı anlaşmayı çiğneme yoluna girdi. Önce İngiliz petrol şirketleriyle yapılan anlaşmaları tek taraflı feshetti. Hattâ bunun da öncesinde, Kraliyet Hava Yolları’na İran hava sahasını kapattı. Irkçı yönetimleriyle meşhur İtalyanlar ve Almanlar ile silah ve savunma ticaretine girişti. Bu süreçte Adolf Hitler’in peydahlandığı Almanya’da Aryanların üstün ırk oldukları söyleminin hızla yayılması, Şah Rıza’yı İngilizlerden kurtulma umudu olarak Almanlara itti.

1941 Ağustos’unda İngilizlerle Ruslar, Almanlara karşı İttifak Kuvvetleri olarak yan yana gelmişlerdi. İngilizler, Almanlara karşı İran üzerinden Ruslara mühimmat göndermek istiyorlardı. Almanlara yakın duran Şah Rıza, bu isteği reddetti. Bunun üzerine Ruslar ve İngilizler, İran’ı iki koldan işgale başladılar. Şah Rıza, ülkesinin yenilgisini kabul edip oğlu Muhammed Rıza’nın saltanatı sürdürmesine râzı olarak tahttan ayrıldı. Böylece İngilizler, ikinci kez İran’da taht sahibini değiştirmişlerdi.


Kötü durumda olan Ruslar Almanlarla Avrupa’da oyalanadursunlar, İngilizler bölgede Irak ile birlikte İran’ın da tek hâkimi konumundaydılar artık. Ancak dünya düzeni bu süreçte farklı bir yönelime girmiş, İkinci Dünya Savaşı bitmiş ve ABD, yeni duruma müdâhil olmuştu. Ruslarla iletişimi yalnız sosyalistler aracılığıyla olan İran’da petrol şirketleri ABD destekli hâle gelmiş, Şah Rıza ise yerini oğlu Muhammed Rıza’ya devretmişti. 

Şah Rıza’dan monarşiyi sürdürmesini isteyenler, oğlundan da aynını istediler. Şah Muhammed Rıza Pehlevî, lâiklik vurgusu üzerinde de fazlasıyla duruyordu. Aryanist geleneği yükseltmeyi de ihmâl etmeyen Şah, toprak reformu ile öncelikle Molla kitlesinin tepkisini çekti. Bu reform, ülkedeki sosyalistleri de tekrar ayaklandırmıştı. Şah, SAVAK gibi bir teşkilâtla ülkesini tam bir denetim altında tutmanın çabasına girişti. Ülkede her gün eylemler oluyor, günde onlarca kişi yaşamını kaybediyordu. Bu eylemlerde hayatını kaybedenler biri de, o günlerde sadece öğretmenlik yapan Ruhullah Humeyni’nin oğluydu.

Humeyni, eylemlerin taştığı bir süreçte önce Irak’a, ardından da Türkiye’ye geçti. Bu gidişler kimi kaynaklarda “sürgün” şeklinde işlenmiş olsa da monarşinin bizzat imza attığı bir karar değildi bu. Kaldı ki, sürgün oluşuna ilişkin konuşan kaynaklar, Irak günlerini es geçer ve doğrudan Türkiye’yi anarlar. Önce Ankara, sonra da Bursa’da yaklaşık bir buçuk yıl kalan Humeyni, buradan Paris’te yaklaşık 13 buçuk yılını bırakacağı Fransa’ya gider.

Humeyni’nin buradan geçiş yapmak istediği yer Fas’tır. Ancak uzak kaldığı ülkesi İran’da bambaşka şeyler olmaktadır. Molla sınıfı ile sosyalistler, monarşiye karşı şiddetli bir ayaklanma içine girmişlerdir. Şah Muhammed Rıza Pehlevî her haftasonu ABD’ye gitmekte, otoritesini yitirmektedir. Zira kanser olmuştur ve ABD’de tedavi olmaya çalışmaktadır. Petrol kaynaklarına zarar gelmesini istemeyen güçler, Mollalar ile sosyalistleri, saltanatı kendi ortak halk hareketleriyle bitirtme yoluna sevk ederler. Bu sırada Humeyni’yi de Avrupa ve ABD basını, dünya kamuoyuna her gün servis etmeye başlamıştır. Humeyni, doldurduğu kasetlerle Şah’a karşı intikam ve saltanatı devirme yönünde beyanlar verir, İran’daki halk da bu kasetleri dinleyerek motive olur.

