
“EN bedbaht millet, kaleleri ayakta iken kültürü ve ahlâkı harabe olan millettir.” (Aristo)
“Gözlerden kaçan” demeyelim de gündeme getirilmeyen ama son derece önemli gördüğüm bir konuyu sizlerle paylaşmak istedim. Bazı yasalarla birlikte, üzerinde gerekli çalışma yapılmadığı için “Kaş yapayım” derken göz çıkardık adeta. Açıkça, kimlik kaybına uğrayan mekânlarımız çoğaldı. “Köy” ismi hayatımızdan adeta göç ettirildi, sadece dilimizde kaldı.
Kimsenin itiraz etmediği Büyükşehir Yasası ile büyük şehirlerimizdeki köylerimiz mahalle oldu. Maalesef bu yüzden olan, büyük şehirlerimizdeki köylümüze oldu. Örneğin bir köyde müstakil ev yaptıran kişi, oradaki köylülerin ahırını şikâyet etme hakkını kendinde bulur oldu. Belediyeler de mecburen ahırı olan köylülere ceza kesmeye başladı. Olacak iş mi? Oldu. Oluyor işte.
Peki, neden böyle? Örneğin bir ilçe, İstanbul’a bağlı olduğu için, artık bu ilçenin köyleri, İstanbul’un mahallesi statüsüne geçti. Tüm büyük şehirlerde “köy” ismi tarihe karıştı. Rahmetli Ferdi Tayfur’un “Hadi gel köyümüze geri dönelim/ Fadime’nin düğününde halay çekelim” sözleri sadece şarkıda kaldı. “Köye dönme” devri bitti.
Köy, Türk milleti için kültürdür. Tarlaları, bahçeleri, ahırları, büyük ve küçükbaş hayvanları, kümes hayvanları, sepetleri ve düğünleriyle Türk milletinin kültüründen köyü ve statüsünü kaldırırsanız, bu eylem Türk kültürüne ihanet olur. Çünkü bu milletin genleri köylülükle kayıtlıdır. Köylerinin bağırlarından çıkıp bu Devletin en üst makamlarına gelen devlet erkânı da bunu bilir. Bu durumu düzeltmezsek, şehirlerden kaçanlar, mahalle statüsünde olan köyleri şehirlere çevirecekler. Yani köyler tarihe karışacak. Yapmayın, buna izin vermeyin!
Büyükşehir yasalarını yeniden gözden geçirelim. Bakmayın köylülerin sesinin çıkmadığına, için için kendilerini yiyip bitiriyorlar. Ne demek köyünde ineğine bakan Mehmet amcaya “Artık köyde değilsin” diyerek ceza kesmek! Yapmayın, köylerimize dokunmayın! Saf, tertemiz, pırıl pırıl insanlarımızın yaşamlarına kıymayın!
Köy yaşamı çok değerlidir. Ne olur, köylerimize ve onların gelenek göreneklerine dokunmayın! Köyler yerine sahte büyük şehirlere bağlı sahte mahalleler üretmeyin! “Sen nasıl ahır yapar, inek bakar, koyun bakarsın? Nasıl tereyağı üretip, tavuk besleyip yumurta alırsın?” diye ceza kesmeyin! Bırakınız köylümüz köylü kalsın. Şehirli olduk da ne oldu? Tarihimize ihanet edenler karşısında sustuk kaldık. Oysa “gelişme köyden kente doğrudur”.
***
Şehirlerimiz, ilçelerimiz, köylerimiz hunharca eziliyor. Güzelim sokaklar, çeşmeler ve türbeler duyarsız insan istilâsı altında. Her aralığa altı katlı apartman dikmek gerekmiyordu. Tarihî cami ve çeşmeleri işgal altına almak gerekmiyordu. Adeta değirmene koyduk da öğütüyoruz bu güzel şehirlerimizi, ilçelerimizi, köylerimizi. 600 yıl koruyup imar ettik, 70 yıldır imha ediyoruz. Genç Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yirmi beş yılında koca Osmanlı’yla kendini kıyas etmekten ısrarla kaçındı. Öyle ya, zenginliğini kaybeden kişinin yoksul zamanlarında hafıza sorunları yaşayıp onunla kavgalı olması gayet tabiîdir. En başta da kendisini fakirleştirdiğini düşündüğü nedenlere düşmanlık edecektir. Nitekim genç Türkiye Cumhuriyeti, tüm diğer nedenleri bir yana bıraksak bile sırf bu nedenden ötürü Osmanlı ve Selçuklu mirasını ifade eden her şeye karşı bir düşmanlık besledi. Dinî, tarihî, edebî ve mimarî mirasların cümlesi bundan nasibi aldı. Evlatlar kendilerini yoksul düşüren dedelerinin dünyasını öyle reddettiler.
