
Devlet ve kamu indinde “aile” meselesi
TÜRKİYE’de önemli değerleri toplumun tarihî, kültürel ve sosyal yapısı ile şekillenir. Bunlar aile ve dayanışma, misafirperverlik, saygı/hürmet, vatanseverlik ve millî birlik, din ve maneviyat, adalet ve dürüstlük, çalışkanlık ve üretkenlik, kültürel gelenekler ve hoşgörü olarak sınıflandırılabilir.
Ailenin birbiriyle dayanışması, bu topraklara ait en büyük hasletlerdendir. Aile, Türk toplumunun temel taşıdır. Aile demek, bir insanın en yakınında durmak yani çektiği acıyı en yakından görüp kendi içinde hissetmek demektir. Aile, medeniyetimizin kalbi, toplumsal birliğimizin ve değerlerimizin temel taşıdır. Bu topraklarda bizi güçlü bir şekilde var eden, her zaman aile bağlarımızın gücü, saygı, sevgi ve dayanışma kültürümüzdür.
Sevgi, dayanışma ve adaletin hâkim olduğu ailelerin varlığı, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük değerdir. Bu, “Ne ekersen onu biçersin” atasözü misalidir; ailede ekilen tohumlar o ailenin geleceği, ailenin geleceği ise ülkenin istikbâlidir. Bugün dünyada kültür savaşlarının yaşandığı, ahlâkî değerlerin tartışmaya açıldığı süreçte bizim toplumsal diriliş ve ahlâkî yükselişi inşâ etmemiz, olmazsa olmaz bir vazife olmalıdır. Hatta evvelâ aile müessesimizi, sokulmaya çalışıldığı bitkisel hayattan çıkarmak gibi bir zaruretimiz var. Sağımıza solumuza, arkamıza önümüze baktığımızda bu gerçeği görüyoruz. Çünkü toplum olarak sürüklenmeye çalışılan yol, yol değil.
Bilge lider Aliya İzzetbegoviç, “Ailenin küçültülmesi ve parçalanmasının sonucunda çocuk bakım evlerinde anasız babasız çocuklar, huzur evlerinde ise çocuksuz ebeveynler, uygarlığın harikulâde bir ürünü olarak yaşamaktadır; anne ve aile dine, bakıcı ve bakımevleri ise uygarlığa aittir” diyor. Oldukça manidar, adeta kıssa gibi. Hissemizi almalıyız.
İmzalanan uluslararası sözleşmeler, yalnızca kadını merkeze alan politikalar, bireysel hak ve özgürlükler adına zinanın ve cinsel sapkınlıkların serbest olması ve propagandasının yapılması, TV ekranlarında 85 milyonun önünde aile mahremiyetinin ayaklar altına alınması ve çarpık ilişkilerin, suçların ve ahlâksızlıkların deşifre edilmesi, 6284 sayılı kanunun oluşturduğu mağduriyetler, süresiz nafaka uygulaması ve daha birçok sebeple yıllardır aile kurumumuz hızlı bir şekilde kan kaybetmektedir. Acı, ama gerçek budur. Bu uyarıları yapmak sadece ülkeyi yönetenlerin görevi değil, bütün aile büyüklerinin de yarını teslim edeceği evlatlarına vereceği bir ders niteliğine sahiptir.
Türkiye’nin doğurganlık hızı, tarihimizde ilk kez 1,48’e gerilemiş durumda. Bu bir felâket.Bu rakam, kritik eşik olan 2,1’in çok altında bir seviyedir. İster iktidar, ister muhalefet olsun, hiç kimse buna kayıtsız kalamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2026-2035 dönemini “Aile ve Nüfus 10 Yılı” ilân etmesi, bu yıl doğacak çocuklar için çocuk sayısına göre artan destek paketleri sunduklarını açıklaması ve 28 Mayıs’ta doğum yardımı ödemelerini toplu olarak 163 bin 295 haneye yaklaşık 1,2 milyar liralık ödeme ile gerçekleştirmesi çok ama çok anlamlı ve önemlidir. Bu verilere bağlı olarak her defasında, “Oluşan düşük nüfus artışı devletin bekasının tehlikeye sokar” şeklindeki uyarısı da çok ama çok önemli.
