
KUR’ÂN “hayat kitabı” olup, insanları hedefe ulaştıran yegâne kılavuzdur. Merhum Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy diyor ya, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır/ Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır/ Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân’ın/ Ne irfanın kalır tesiri katiyen, ne vicdanın”.
Genel kabule göre ahlâkın temeli ve kaynağı dindir. Her toplumun din ve inançları, ona birtakım davranış, düşünüş ve uygulamaları Allah/Tanrı/Yaratıcı/vicdan adına emreder ya da tavsiye eder. Dindar, kısa tanımıyla, “inandığı dinin gereklerini yerine getiren kişiye” denilir. Bunu İslam kaynakları açısından ele alırsak şöyle açıklayabiliriz: Kur’ân’da, bugün Türkçede kullanılan “dindar” kelimesinin tam karşılığı yokken, buna mukabil “takva” kavramı bulunmaktadır.
Takva “Allah’tan sakınmak” anlamına gelmekte ve “Allah’tan sakınarak, O’nun sevgisini ve merhametini kaybetme korkusuyla günahtan elini ve dilini çekmek” anlamına gelmektedir. Bunu gerçekleştiren kişi ise muttaki yani “takva sahibi”, “kâmil insan” olur.
Esasen dindar kişi yerine “kâmil insan” demek daha doğru olur. Riyâkârlık (gösteriş) ile dindarlık ve takva asla bir arada bulunamaz. İnsanlarla ilişkilerimizde, Hazreti Ömer’e ait “İnsanların ibadetlerine değil, ahlâklarına bakmalı” düsturuyla hareket etmek gerekir. Zira dindarlığın sahtesi olur, ancak ahlâkın sahtesi olmaz; olsa da kendini hemen ele verir. O hâlde kişi, sözü ve davranışlarıyla kul hakkına (insan hakkı) uyup uymadığını ortaya koyar. Ahlâkî zaafları olan bir kişinin öncelikle dinine de zarar verdiğini unutmamak gerekir.
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Hazreti Peygamber’in bu sözünü iyi anlamak gerekir. “Namazı, orucu ve diğer ibadetleri tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuyor ve bir bakıma ahlâkı ibadetlere önceliyor. Yanisi şu ki; dindarlık Türkçede “dinine düşkün olma” durumunu tanımlarken, takva ise “Allah’tan sakınma” hâlini açıklar ve dolayısıyla bu, “inandığı dinin gereklerini yerine getirme hususunda hassas kişi” anlamına gelir. Bunun kesin bir ölçüsünü ortaya koymak zordur.
Bir kişinin riyakâr olup olmadığını anlamak kolay değildir. Din ahlâk üzerine inşâ edilmiştir. Çünkü hayatı tesis eder. Ahlâkın yıkıldığı bir toplumda her şey yıkılır. Elbette ahlâk sadece dindarlara değil, herkese lâzımdır. Her insan kendisi için kutsal olan neyse onun üzerinden ahlâkını tesis eder. Din, ahlâksızlığı emretmez, hatta yasaklar. Diğer bir ifadeyle dindarlık, ahlâklı olmanın garantisi değildir. Peygamberlerin insanlığa öğrettikleri en önemli düstur, “Kork Allah’tan korkmayandan, korkma Allah’tan korkandan!” şeklindedir. Allah’a, Yaratıcısına, Tanrı’ya hesap verme duygusunu taşıyan her insan için ahlâklı yaşamak bir ödevdir.
Ahlâkın içine hayata dair her şey girer. Liyakat, düzenli yaşamak, itidâlli olmak, saldırgan ve ayrıştırıcı (fitneci) olmamak, insanlarla alay etmemek ve bunun gibi pek çok konu buna dâhildir. Ahlâkın öncelemediği bir eğitim sistemi, kendisine, ailesine ve ülkesine faydalı bireyler yetiştiremediği gibi, bilakis suç işleyen fertler de yetiştirir.
Ahlâklı olmak, her şeyden önce eğitimli, sorumluluk sahibi ve yasalara saygılı olmak bilinciyle mümkündür.