İran’da Şah’a karşı iki gruptan biri Hasan Beni Sadr önderliğindeki sosyalistler, diğeri ise Ayetullah Şeriatmedârî tarafından bir anda “Ayetullah” unvanı verilen Ruhullah Humeyni önderdiğindeki Mollalardır. Beni Sadr’ın İran’da olmasına karşın, Humeyni Fransa’dadır. Humeyni’nin gelişi için son adım, ordudaki askerlerin de eylemlere katılması olur. Günde onlarca yaşanan can kaybı, artık yüzlere ulaşmaktadır. Bu durum üzerine Şah, tahtı bırakarak ülkesini terk etmeye hazırlanır.

Bu sırada bir hazırlık da Fransa’dadır. Humeyni’nin geleceğini öğrenen İranlılar sokakları doldurur. Şah Muhammed Rıza Pehlevî gider, Ayetullah Ruhullah Humeyni gelir. Mollalar ile sosyalistlerin gerçekleştirdiği işin sonuç kısmı için ortak bir ad belirlenmiştir: “İslâm Devrimi”…

İran yönetimi, Persî-Şiî yayılmacılık faaliyetleri sırasında, kaynaklarından elde ettiği kazancı halkı için harcamak yerine yayıldığı ülkelerde harcayarak ülke içinde halk tepkisi çekmektedir. Her sene yapılan uzun soluklu eylemlerin sonuncusu, birkaç ay önce başlayan benzin fiyatı protestolarıydı. İran bu iç gerilimini, Irak’a âdeta ihraç etti ve Merkezî Hükûmet’in bugün dahi bitiremediği Bağdat merkezli eylemler bütün Irak’ı sardı. Fakat bu durum Irak halkını artık öyle sıkıştırdı ki, “İran dışarı! Irak özgür kalacak!” sloganlarının atıldığı bir ortamda İran’ın Şia orijinli propagandası bir işe yaramaz oldu.

Büyük şeytanın desteği

1979’daki Devrim ile rejim kimliğinde tamamen değişen İran, devletinin ismini “İslâm Cumhuriyeti” şeklinde lânse ederek bu değişimin imajını da belirlemiştir. Şah’ın devrilmesine zemin hazırlarken petrol kaynaklarına zarar gelmesini istemeyen güçler, hem istediklerini almış, hem de isteneni vermişlerdir. Ancak bundan sonraki süreçte halkın dinamizminin ayakta tutulması için Şah’tan sonra onun vücût bulduğu yeni bir düşman belirlenmelidir. Bu, anlamda şeytan, ABD ve İsrail olarak işaret edilir.

ABD ve İsrail’e karşı doğrudan bir çatışmaya girmemek üzere belirlenen bu yeni konseptte, Molla üstün rejimin öncelikli ilerleme stratejisi Şia yayılmacılığı olur. Bu anlamda başvurduğu ilk adres, komşusu ve Şii kardeşlerinin yoğun bulunduğu Irak’tır.

Irak’ta iktidar olan Baas Partisi de sosyalist yapıda olmasına rağmen İran’daki sosyalistler sadece Cumhurbaşkanlığı ile yetiniyor, yayılmacılık idealinin gerisinde kalıyorlardı. İran’ın Şii yayılmacılık tehdidi sebebiyle Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak yönetimi, İran’ın bu düşüncesine karşı İran sınırlarında olup Sünnîlerin yoğun olarak yaşadıkları Huzistan’ı ele geçirme yönünde hedef belirledi ve 1980 yılında sınır ötesi harekât başlattı. Tam sekiz yıl süren savaşın kazananı ne İran, ne de Irak’tı. Kazanan, ABD ve İsrail oldu. Zira bu iki ülke, savaşan iki ülkeye savaş boyunca sürekli silah ve ekipman sattı.

Saddam Hüseyin neye güvendi?

Saddam Hüseyin, bu sekiz yıldaki kaybını Kuveyt’e girerek telâfi etme yoluna girmeye kalkıştı. Ancak Kuveyt’te petrol kaynaklarının vurulması ve bu kaynakların zayi olması korkusuyla ABD konuya müdâhil olarak “Körfez Operasyonu” adını verdiği hamleyle Irak’a saldırdı.

Burada ilginç bir detay var: Irak, İran-Irak Savaşı’nda ABD’nin öncelikli galip gelmesini istediği taraf olarak görünebilir. Ne de olsa İran, ABD’yi Humeyni’nin gelişiyle “büyük şeytan” ilân etmiştir. Ancak Irak, bu savaşta galip gelme noktasında ABD’den destek bulamadığı gibi, Kuveyt’e saldırısında da engelini görmüştür. Yani İran’a saldıran Saddam Hüseyin, ilk saldırı sırasında ABD’nin kendisine destek çıkacağını, hattâ müdahalenin İran’a olacağını düşünmüş olabilir. Ancak bu müdahale İran’a değil, kendisine olmuştur.