Toplumda yüksek sesle konuşulan aileyi zayıflatan en büyük unsurların başında, dünyevileşerek bencilleşen insanın aileyi ayak bağı olarak görmesi, sosyal normların bozulması, aileyi koruyan surların yıkılması ve “Aile değil, birey kutsaldır” anlayışı gösterilebilir. Oysa Hazreti Âdem Babamız ve Hazreti Havva Validemizden beri aile müessesesi vardır, hep olagelmiştir. Bireyi topluma hazırlayan yegâne kurum olan ailenin korunup güçlendirilmesi bu yüzden Büyük Türkiye’nin inşâsında hayatî önem taşımaktadır.
Her fırsatta dile getirdiği üzere aileyi ve nüfusumuzu çokça önemseyen Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, bu konuya şöyle bakıyor:
“On binlerce yıldır insanlar aile ortamında dünyaya gözlerini açmış, hayatı ilk orada öğrenmiş, ömürlerini bu şekilde idame ettirmiştir. Kadın ve erkekten oluşan aile müessesesi, insan neslinin devamı için de vazgeçilmez bir role sahiptir. Dolayısıyla aile, toplumu hem ayakta, hem de bir arada huzur, güven, dayanışma ve kardeşlik içinde tutan bir çimentodur. Aile, huzur bulduğumuz, güven bulduğumuz ve kendimizi bulduğumuz en korunaklı limanımızdır.
Aile, fertleri bir arada tuttuğu kadar, istikbâlimizin teminatı olan çocukların da doğduğu, büyüdüğü, ilk eğitimlerini aldığı müşfik bir yuvadır. Tüm bunlarla birlikte aile, kadını koruyan, çocuğu büyüten, sosyalleştiren, insanı yaşatan bir yapıdır. Bakınız, tarih bize şu hakikati defalarca göstermiştir: Modernleşmeyi ailesizleşme ve yalnızlaşma gibi iki kavram üzerine bina eden anlayışın bireye de, topluma da huzur vermesi mümkün değildir.”
Bu anlamlı cümleler üzerine denilebilir ki, “Aileyi savunmak, insanı savunmaktır. Aileyi korumak, toplumu yaşatmaktır. Aileyi büyütmek, geleceği inşâ etmektir”.
Dünyada teknolojinin körüklediği büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Bu değişim dalgasının hızlandırdığı küreselleşme ve modernleşme, toplumun temeli olan aile kurumunu da dönüştürüyor. Hayatımızın her alanda dijitalleşmesiyle birlikte, aile mefhumu başta olmak üzere birçok geleneksel kurum da anlam kaybına uğruyor. İnsanî değerler zayıflarken, toplum merkezli anlayışın yerini benmerkezci zihniyet alıyor. Kaldı ki neslimizi, popüler kültürün etkisiyle aileyi ve toplum sağlığını hedef alan LGBT dayatması başta olmak üzere, her türlü bozucu ve sapkın hedonist yaklaşıma karşı hep birlikte korumalıyız.
Aile bağlarımızın sağlamlığı ve dayanıklılığı sayesinde asırlardır bu topraklarda özgürce var olduk, bütün tehditleri başarıyla bertaraf ettik. Yine bu sayede tüm insanların gıptayla baktığı medeniyetler inşâ ettik. Milletçe bizi “Türkiye Yüzyılı” ülkümüze taşıyacak en muhkem köprümüz yine aile olacaktır. Aile, küresel emperyalizm karşısında en korunaklı limanımız, en sağlam kalemiz, aşılmaz ve yıkılmaz bendimizdir.
Memleketimde vatan sevgisi ve millî birlik, millî mücadele ve bağımsızlık ruhumuzu yansıtan güçlü bir değerdir. Bayrak, İstiklâl Marşı ve ortak tarih, bu duyguyu pekiştirir.
Kültür: En vazgeçilemez liman
Gelelim kültür meselemize…
Kültürümüzde misafire, misafirperverliğe büyük önem verilir. Ukbe Bin Âmir’in naklettiğine göre, Hazreti Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Misafir ağırlamayan kimsede hayır yoktur.” (İbn Hanbel, IV, 157)
Ceddimiz Osmanlı’da, iftar davetine gelen konuklara “diş kirası” adıyla para ve çeşitli hediyeler verilirdi. Gerekçesi, konukların ev sahibine sevap kazandırmak için zahmet buyurmuş olmasıydı. İnsanlığa misafirperverlik adına ders verecek kadar yücelmiş bir toplumduk. Yurtdışında yaşayan dostlarımızdan Alman misafirperverliğini ise şöyle işittik: “Biz yemek yiyeceğiz, sen kendi evine git!”