Yaşadığımız şehirlerin orijinal kodlarını yitirmesi için hep beraber çalıştık, buna devam ediyoruz. Şehir, insanın kimliğidir. Binaları, sokakları, caddeleri ve dükkânları ile içerisinde yaşayan toplumu etkiler. “Betondan bir şehir betondan kalp; gökyüzü olmayan şehir, umutsuz insan; ağaçsız şehir, aç ve vahşi toplum” demekmiş.
***
Unutmayınız ki, bir şehrin binaları ve diğer yapıları o şehrin belleğidir, o şehrin geçmişten bugüne yansımasıdır. Bu yansıma şehrin teni ise, şehirde yaşayan insanlar, sesler ve kokular o şehrin ruhudur. “İnsan yaşadığı yere benzer; o yerin suyuna/ O yerin toprağına benzer/ Suyunda yüzen balığa/ Toprağını iten çiçeğe/ Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ Konya’nın beyaz, Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer” diyor Edip Cansever.
“Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir” diyor Cahit Zarifoğlu. Peki, buna göre bugün nasıl, hangi boşluktan göreceğiz gökyüzünü ve kalbimizi nasıl temiz tutacağız?
İnsanın ağaçlarla psikolojik bir bağı yok mudur sizce? Geçmişten bugüne toplumların kutsal saydıkları ağaçları varmış. Hayat ağacı bolluk ve bereket demekmiş. Hayber Kalesi’ndeki Yahudileri durdurmak için bölgedeki hurma ağaçlarının kesilmesi emrolunmuş örneğin; böylece Yahudiler ağaçları vermemek üzere kaleyi vermiş. Ağaçlar hep hayatımızda yer bulmuş ve kıymetli olmuş.
Süleymaniye’de geleneksel Türk mimarisi tarzında inşâ edilmiş evlerden bir İstanbul vardı. Süleymaniye, Osmanlı zamanında şehrin elitlerinin yaşadığı bir mahalleydi. Burada hiçbir ev, diğerinin manzarasını kapatmazdı. Salacak sahilinde, 1988 yılında yaptırılan yol, şehre yapılan en büyük kötülüklerden biri değil midir bu anlamda?
Geleneksel mimariye sahip evlerimizi yıkıp modern apartmanlar inşâ ettik. Kaloriferli, sıcak sulu ve konforlu evlerimiz oldu, rahat ettik. Bunlarla mutlu olduk ama bizi biz yapan pek çok değeri kaybettik. Komşuluk, paylaşma, birlikte yaşama kültürü ve mahalle hayatı gibi kavramlar uçtu gitti. Bunlarla birlikte estetik de gitti, sivil mimarinin en güzel örnekleri de.
Modern hayatın bize sunduğu yaşam kültürünü kendi inanç ve değerlerimizin filtresinden geçirmek durumundayız. Kendimize şimdi çekidüzen vermezsek, çocuklarımıza miras bıraktığımız yorgun ve tükenmiş dünya için verecek bir cevabımız olmayacak.
Şehir değişir, ama nasıl?
Şehir değişir, bunda sorun yok. Ancak tarihî dokuyu koruyup gözetmediğinizde sorun başlar. Çünkü ecdattan kopuş böyle oluyor. Yeni nesil, cumbayı hiç duymamış. Çünkü cumba bırakmadık. Yeni nesil, geçmişte ailesinin nasıl evlerde yaşadığını bilmiyor. Bilmediğiniz şeyse yok hükmündedir. Böylece köksüzleşirsiniz. Kimliğinizi kaybedersiniz. Sonuç şöyle özetlenir: “Ne olduysa bize, hep azar azar oldu.”