Zaten bu sürecin ardından Irak, İran ile ABD arasındaki gerginlikte yem olanın daima kendisi olacağını zamanla öğrenecektir. Bunun en keskin hattı, 2003 yılındaki ABD’nin ikinci Irak Operasyonu olur. Saddam Hüseyin devrilir ve yargılandığı dâvâda aldığı idam cezasının gerekçesi, yaptığı Şii katliamıdır. Hâlbuki o Türkmenlere ve Kürtlere de kastetmiş, hattâ PKK terör örgütü yapılanmasına alenî destek vermiştir. İdamı sırasında ipini çeken de, Iraklı Şii lider Mukteda El-Beni Sadr olur. Artık Irak için kaosun fitili ateşlenmiştir…


Kerkük’ü ve Haşdi Şabi’yi bugünkü kaosa hazırlamak

ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından, yönetim, ülkedeki Saddam Hüseyin aleyhtarı toplulukların sözcülerine pay edildi. Bu süreçte ABD’yi âdeta ülkeye çağıran ve kollayanlar bu paydan nasiplendiler. Şii Araplar ve Kürtler bu anlamda ABD ile anlaşmışlarken, Türkmenler, Saddam zulmüne maruz kalmalarına rağmen temsilde umursanmayan taraf oldular. Yetmedi, şehirleri basılarak nüfus ve tapu dairelerinde yağma ve yangın sabotajları gerçekleşti. Hatırlanacaktır, Musul, Süleymaniye, Telafer, Tuzhurmatu’da da yapılan bu yağmanın asıl sembolü Kerkük olmuştu. Barzani peşmergesiyle yağmalanan Kerkük’te bir de ABD askerî üssü kurulmuştu.

Irak’ın Türkmen yoğun şehirlerinde yağma, göçe zorlama ve dışarıdan Türkmen dışı göç alma işlemleri üzerine demografiyle oynanırken, Irak’ın bütününde ise Sünnî Araplar işkenceyle karşılaştılar. Saddam zulmünün bedelini masum çocuklara ve kadınlara ödetmeye kalkıştılar. Hapishaneler ve işkence odaları kuruldu, o zindanlar en azılı terör örgütlerinin doğuşuna âdeta karın edildiler.

Kuzeyde Bölgesel Kürt Yönetimi, Bağdat ve havalisinde de Merkezî Hükûmet’in etkin olduğu bir yapıyla idare edilen Irak’ın jandarması ABD, yönetimi ise İran yayılmacılık tutkusunu perçinleyen Şiiler olmuştu. Şia merkezli kaosun şiddetlendiği dönem, Merkezî Hükûmet’in Şii Başbakanı Nuri El-Maliki dönemiydi. Bu dönemde İran, Irak’taki etkisini sağlama almış, ülkede İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani, Haşdi Şabi adında silahlı bir Şii milis kuvveti kurarak ayaklanan Sünnî Araplara karşı Merkezî Hükûmet’e destek vermesi için örgütlemişti…

İsrail’in bir diğer hayâli, Tel Aviv’den Elat’a açacağı kanalla hem gemi, hem de tren taşımacılığı yaparak Akdeniz’den Kızıldeniz’e açılan yeni bir Süveyş kurmak ve Hindistan ile Çin’e ulaşan yeni bir ticaret yolu döşemek. Bu anlamda kuracağı bu kanalla Akdeniz’de çıkarmayı plânladığı doğal gazı da yine Hindistan ve Çin’e pazarlamayı düşünüyor. Fransız kontrolündeki Lübnan’ın tam da bu proje işlenirken yaşadığı kaosu ve Akdeniz’in kaynaklarından bîhaber kalması dikkat çekici değil mi? 

Dünyanın en korunaklı elçilik binasının işgali ve cevabı merak edilen sorular

Buraya kadar, son ABD-İran geriliminin daha kısa sürede anlaşılabilmesi için yüz yıl içindeki bazı detayları özetlemeye çalıştık. Bu anlamda karşımıza çıkan şu ki, ABD ile İran arasındaki yapay ve anlaşmalı husûmetin çarpışma sahası, Irak olmuştur. Sebebi, “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında Büyük İsrail’i kurmaktır ve bu projenin çizili haritasında Irak, fazlasıyla öncelikli önem arz eder.