Hatta Batı’da misafiri evden kovmanın normal olduğunu, hatta ve hatta Hollandalıların eve gelen misafirden verdikleri yemeğin parasını istediklerini duymuştum. Ancak bizde de zaman içerisinde görkemli menü hazırlama takıntısı, misafirliklerin ruhunu yok etti. Bu kompleks misafirliği hayli külfetli hâle soktuğu için misafir ağırlamanın yerini “misafirden ağırlanma” aldı. Oysa meclisleri güzelleştiren çeşit çeşit börekler değil, samimiyet dolu yüreklerdir. Misafir ağırlamanın sünneti, evde ne pişiyorsa onu paylaşmaktı, misafir geliyor diye ortalığı ayağa kaldırmak değil.
Geleneksel sofralardaki şatafat, bardağa pembe kurdele, çay bardağına mandal takmak nereden çıktı, hangi kültürden içimize sıçradı, bilmiyorum. Misafirlik, misafir olacağı evin imkân ve şartlarını zorlamadan, tabiî şekilde, Anadolu tabiriyle “Allah ne verdiyse”, gönül huzuruyla ve meşakkatsiz olandır. Örneğin Arapçada “Hoş geldiniz” demek olan “Ehlen ve sehlen” ifadesi, “ehl/hane halkı” ve “kolay” anlamındaki iki kelimeden oluşur. Bu ifadeyle misafire şu mesaj verilir: “Siz bizim hane halkımız gibisiniz. Sizi ağırlamak ve ikramda bulunmak bize hiç zor gelmez.” Kaldı mı bu ruh?
Yaşlılara, öğretmenlere, otorite figürlerine ve geleneklere saygı ve hürmet göstermek, toplumsal düzenin bir parçası olarak görülür. Saygı, bir kişiye, değere veya duruma karşı duyulan takdir ve özenli davranışı ifade ederken; hürmetse daha çok içten bir bağlılık ve minnetin daha yoğun bir biçimini yansıtır. Bu iki kavram, Türk kültüründeki insan ilişkilerinde, özellikle büyüklere, kutsal değerlere karşı gösterilen tutumda önemli yer tutar. Yaşlı birine otobüste yer vermek veya sözünü kesmeden dinlemek, ders sırasında öğretmenin sözünü dikkatle dinlemek ve sınıfta kurallara uymak, millî bayramlarda İstiklâl Marşı’na saygı göstermek, bir tartışmada karşı tarafın fikirlerine hakaret etmeden ve sakin şekilde yanıt vermek, piknik sonrası çevreyi temiz bırakmak, ağaçlara veya hayvanlara zarar vermemek çok mu zor? İşte bunlar bizi biz yapan, yarınlara taşıyacak olan en güzel ve kolay yaklaşımlar değil mi?
Bayramlarda büyükanne ve büyükbabanın elini öperek hayır dualarını almak, camide ibadet ederken sessiz olmak ve kutsal mekânların ruhunu incitmemek, meslek öğrenirken ustanın tecrübesine değer vererek onun öğretilerine sadık kalmak, cenaze törenlerinde saygılı bir şekilde bulunmak ve merhumun anısına uygun davranmak, tarihî bir mekân veya anıtta o yerin manevî değerine uygun şekilde hareket etmek de saygı ve hürmetin günlük yaşamda nasıl kolayca uygulandığını gösterir. Peki, kendimizi bu yönde test ediyor muyuz? Bu manzaranın neresinde özellikle genç neslimiz? Bu duyguyu bizler yarını emanet edeceğimiz, bizi rahmetle anmalarını bekleyeceğimiz evlatlarımıza verebiliyor muyuz? Üzerimizde aile büyükleri olarak büyük bir yük olduğunu unutmayalım. Zira ne ekersek onu biçeceğiz. Yüce Allah’ın huzurunda ne denli sorumlu olacağımızı iyi düşünelim.
“Vatan aşkı maya gibidir”
Ailesine ve kültürüne sahip çıkanın vatanına nasıl sahip çıkacağını anlatmaya gerek yoktur aslında. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu diyordu ki, “Vatan aşkı maya gibidir, sütü bozuklarda tutmaz”. Aile ve kültür gibi, vatan aşkı da milletin varoluşu ve devletin bekâsı için çok önemlidir.