“Ataköy ile Şirinevler arasında çağlar var” diye propaganda yapılıyor. Oysa hem Şirinevler’deki, hem de Ataköy’deki evler çağdışı, çirkin ve gayr-ı insanî. Az katlı ama bitişik nizam olmayan, az da olsa yeşil alana sahip evlerin olduğu şehirleri artık kurabilmeliyiz. Kadıköy’de yüksek katlı binaların yerinde Osmanlı zamanından kalma büyük bahçeli köşkler vardı. 1960’larda o köşklerin sahipleri bina ve arazilerini apartmanlara dönüştürdüler. Son yıllarda da o apartmanlar büyük inşaat firmaları tarafından dev gökdelenlere dönüştürülüyor. Bu binaların ilk sahipleri, sonrakiler ve şu an bu yapılarda oturanların tamamına sorsanız, eski İstanbul özleminden ve şehrin çok bozulduğundan bahsederler.
İstanbul’daki bozulmanın, kaybolan şehir dokusunun, o güzel eski mimarinin yok olmasının tüm faturasını 1960’larda bu şehre taşradan gelen insanlara ve o zamanlarda başlayan gecekondu kültürüne kesmeyi çok seviyoruz. Kimse o güzelim köşk ve konakları apartmanlara dönüştüren eski şehir halkına bir şey demiyor. Kısacası, “Masum değiliz hiçbirimiz”.
***
Eskiden her şehrin ayrı bir ruhu ve karakteri vardı. Küçücük bir resimle Bursa’yı tanırdık meselâ. Hiç gitmesek bile Sinop’u, Amasya’yı, Isparta’yı, Erzurum’u karıştırmazdık. Ne yazık ki artık hiçbir şehrin karakteri ve ruhu kalmadı. Tabelâsını okumadan tanıyamayacağımız şehirler kurduk. Eskiden şehre özgün mimari eserlerine bakarak tanımak mümkünken, artık her şehir birbirine benzeyen tek tip apartman, cadde ve sokaklar hâline geldi.
Eskiden şehirlerimizde tozlu sokaklar, teneke kovalar, çocukların meraklı bakışları vardı; bir zamanlar şehirlerimiz böyleydi. Gürültüsüz, sade ve çok daha gerçek; sadece yaşanan yer değildi şehir, soluyan bir canlıydı. Biz de nefes alıyorduk. Dünümüzü yaşıyorduk. Tarihi yâd ediyorduk. “Hey gidi günler!” diyorduk. “Burada doğduk, büyüdük” diye evlatlarımıza gösteriyorduk. Peki, şimdi? O yerlerde kavak yelleri değil, beton yelleri esiyor be kardeşim!
İstanbul’da 60 yıl önce Esenyurt köy, Beylikdüzü boş bir tepe idi. Salacak’tan denize girilir, Boğaziçi’nde kepçe ile balık avlanırdı. Kadim şehirlerin işte böyle bir ruhu olurdu. Türkiye’de ve dünyada dolaştığınız zaman çok rahat görebilirsiniz gelinen durumu hem mimarî, hem de ahlâkî olarak. Maalesef el birliği ile Anadolu’nun her yerini betonlaştırıp şehirlerin ruhunu yok ettik. Geçmişe ait eserlerimizi muhafaza edemedik. Yıktık, yaktık, koruyamadık. Mezar taşı, nişan taşı, ayna taşı, sadaka taşı, saraylar, camiler, çeşmeler, hatta asırlık çınarlar aynı akıbete uğradı. Mahallelerimiz yok oldu. Peki, hangimizin umurunda oldu? Hiçbirimizin!
Malımıza mülkümüze sahip çıktığımızın onda biri değerinde tarihimize sahip çıkamadık, mahalle kültürümüzü yok ettik. Şimdi 17 katlı rezidansta bir cenaze olsa hiç kimsenin kimseden haberi olmuyor. Peki, mahallemizde olduğu zaman ne oluyordu? Tüm mahalle aynı yası yaşıyordu.
***
Türkiye’de, örneğin Bursa gibi bir şehrimizin tarihini muhafaza ederek de şehirleşme adına modernleşebilirdik. Ama olmadı, şehirlerimiz kurban edildi, katledildi. Almanya’da şehirler bombalanarak yok edildi, biz ise kendi mirasımızı zihinsel olarak bombalayarak yok ettik. Ve bir hiç uğruna; menfaatperestlerin hevesleri için… Artık ne yazık ki “dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç”!