İran, mezhebî düşünce ile Irak’ı karıştırmanın da ötesinde kaosa sürüklemek için ve her ihtimâle karşı ABD’yi kendi sınırlarından uzakta tutmak maksadıyla Irak’ta etkindir ve bu ülkeyi hedef seçmiştir. İran bunu, Yemen’de, Lübnan’da ve Suriye’de de yapmıştır, yapmaktadır.

Ancak İran yönetimi, Persî-Şiî yayılmacılık faaliyetleri sırasında, kaynaklarından elde ettiği kazancı halkı için harcamak yerine yayıldığı ülkelerde harcayarak ülke içinde halk tepkisi çekmektedir. Her sene yapılan uzun soluklu eylemlerin sonuncusu, birkaç ay önce başlayan benzin fiyatı protestolarıydı. İran bu iç gerilimini, Irak’a âdeta ihraç etti ve Merkezî Hükûmet’in bugün dahi bitiremediği Bağdat merkezli eylemler bütün Irak’ı sardı. Fakat bu durum Irak halkını artık öyle sıkıştırdı ki, “İran dışarı! Irak özgür kalacak!” sloganlarının atıldığı bir ortamda İran’ın Şia orijinli propagandası bir işe yaramaz oldu.

İşte tam bu süreçte bir şey yaşandı!

Derin bir detaydır, İran ile ABD arasındaki gizli iletişimler, ABD’yi yöneten gücün Demokratlar olduğu döneme rastlar. Humeyni’nin Fransa’dan gelip de Devrim’in gerçekleştiği dönemde de, Irak’ın Şii yöneticilere bırakıldığı süreçte de ABD’yi Demokratların Başkanları idare etmişlerdir. Bölgede İran ile çatışansa, zamanında İran’ı da işgal edip Şah yönetimlerinin dizginlerini elinde tutan İngiltere’ye bağlılıklarıyla bilinen Cumhuriyetçiler olmuştur.

Beyaz Saray’a çıktığı ilk günden itibaren İran’a tehditler savuran Cumhuriyetçi ABD Başkanı Donald Trump, önceki Demokrat (Obama) yönetimine karşın Irak’tan çekilmeyeceğini ve ABD çıkarlarını savunacağını defaatle ifade etmişti. Kasım Süleymani’nin kurup taşere ettiği Haşdi Şabi terör örgütü, Kerkük’teki ABD askerî üssüne saldırınca, ABD de Haşdi Şabi’nin yine bu şehirdeki kamplarından birini bombaladı.

Bu noktada fark edilmelidir ki, daha önce 1980-1988 arasında İran üzerinde fazlasıyla etkin olan ABD, bu noktadan itibaren de etkinliğini göstermeye başlamış ve İran da kendi iç problemlerini yansıtacağı daha geniş bir alan bulmuştur. Zira kampları bombalanıp da ağır kayıplar veren Haşdi Şabi militanları, büyük bir nefret ve üzüntü hissiyle binlerce kişi olarak toplanıp Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğine yürümeye başladı.

ABD Bağdat Büyükelçiliği, dünyanın en sağlam korunan, üç katmandan oluşan avlusuyla geniş bir yerleşkede kuruludur ve Bağdat’ta işgalin başladığı yıl oluşturulan özel güvenlikli “Yeşil Bölge”de yer alır. Ancak Haşdi Şabi militanlarının girip de Elçilik yerleşkesine gelmelerine kadar Irak Emniyeti veya Ordusundan hiçbir ekip, bu yürüyüşün önüne geçmemiştir. Üç duvar da aşılmış, Elçilik merkezi militanlar tarafından basılmıştır. Ve bir detay daha: Yerleşkedeki ABD personeli, iki önce tüm binaları boşaltmıştır.

Evet, tüm bunlar koskoca bir soru işaretidir!

Peki, söz konusu çatışma için neden Kerkük seçilmiş olabilir? Cevabı, 2017 yılında İsrail’in 1934’ten beri hayâlini kurduğu Kerkük-Hayfa Petrol Boru Hattı’nın yeniden proje anlamında canlandırılması olabilir mi? Ve Golan’a yeni ismini veren Trump’un amacı, bu anlamda ABD’nin Irak’tan çıkmamasını garanti etmek olabilir mi? Öyle kuvvetli bir ihtimâl ki bu…

Bu arada İsrail’in bir diğer hayâli, Tel Aviv’den Elat’a açacağı kanalla hem gemi, hem de tren taşımacılığı yaparak Akdeniz’den Kızıldeniz’e açılan yeni bir Süveyş kurmak ve Hindistan ile Çin’e ulaşan yeni bir ticaret yolu döşemek. Bu anlamda kuracağı bu kanalla Akdeniz’de çıkarmayı plânladığı doğal gazı da yine Hindistan ve Çin’e pazarlamayı düşünüyor. Fransız kontrolündeki Lübnan’ın tam da bu proje işlenirken yaşadığı kaosu ve Akdeniz’in kaynaklarından bîhaber kalması dikkat çekici değil mi? Süveyş Kanalı’nın öneminin tamamen sıfıra ineceğini kolaylıkla bizler düşünürken, darbeci bir yönetimin varlığının Mısır’daki hâkimiyetini görmemek mümkün mü?