Memleketimde vatan sevgisi ve millî birlik, millî mücadele ve bağımsızlık ruhumuzu yansıtan güçlü bir değerdir. Bayrak, İstiklâl Marşı ve ortak tarih, bu duyguyu pekiştirir. Ömrünü vatan, devlet, millet, bayrak ve mukaddes değerler uğruna feda eden şehitlerimiz ve gazilerimiz bu toprakların temel taşıdır. Kutsal olansa vatandır.
Devlet, halkın bir araya gelip oluşturduğu hizmet kurumudur. Vatan sevgisi ise kişinin doğduğu, büyüdüğü veya bağlılık hissettiği ülkeye karşı duyduğu derin sevgi, sadakat ve sorumluluk duygusudur. Biz Türklerde vatan sevgisi, tarih boyunca önemli bir değer olmuş, bağımsızlık, birlik ve fedakârlık gibi kavramlarla sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bu duygu, yurttaşları vatanı koruma, geliştirme ve onun değerlerine sahip çıkma yönünde motive eder. Vatanı korumak için askerlik yapmak veya zor durumlarda gönüllü olarak ülkeye hizmet etmek, şehitlik, “Tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek millet” gibi kırmızı çizgilerimiz ilelebet bu vatanın temel taşlarıdır.
Vatanın doğal güzelliklerini korumak için çevre temizliğine özen göstermek veya ağaç dikme kampanyalarına katılmak, tarihî eserlere sahip çıkmak, yerel gelenekleri ve kültürü gelecek nesillere aktarmak, deprem gibi felâketlerde dayanışma göstermek, bizi biz yapan değerlerdir. Buradan bakınca vatan sevgisi, sadece sözle değil, eylemlerle de göstermemiz gereken bir duygudur. 15 Temmuz hain darbe girişimi gecesi milletimizin sahaya inerek darbecilerin önüne çıkması, tankların önüne yatması, mermilere göğüs germesi ve darbeyi bertaraf etmesi, başka hangi millete nasip olabilir ki? İşte biz buyuz!
Bizi biz yapan unsur: Din ve maneviyat
İslâm, toplumumuzun çoğunluğunun dini olup bayram, oruç, namaz gibi ibadetlerin yanı sıra toplumsal ve ahlâkî değerler (doğruluk, dürüstlük, yardımseverlik) ise hayatın önemli birer parçasıdır. Din ve maneviyat, insan hayatında anlam, ahlâk ve iç huzur arayışının temel taşlarından biridir. Kültürümüzde genellikle İslâm diniyle şekillenmiş olsa da bireysel ve toplumsal değerlerde geniş bir yelpazede kendini gösterir.
Din belirli bir inanç sistemi, ibadetler ve kurallar çerçevesinde şekillenirken, maneviyatsa daha geniş bir kavram olarak insanın içsel arayışını, anlam bulma çabasını ve evrensel değerlerle bağlantısını ifade eder. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek veya hacca gitmek gibi İslâm’ın şartlarından birkaçını yerine getirmek, Ramazan ve Kurban Bayramlarında akraba ziyaretleri yapmak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve dayanışma göstermek ya da dua ile içsel dinginlik bulmak, bin yıldır bu toprakların tarihinde hamurunda ve yaşantısında hep vardı, var olacak.