Kur’ân “hayat kitabı” olup, insanları hedefe ulaştıran yegâne kılavuzdur. Kur’ân’ı anlamak sadece Arapçayı anlamakla değil, belki hayatı anlamakla mümkündür. Unutmayın ki, bütünleşmenin yolu Kur’ân’dan geçer.
Ahlâkla yaşamak
Sevgili dostlar, insana ahlâkı ve şahsiyetini asıl veren yer, onun yakın çevresidir. Ailesindeki büyükler, okuldaki öğretmenleri ve birlikte bulunduğu arkadaşları… Ancak iş ahlâkını ve toplumsal ahlâkı yerleştirmiş toplumlar kalkınırlar. Liyakatsiz işe yerleştirme ve atamaların olduğu ve yaygınlaştığı, hukukun üstünlüğünün olmadığı toplumlar sefalete ve ayrışmaya mahkûmdurlar. Ahlâk ve hukukun egemen olduğu toplumlarda deprem, sel ve benzeri felâketlere yol açan ihmâller ya olmaz ya da çok az olur. Bu açıdan bakıldığında, fert ve toplum olarak kurtuluşumuz ahlâk ve liyakat temelli bir bakış açısının yanında iş yapma becerisiyle mümkün olacaktır.
İnsanlar dinlerin ya da inandıkları dinlerin dediğinin aksini eyliyorlar. Oysa inanmak, dış dünyadaki kötülüklerle aramıza (deyim yerindeyse) kalın bir perde çekmekle mümkün. İslâm, “Anne-baba ve akrabaların aleyhine de olsa doğruluktan ayrılma” der. Buradan bakınca 17’nci yüzyıldan itibaren yaşadığımız temel mesele, her alanda gerilemeye ve çöküşe doğru yol alan ahlâkımız olmuştur. Devlet hayatında, toplumsal hayatta, ilim ve kültür hayatında, hülâsa hayatın tüm cephelerinde noksanlaşan, noksanlaştıkça güveni de azaltan şahsiyet erozyonu olmuştur. Örneğin Kâtip Çelebi de buna işaret ederek, Girit’in alındığını ancak maliyenin tükendiğini, ilmiye sınıfının gerilediğini ve beşik ulemasının ortaya çıktığını, dinî alanda yapılan kısır birtakım tartışmaların toplumda kutuplaşmaya neden olduğunu belirterek bunları dönemin padişahına rapor etmiştir.
Hazreti Peygamber, “Sizin en hayırlınız, kadınlarına en hayırlı olanınızdır”, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” ve “Komşusu açken tok yatan Bizden değildir” diyor. Ahlâklı toplum oluşturmada rol modellerin varlığı çok önemlidir. Ahlâk, okuyarak öğrenilmez. Sadece farkına varılır. Güzel davranışlar görülerek ve izlenerek öğrenilir. Bunları pekiştirecek eğitimciler de gereklidir. Doğru söylemeyi en kritik yerlerde bile öne almak lâzımdır. Yapılan yanlış işi bile doğru söyleyecek yahut itiraf edecek cesur nesiller yetiştirmek gerekir.
Ahlâkî çürüme toplumları içten çökertir. Ahlâksızlık sadece cinsel eylemlere indirgenemez. Cinsel eylemlerse sadece kadına özgü görülemez. Erkek için de “ahlâklı” ve “namuslu” kavramları kullanılmalıdır. Ahlâk, toplumsal aidiyet ile de şekillenir. İnsanları tanımak ahlâklarıyla olur, ibadetleriyle olmaz. “Sen yüce bir ahlâk üzeresin” ayeti, Hazreti Peygamber’e bir hitaptır. Kalemler O’nun ahlâkına duyulan hayranlığı yazar. Peygamberler güzelliklerle insanı buluşturan vuslat rehberleridir. İnsanlığın zirvesi, peygamberlerin ulaştığı ve ideal olarak belirlediği çizgidir. Bu sebeple insanları, “zirvede olanlar, zirveye tırmananlar, zirveden yuvarlananlar, zirveye tırmanmaya yanaşmayanlar” olarak ayırmak mümkündür.
