Corona sonrası dünyada insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?

Uygarlık adına insanlığın ürettiği her şeyin teker teker iflâs ettiği bir geleceğe doğru gidiyoruz. İnsanlığın geleceği hakkında konuşma gereksinimi, insanlığın sahici anlamda bir bekâ sorunuyla karşı karşıya olmasından kaynaklanmaktadır. Dünyanın ve insanlığın bir bekâ problemi vardır. Bu, konjonkturel siyasal kurgular çerçevesinde oluşturulan bir durum değildir. Bu, bir realitedir!

CORONA sonrası dönemde insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu soru, aslında cevabı olmayan, cevaplanamaz bir sorudur. Hele hele fâni olan birisinin cevaplayamayacağı, ancak bâki olan bir hakikatin cevaplayabileceği bir sorudur.

Corona dönemi ve sonrası, belirsizliklerle doludur. “İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?” sorusuna bir fâninin kesin cevabı olamaz; çünkü biz fâniler, bir dakika sonra bile bize ne olacağını, yarının bize ne getireceğini bilemeyiz. İnsanlığın geleceğinde ne olacağını bilmek veya belirlemek herkesi aşan bir alandır. Corona sonrası dünyada insanlığın geleceğinden konuşmak ne anlama gelmektedir?

Biz akıl sahibi varlıklar olarak yarınımıza dair konuşmayacak mıyız? Evet, konuşacağız. Ama nasıl konuştuğumuzu da bilmemiz gerekmektedir. İnsanlığın geleceğine dair yapılan konuşmanın, her şeyden önce insan tarafından yapıldığını bilmeliyiz. İnsanın söylediği hiçbir sözün, insan tarafından yapılan hiçbir tartışmanın kutsal olmadığını bilmemiz gerekmektedir. İlk önce yapılan tartışmanın, söz söyleyen insanın, insanlık durumuna dair sözü olarak değerlendirmeliyiz. İnsanlığın geleceğine dair konuştuğumuz zaman kendimizi bir astrolog, kâhin veya falcı olarak konumlandırmamalıyız. Eğlence veya düşünce jimnastiği olsun diye insanlığın geleceğine dair söz söylemek için “Haydi bir söz söyleyelim” şeklinde ciddiyet dışı bir tavır da olmamalıdır. Fâniler olarak, fânilerin durumuna dair söz söylediğimizin bilincinde olmamız önemlidir.

Karşımızda olan soru, çok ciddî bir sorudur. İnsanlığın geleceğine dair sorumluluk ve ciddiyetle sözlerin söylenmesine ihtiyaç vardır. “Tefekkür” kavramının derinliğine uygun bir şekilde, tefekkür faaliyeti tecrübesini yaşayarak söz söylemeliyiz.

“Corona sonrası dünyada insanlığı gelecekte ne bekliyor?” sorusu, bir soru da değildir. Bu ifade, bir sorudan ziyâde insanlığın önünde duran büyük bir meydan okumadır. Yani bu soru, “İnsanlık kendini nasıl bir geleceğe doğru yönlendiriyor?” anlamı taşımaktadır. Bu büyük meydan okumaya bütün insanlığın cevaplar üretmesi ve sözünü söylemesi lâzımdır. Bu soru hakkında daha derinlikli düşünmemiz, bütün varlığımızı ihata edecek şekilde kendimizi bu sorunun tamamının bir parçası hâline getirerek onun içeriğini doldurmamız ve sağlıklı cevaplar vermemiz gerekmektedir.

İnsanlık bu sorunun aslında büyük bir meydan okuma olduğunun maalesef farkında değildir. Peki, neden?

Dünyada çok az insanın bu soru ile ilgilendiğini görüyoruz. Kısa bir süre önce ölen Stephen Hawking, insanlığın geleceğinin nasıl olacağı sorusuyla ciddî olarak ilgilendi: İleride dünyaya ne olacak?

Hawking, gelecekte “büyük ihtimâlle insanların diğer gezegenlere göç edeceklerini” söylemekteydi. Hawking’in sözü medyada yer alınca, bu soru gündem olmaya başladı. İnsanlığın bu soru ve meydan okuma ile küresel ölçekte ilgilenmediği, bir cevap arayışına girmediği, insanlık adına bu sorunun cevabının muhtevasını oluşturmak konusunda bir tecrübesinin olmadığını söylememiz mümkündür. Corona pandemisi, insanlığı geleceği üzerine ciddî olarak düşünmeye ve değişmeye zorlamaktadır.

Bu soruyu sormamızın ne değeri vardır? Ne kadar çok insan kendisini bu sorunun bir parçası olarak hissederse, bu soru üzerine düşünürse, insanlığın geleceğini kendine problem edinirse, çok yararlı bir durumun ortaya çıkması mümkün olabilir. İnsanlık hikâyesinin bir parçası olmak için, kendi tecrübemizi Corona günlerinde ve sonrasındaki insanlık hikâyesine katabiliriz.

“Nasıl bir gelecek bizi bekliyor?” sorusuyla daha çok bireysel ihtiyaçlarımız çerçevesinde ilgileniyoruz. “Ne zaman okulu bitireceğim, nasıl bir işe gireceğim, ne zaman evleneceğim, kiminle evleneceğim, kaç çocuk sahibi olacağım, nerede yaşayacağım, maaşım nasıl olacak, ev ve de araba alabilecek miyim?” gibi sorular, Corona öncesi dönemde herkesi bireysel anlamda meşgul etmekteydi. Kişisel düzeyde ve kişisel geleceğimize dair her şey, doğrudan bizi ilgilendirmektedir. Burada eksik olan şey, dünya insanlığının kolektif düzeyde kendi geleceği ile ilgilenmemesidir.