Ülkemizin çok değerli mimarlarından merhum Turgut Cansever, “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmâl ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder” der. Haksız mı? Ev bireye, aileye aittir, şehir ise toplumun evidir. Sahibini yansıtan ev gibi şehir de toplumun aynasıdır. İşte biz bunu unuttuk; şehri inşâ ederken bir binanın rengini, bir ağacın türünü, sokaklarının uzayıp gittiği mahalleleri tasarlarken kültürümüzü, insan ruhunu, geleneklerimizi göz önünde bulundurmadık ne yazık ki. Bizi yansıtan hikâyeleri yaşatamadık. Şehre yeni bir soluk getiremedik. Getirmeyi bıraktık, adeta entübe ettik şehirlerimizi.
İsmet Özel ne güzel diyor: “Çoraklaşan yalnızca topraklar değil, insanların ruhu da kuruyor. Sadece denizlerde ve atmosferde kirlenme cereyan etmiyor, insanların bilinçleri de kirleniyor. Yalnızca bitkilerin ve hayvanların dünyadaki gerekli yerinin anlaşılmasında başarısız kalınmış değil, insanların da birer değer olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Kurumların işleyişi insanı küçülttüğü gibi, muhatabımız olan insan varlığının nelerin taşıyıcısı olduğu unutuluyor.”
Aslında bir eski şehir miydi kaybolan, yoksa mâzinin insanları ve onların hassasiyetleri mi?
Doğa ve Müslüman
Modernleşme, bir çağın terki olduğu kadar, türbe ve mabetleri merkezden çıkarma hareketi gibi düşünülebilir mi? Bugün camilerin sosyal hayata entegre edilmesi için uğraşıyoruz. Eğer İslâmî düşünce İslami yaşam biçiminden ayrılır veya insanların günlük kaygılarından koparılırsa, etkinliğini kaybeder ve yaşam tarzı bu düşüncenin dışına çıkar. Öte yandan, Müslümanların yaşam tarzı İslâmî düşünceden koparsa, yolunu da kaybeder. Bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Beldelerin Allah’a en sevimli olan mekânları, mescitlerdir.”
İslâm Medeniyeti, mescit/cami merkezli bir medeniyettir. Camiler, tarihten günümüze sosyal hayata şahitlik eden, İslâm beldelerinin etrafında hayat bulduğu, mümin yüreklerin kendisinde buluştuğu kutlu yerlerdir. Mahallelerimizin kalbi, şehirlerimizin ruhu, aziz milletimizin ve ümmet-i Muhammed’in güvenli yuvasıdır. Camilerimiz, sadece ibadetlerimizin değil, aynı zamanda tarihimizin, edebiyatımızın, örf ve âdetlerimizin, kültürümüzün iç içe geçtiği merkezlerdir. Peygamberimiz cami ve mescit yapılmasına ayrı bir önem vermiştir. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak Mescid-i Nebevî’yi inşâ etmiştir. Yesrib’i Medine’ye çevirmiş, ilmin beşiği kılmıştır. Rahmet Peygamberi, imar ettiği bu mescitle cami merkezli bir şehir modeli ortaya koymuş, camiyle hayat arasında güçlü bağlar kurmuştur. Peki, biz buna lâyık olabiliyor muyuz? Müminleri şehirlerin gözbebeği olan camileri imar etmeye şöyle teşvik etmiştir Efendimiz: “Her kim ki Allah için bir mescit bina ederse, Allah ona Cennet’te bu mescidin benzeri bir köşk bina eder.”
Minarelerimizden yükselen ezan sesleri bizi sadece vakit namazlarımızı eda etmeye çağırmaz. Cami ezanıyla, minaresiyle, kubbesiyle, mihrabıyla, minberiyle aynı zamanda kulluğa, ibadete, takvaya, ilme ve güzel ahlâka davet eder. Öyleyse Rabbinin huzurunda divan durup O’na kulluğunu arz eden her mümin, cami dışında da Cenab-ı Hakk’ın kendisini görüp gözettiğinin idrakinde olmalıdır.