“İyi insan olma/yetiştirme” projesi olarak ahlâk, esasen her ailenin, toplumun ve devletin birinci ödevidir. Eğitimi, eğlence programları, TV dizileri ve basını olmak üzere bunu topyekûn bir seferberlikle, sadece normlarında yer vermekle değil, her konuda, her vesileyle gerçekleştirecek bir duyarlılığa sahip olmakla gerçekleştirebiliriz.
Şerre karşı Kur’ânî ahlâk
Sevgili dostlar, Allah’ın hükmü bakidir. Kur’ân, Allah’ın kelâmıdır. Kur’ân’ın hükümlerine “şeriat” denir. Âlemlerin hepsi; dünya, tüm uzay, yıldızlar ve diğerleri Allah’ın mülküdür. Bunların nizamı/düzeni/hükümleri (gece gündüz, sıcak soğuk, bütün âlemin kuralları) mükevvenattır. Şeriat ve mükevvenat aynı minvâl üzeredir. Hem şeriat, hem mükevvenat açısından Yahudilerin akıbeti bellidir. Bizim literatürde azdıkları zaman onların literatüründe Armageddon’u davet eden zulümleri ortaya çıktığında büyük zarar görecekler; denizin yarılması, İspanya’dan göçleri, Kafkaslardan kaçışları, Ortadoğu’daki eski mahvoluşları, İkinci Dünya Harbi arefesindeki azgınlıkları ve bugün, hep onlar için aynı sonlarla bitmiştir.
Biz Türk’üz. Ne intikamlarımız var daha! Dünyaya ait hangi konuyu düşünürsek düşünelim, hangi sorunun çözümü için kafa yorarsak yoralım, tüm bu konularda karşımıza Siyonizm çıkacaktır. Bu yüzden onlara ait nefretimiz daim olmalı.
Bir TV programında sunucu, milyoner misafirine sordu: “Hayatında seni en çok mutlu eden nedir?” Adam şöyle dedi: “Hayatımda dört mutluluk merhalesi yaşadım, tâ ki mutluluğu buldum: Bir, mala, eşyaya düşkünlüğüm oldu; elde edince mutluluğun bu olmadığını anladım. İki, çok pahalı şeylere düşkünlüğüm oldu; elde edince onların verdiği mutluluğun zamanla tesirini kaybettiğini gördüm. Üç, büyük şirketler, meselâ bir futbol takımı veya uluslararası bir şirket sahibi olunca mutluluğu yakalarım sandım ama hayâl ettiğim mutluluğu onlarda da bulamadım. Hatta gördüm ki, imkânların çoğaldıkça sorumlulukların artıyor, rahatından fedakârlık yapmak zorunda kalıyorsun. Ve dört… Bir arkadaşım benden engelli çocuklar için tekerlekli araba almada sponsor olmamı istedi. Hemen yüklü bir bağışta bulundum. Teslim günü gelince, arkadaşım ısrarla çocuklara kendi elimle arabaları teslim etmemi ve çocukların sevincine ortak olmamı istedi. Tabiî gittim, çocukların arabaları alırken ve kullanırkenki sevincini görünce çok mutlu oldum. Aslında rutin bir sevinçti, birkaç gün sonra unutacaktım. Oradan çıkmak için kapıya yöneldiğimde bir çocuk bacağıma yapıştı. Nazikçe kurtulmaya çalıştım ama çocuk ısrarla bırakmıyor ve dikkatle yüzüme bakıyordu. Ona, ‘Benden başka bir isteğin mi var?’ dedim. Çocuğun cevabı bana gerçek ve kalıcı mutluluğun adresini vermişti. Bana, ‘Hayır, bir şey istemiyorum. Yüzünü hafızama kazıyorum ki cennette karşılaştığımız zaman seni tanıyayım ve Rabbimin huzurunda sana bir daha teşekkür edeyim’ dedi…”
Dün “Suriye’de ne işimiz var?”, bugünse “Gazze ile neden dertleniyorsun?” diyenlere bu hikâyedeki sırrı anlatın ve gerçek mutluluğu aradığınızı ifade edin. “Gerçek mutlulukları yakalayacak amelleri bize nasip eyle Allah’ım!” diye sürekli dua edin. İman öyle bir hazineler yumağıdır ki, bu hazineler mümine hayattaki her zorlukla mücadele, her sıkıntı ile baş etme, her imtihandan alnının akıyla çıkma imkânı verir.