Dürüstlük, yardımseverlik ve adalet gibi dinî ve manevî ilkeleri günlük hayatta uygulamak, camilerde veya sivil toplum kuruluşlarında ihtiyaç sahiplerine destek olmak “dinî ve manevî bir sorumluluk” olarak görülürse de aslında bizim yaşam kaynağımızdır. Vatan sevgisi dahi Türk kültüründe din ve maneviyatla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Örneğin, vatan için yapılan fedakârlıklar (şehitlik gibi) hem dinî, hem de manevî bir anlam taşır. İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinde bu birliktelik güçlü bir şekilde hissedilir: “Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli-/ Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Adalet ve dürüstlük, toplumun temel taşlarıdır. Toplumda adil olmak, sözünde durmak ve güvenilirlik hem bireysel, hem de sosyal ilişkilerde temel beklentilerdir. Adalet, herkese eşit ve hak ettiği şekilde davranmayı; dürüstlük ise doğruyu söylemeyi ve ahlâkî ilkelerden ödün vermemeyi ifade eder. Bu iki değer, güvenin ve huzurun temelini oluşturur. Tarihimiz bu iki hasletin varlığı nedeniyle cihanşümul birçok imparatorluk kurduğumuzu gösterir. Bizans halkı dahi İstanbul’un Fethi öncesinde, “Şehirde Lâtin külâhı görmektense Türk sarığını yeğlerim” diyerek bunu veciz biçimde ifade etmiştir. Bu sözü Notaras’a, Ortodoksların 150 yıldır şahit oldukları ve dönemine göre çok ileri bir anlayış olan Osmanlı tecrübesi söyletmişti. Osmanlı Beyliği, kurulduktan sonra fethettiği bölgelerdeki halkın dinine karışmamış, onlara ibadet özgürlüğü vermişti. Balkanlarda Ortodoks bölgeleri ele geçiren Venedik ve Macarlar ise Katolikliği de yanlarında getirmişlerdi. Bu yüzden Balkanlardaki Ortodokslar Osmanlı yönetimini, Katolik Macar ve Venediklilere tercih etmişlerdi. Aynı durum Bizans’ta da gerçekleşmişti. Türk tarihinde nice devletler ve milletler, savaşsız bir şekilde Türk’ün adaletine olan hayranlık nedeni ile kalelerinin anahtarlarını teslim etmişler ve yönetimi kabul etmişlerdir.
Uygarlığın ölçüsü adalettir. Adalet yoksa, dininizin, ideolojinizin, zevk ve refahınızın hiçbir kıymeti yoktur. Adaletin olmadığı yerde ikiyüzlülük, aldatma, hile, şiddet ve barbarlık vardır.
En sivil değer: Emek
Ya emek, çalışmak? Bir yerde aile varsa, orada emek olmalı, helâl lokma olmalıdır. Türk kültüründe emeğe ve çalışmaya değer verilir. Çalışkanlık, bireyin ve toplumun refahı için önemli görülür.
Çalışkanlık ve üretkenlik, birbiriyle bağlantılı ancak farklı kavramlar. Çalışkanlık, bir işte çaba harcama, disiplinli ve düzenli çalışma alışkanlığıdır. Üretkenlik ise bu çabanın sonucunda ortaya çıkan verim yani harcanan zaman ve enerjiyle elde edilen somut çıktılardır. Sürekli ve kararlı bir şekilde çalışmak “çalışkanlık” olarak ifade edilse de üretkenlik, çalışkanlığın sonucunda ne kadar etkili ve değerli sonuçlar elde edildiğiyle ilgilidir. Çalışkanlık “bir işte uzun süre durmak” olabilir ama bu her zaman verimli sonuçlar doğurmaz. Meselâ aynı konuyu tekrar tekrar okumak çalışkanlıktır ama yeni bir şey öğrenmeye imkân vermiyorsa üretken değildir. Üretkenlik için çalışkanlık önemli bir temel olsa da doğru yöntemler, plânlama ve odaklanma gerekir.
Farklı etnik ve dinî grupların bir arada yaşadığı Türkiye’de, hoşgörü ve kültürel çeşitliliğe saygı önemli bir değerdir. Geleneksel sanatlar, yemek kültürü ve folklor da bu değerlerin bir yansımasıdır. Bu değerler, bölgesel ve bireysel farklılıklara göre değişse de genel olarak Türk toplumunun kimliğini şekillendiren temel unsurlardır.
Sevgili dostlar, bizi biz yapan millî ve manevî değerlerimizi yaşatmaya devam ettiğimiz müddetçe, bu değerleri gelecek nesillere yaşatacak şekilde aktardığımız takdirde bu milletin ve bu devletin sırtı yere gelmez. Unutmayın, “hayır dua” almak gibisi yok. Ne mutlu geçmişini hayırla yâd eden milletlere!
Geçmişin izlerini silmek mümkün değil, onlar kimliğimizin birer parçası. Özlenen geçmiş, bugüne ışık tutan bir hazine gibi. Geçmiş, bir hikâye kitabıdır ve okudukça ders alınır. Bu derse bugün çok ihtiyacımız olduğu aşikâr. Dün, bugünün öğretmenidir. Geçmişin imzası, geleceğin rehberi olmaya devam edecektir.