Müslüman, yaşadığı çevreyi de korur ve güzelleştirir. Yerde biten bir ota, rızkının peşinden koşan bir karıncaya dahi zarar vermez. Camisini temiz tutmaya özen gösteren mümin, Rabbimiz tarafından Müslümanlar için tamamı mescit kılınan yeryüzünü de temiz tutar: “Göğü Allah yükseltti ve mizanı O koydu, sakın dengeyi bozmayınız!” (Rahmân, 7-8)
***
Çevre kirliliği sadece kirliliğin meydana geldiği yerdeki yaşamı değil, dünyanın her köşesindeki canlı hayatını da tehdit edebiliyor. Resûlullah şöyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Tahâret, 1)
İslâm Medeniyeti’nin kurduğu şehirlerde doğaya minimum müdahale vardır, sınırlar koyulur. Doğadan sonraki sınırlar konulmaz, kul serbest bırakılır. Bu yüzden şehirde insanlar Allah’la olan ilişkilerini çok rahat, çok özgür kurabilme imkânına sahiptirler: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rûm, 41)
Tamah ve maddeperestlik sebebiyle insanoğlu yeryüzünü, kara ve denizi, çevreyi tahrip ediyor. Kur’ân-ı Kerim’de doğa olayları, iklim ve hava koşullarıyla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Bu ayetler Allah’ın kudretini, doğa üzerindeki hâkimiyetini ve insanlara verdiği nimetleri vurgular. Bu ayetler, iklimin Allah’ın kudretiyle şekillendiğini, yağmurların, rüzgârların, mevsimlerin ve gökcisimlerinin Allah’ın hikmetiyle hareket ettiğini göstermektedir. Aynı zamanda insanlar için bir öğüt ve sorumluluk bilinci vermektedir. Ama biz Müslümanlar ne yapıyoruz? Allah’a savaş açan, Kur’ân’ı yakan, Peygamberimize hakaret eden, İslâm’ı gece gündüz karalayan Batı sermayelerinin ortaya attığı iklim yalanına inanıyoruz. Acı ama gerçek. Çünkü biz, biz olmaktan çıkarıldık.
İslâm’da çevre temizliği hem bireysel, hem de toplumsal bir sorumluluk olarak vurgulanır. Kur’ân-ı Kerim ve hadisler, doğanın korunması, temizliğin önemi ve çevreye zarar verilmemesi konusunda rehberdir. Doğanın emanet olduğu bilinci Kur’ân’da, yeryüzünün insanlara emanet edildiği belirtilir (Araf, 56). Bu, çevreyi koruma ve israf etmeme sorumluluğunu içerir. Hazreti Muhammed (sav), çevreye zarar verecek davranışlardan kaçınmayı öğütlemiş, örneğin su kaynaklarını kirletmek veya ağaçları gereksiz yere kesmeyi yasaklamıştır (Buharî, Mezalim, 2).
Dinimizde israf da yasaktır. Kur’ân, israfı kınarken (İsra, 26-27), kaynakların gereksiz kullanımını ve çevreye zarar verebilecek tüketimi engellemeyi de öğütler. Peygamber Efendimiz, ağaç dikmeyi teşvik etmiş ve “Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bu bir kuş, insan veya hayvan tarafından yenirse, bu onun için sadaka olur”(Buharî, Edeb, 27) buyurmuştur.
Sonuç
İslâm, çevre temizliğini ibadet bilinciyle ele alır ve müminleri doğayı korumaya, temiz tutmaya ve sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemeye çağırır. Çevreyle olan ilişkimiz, her şeyden önce bir ahlâk meselesidir. İslâm’da çevreyi korumak, hayvanların hakkını gözetmek, israf etmeden tevazu ile yaşamak bir seçenek değil, Müslüman olmanın gereğidir.
Modern hayatın bize sunduğu yaşam kültürünü kendi inanç ve değerlerimizin filtresinden geçirmek durumundayız. Kendimize şimdi çekidüzen vermezsek, çocuklarımıza miras bıraktığımız yorgun ve tükenmiş dünya için verecek bir cevabımız olmayacak. Müslüman âlemle Türk dünyasının yakında yüzleşmek zorunda kalacağı en büyük sorun da çevrecilik, ekolojik dengeler, ormansızlaşma ve buna bağlı çölleşme ve iklim değişimleri olabilir. O nedenle önemli olan, bugünden dağın arkasını görebilmek ve önlem alabilmektir. Haritalar apaçık bağırıyor aslında bu hususu bizlere, lâkin pek duyan yok gibi.