Hazineyi bulmak için
Nasıl ki hazineler içinde elmas, yakut ve altın gibi bazı mücevherler diğerlerine göre öne çıkarsa, iman hazineleri içinde de bazıları diğerlerine göre öne çıkar. Unutmayın, hüznünüz varsa, onu giderecek namaz var. Kalbiniz kırıksa, onu onaracak Kur’ân var. Gönlünüz daralıyorsa, onu sona erdirecek tövbe ve istiğfar var. Geleceğe dair temennileriniz varsa, onlara kavuşabilmek için dua var. Dünyada istediklerinizi elde edemezseniz sabredenlere sonsuz bir Cennet var.
Diyelim ki hiçbir istediğimizi elde edemedik, sıkıntılarımız sona ermedi, imtihanlarımız bitmedi; o zaman geçmişte peygamberlerin yaşadığı çetin imtihanları düşünmeli. İman etmek ne güzel, değil mi? Öyle bir iksir ki, ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, her şeyi hakkımızda hayra çevirmeyi mümkün kılıyor. Rabbimiz bizlere de bu şekilde kavi bir iman, bu imana uygun bir hayat yaşamayı nasip eylesin.
“Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” ayetinden haberdarız ama ölümden önceki hayatımızda ne kadar hazırlık yapıyoruz? Mutluluğu ararken madde âleminin tüketim çılgınlığında cevap arıyoruz.
Tüketim toplumunun bir dayatması olan alışveriş kavramı sosyal medya fenomenleri ile farklı bir boyuta ulaştı. İhtiyaç olmayan ürünler ihtiyaçmış gibi sunuluyor. Gerekli olsa da, olmasa da “alışveriş yapmaktan kendini alıkoyamamak” olarak tanımlanan alışveriş bağımlılığı, dünya nüfusunun yüzde 5’ini değişen derecelerde etkiliyor. Beyinde dopamin salgılatarak kişiye mutluluk veren bu bağımlılığın tedavisi gerekiyor. İnsanların bilinçaltına sürekli “Sahip ol, tüket, yok et ve yenisine sahip ol” mesajı veriliyor, çok korkunç bir salgın hastalık gibi.
Asrın hastalığı “doyumsuzluk, tatminsizlik, tüketim çılgınlığı” insanlarda ne aile bıraktı, ne namus, ne hayat. 50 lira alan kişi, 100-200 liralık kredi kartıyla maaşının 4 katı harcama yapıyor. Sonuç ise borç harç, bunalım ve ölüm. 1970’de yaşayan birine göre 3 kat daha fazla tüketiyor, 2 kat daha fazla kazanıyor olsak da 10 kat daha mutsuz, 18 kat daha sağlıksızız. Ve o günkü insanların sahip olduğunun sadece yüzde 5’i kadar boş vaktimiz var.
Eskiden maddî anlamda bu kadar çeşit yokken kanaat, umut ve mutluluk vardı, günümüzde her şeyden binlerce var fakat bitmek bilmeyen hırs ve tüketim çılgınlığı yüzünden ne umut var, ne de mutluluk. Kontrolsüz bir şekilde yaşam ve kontrolsüz bir şekilde para harcama isteği… Peki, mutluluk? Mutluluk “satın alınan” bir ürün müdür, içsel bir “hâl” mi? Bu sorunun cevabını bulup içselleştirdiğimizde hayatın geri kalanını çözdük demektir.
Tüketim çılgınlığından dem vururken tabiî ki hediyeleşmenin önemini ihmâl etmeyelim. Peygamber Efendimiz, “Hediyeleşin, birbirinize sevginiz artsın. Hediyeleşin, çünkü hediye sevgiyi artırır, kalpteki kötü hisleri giderir” buyurmuştur.
Sevgili dostlar, Kur’ân “hayat kitabı” olup, insanları hedefe ulaştıran yegâne kılavuzdur. Kur’ân’ı anlamak sadece Arapçayı anlamakla değil, belki hayatı anlamakla mümkündür. Unutmayın ki, bütünleşmenin yolu Kur’ân’dan geçer.