Tüm bu kaos plânlı şekilde işlerken, Irak’ta Persî-Şiî yayılmacılığı politikasından Şiî Iraklılar bile usanmışken yapılan son hamle ise, Haşdi Şabi gibi birçok örgütü organize eden ve İran için çok mühim biri olarak doğrudan İran Rehber’ine bağlı olan Kasım Süleymani, yanındaki Haşdi Şabi elebaşlarından Mehdi El-Mühendis ile birlikte Bağdat’ta ABD’nin SİHA’lı saldırısıyla öldürüldü.

Süleymani’nin ölümü, ABD ve İran’ın bu süreci çok daha geniş bir alanda yürütebilmesi için zemin hazırladı. Çünkü Irak’ta da, İran’da da Süleymani üzerinden yeniden bir Şiî toplumsal birliği oluşturulabilir, ABD’de de bölgedeki tehdit dilini geliştirebilirdi. Hattâ bu durumu İran açısından kuvvetlendirmesi açısından hem bir Haşdi Şabi üst yöneticisi, hem de Irak’ta silahlı bir grup olan Bedir Tugayı’nın lideri olan Hadi El-Emiri, İran’ın Irak’taki varlığını savundu. Emiri, Saddam’a karşı mücadele zamanına da atıfta bulunarak, “O zamanlar İran bizi destekledi, şimdi de İran, Irak’ı destekliyor. Eğer İran yardım etmeseydi, IŞİD şimdi Bağdat’ta olurdu” dedi.

Bugün Bedir Tugayı, Saddam sonrası dönemde ülkenin en korkunç Şii milis topluluklarından biri olarak hafif silahlara, roket ve tanklara erişim sağlayabilen, 10 bin militana sahip bir İran destekçisi…

Süleymani nasıl sembol hâline geldi?

Kudüs Gücü lideri Kasım Süleymani kimdi? Neden hedef oldu?

Önce Kudüs Gücü’ne bakalım…

Kudüs Gücü, İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı özel kuvvetlerdir. Yurtdışı operasyonlar için doğrudan Ayetullah Ali Hamaney’den emir almaktadır. Komutanı, Korgeneral Kasım Süleymani idi. 2007 yılında yaklaşık 15 bin askerden teşekkül ettirildi.

Gelelim Süleymani’ye… Kasım Süleymani’yi meşhur kılan, onun gerçekleştirdiği birkaç operasyondur. Süleymani, ABD’nin insansız hava aracını düşürdü; Suudi Arabistan’ın petrol tesislerine saldırdı; Amerikan üssüne saldırıp bir Amerikalı müteahhidi öldürdü; ABD Büyükelçiliği’ne saldırı organize etti…

Tüm bunları gerçekleştiren Süleymani, âdeta yenilmez olduğunu düşündü. İran ordusunun en önemli yöneticilerinden ve üst düzey komutanlarından birinin ABD tarafından öldürülmesi, İran ve ABD arasındaki gerilimin çok daha ciddî boyutlara ulaşabileceğini gösteriyor.

Sonuç

Irak, vekâlet savaşlarının hedefi veya göbeği olmamalı! Gerilimi ise İran tırmandırıyor. ABD’yi cezalandırmak için Irak’ı seçiyor. Fakat Irak’ın kaderi bu olmamalı! Iraklı yetkililer de ABD ve İran’ın oyununa gelmemeli, kaos ekmeğine yağ sürmemeliler. Bağdat’daki Süleymani saldırısı, coğrafyada İran ve Irak açısından “kontrollü gerginlikten doğrudan çatışmaya dönüşebilir”. ABD’nin bu hareketi, Orta Doğu’da oyunun kuralarını tamamen değiştirecek bir adımdır.

Suriye’de görüldü ki, DEAŞ’ın vurmadığı iki ülke var: İran ve İsrail.. Irak’ın da bunu görmesi şarttır. Oynanan oyunun büyüklüğünü görmek için sadece bu bile kâfidir!


-----------------

*Emekli Tuğgeneral