Ozon tabakasının delindiği söyleniyor ve bu çok da korku yaratmıyor. Ozon tabakasının delinmesi yakın bir süreçte bizim için bir tehlike oluşturmadığı için, bizim için bir korku da oluşturmuyor. Ama üniversiteyi 4 yılda bitirmek veya kısa sürede iş sahibi olmak, bizim için en önemli önceliktir. Birey için iş sahibi olabilmek, ozon tabakasının delinmesinden, iklim değişikliğinden veya Çinlilerin yemek alışkanlıklarından daha önemli bir şeydir. Ozon tabakasının delinmesi meselesi, bizim burada yaşayıp yaşamamamızla ilgilidir. İnsanlığın bu dünyada yaşaması, bu dünyada insanlığı yaşatan şartların ortadan kalkması, insanlığın ölümcül bir sona doğru gitmesi bekâ sorunudur. Gelecek, insanlık için yaşanmaz bir durumdadır, ama biz bunu kendimiz için bir bekâ sorunu olarak görmüyoruz. Birey içinse bekâ sorunu, 4 yılda üniversiteyi bitirmek, evlenmek ve iş sahibi olmak gibi ihtiyaçlardan ibarettir.

Corona pandemisi, insanlık için bekâ sorunu hâline gelen bir virüsün herkes için bir ölüm kalım sorunu olduğunu fark etmesini sağladı.

Gelecekten bugüne bakınca

“İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?” sorusu, Corona pandemisiyle birlikte dünyada büyük önem kazanmıştır. İnsanlığın artık çivisi çıkmış durumdadır.

Hayatın geleneksel temellerinin her açıdan tartışıldığı bir dünyadayız. Artık yarınımıza hiçbir şekilde güven içerisinde bakamıyoruz. Uygarlık adına insanlığın ürettiği her şeyin teker teker iflâs ettiği bir geleceğe doğru gidiyoruz. İnsanlığın geleceği hakkında konuşma gereksinimi, insanlığın sahici anlamda bir bekâ sorunuyla karşı karşıya olmasından kaynaklanmaktadır. Dünyanın ve insanlığın bir bekâ problemi vardır. Bu, konjonkturel siyasal kurgular çerçevesinde oluşturulan bir durum değildir. Bu, bir realitedir!

Öğrendiğimiz her şeyin geçersiz olduğu bir geleceğe doğru gidiyoruz. Corona sonrası dünyada bugün yaşadığımız şeylerin, konuştuğumuz konuların, bütün ilişkilerimizin, kurumlarımızın aslında işlevsiz olduğunu göreceğiz. Bugünkü gündemimizin kısa bir süre sonra hiçbir anlamı olmadığını, yerellik, millîlik ve küresellik tartışmalarının hiçbir mânâsının kalmadığını göreceğiz.

Gelecekten bugüne bakınca, her şey boşmuş gibi durmaktadır. Elli yıl sonraki dünya, hakikaten şu an içinde bulunduğumuz dünyadan tamamen farklı olacaktır. Kadınlar ve erkekler olarak bize gelecekte ne olacağını, nasıl bir dünyada yaşayacağımızı düşünmek zorundayız. Bu soruyu, politik ya da konjonktürel bir kurgu olarak değil, sahici anlamda insanlığın temel bir problemi olarak ele almamız lâzımdır. Bunun için de mevcût insanlık durumumuzu değerlendirmemiz gerekmektedir.

Mevcût insanlık durumundan hareketle gelecekteki insanlık durumunun nasıl olacağına dair ciddiyet içerisinde, pratiğe uygun bir düşünce, yaklaşım ve yaşam tarzı geliştirilmelidir.

İnsanlığın geleceğine dair çok senaryo vardır. İyi ve kötü senaryolar birlikte yapılmaktadır. Ütopyalar ve distopyalar mevcûttur. Bunların birine “cennet senaryoları” diyelim…

Cennet senaryosuna göre, insan teknolojik açıdan çok gelişecek, yapay zekâ bizim bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak, geliştirilen tarım teknolojileri sayesinde daha çok ürün üretilecek, kanserin ilâcı bulunacak, açlık sorunu ortadan kalkacak, daha çok bilgiye ulaşılacak, işlerimizi robotlar ve bilgisayarlar yapacak, kendimize daha çok vakit ayıracak, evimizde çoluğumuzla çocuğumuzla mutlu bir şekilde sonsuza kadar yaşayacağız… Bu senaryo, mutlu sonla biten bir peri masalını andırmaktadır.

Uyum sağlayanın, kendisini geliştirenin, analitik düşünenin var olabileceği bir dünyadan söz ediyoruz. Bütün okuduklarımızı çöpe atacağımız ve yeniden başlayacağımız bir gelecek bizi bekliyor.

Fakat öte tarafta bir de cehennem senaryosu var. O cehennem senaryosuna göre, robotlar bizim yerimizi alacak, bize iş kalmayacak, teknolojinin artmasıyla birbirimizden çok uzaklaşacağız, hayatımızın anlamı kalmayacak, aile üyelerimizle aynı evde yabancılar gibi yaşayacak, bir türlü birbirimizle ilişki kurmayı başaramayan kişiler hâline geleceğiz…

Teknoloji geliştikçe, bilgisayarlara ve cep telefonlarına sahip oldukça biz, dünyanın her tarafına daha kolay bağlanacağımızı, birbirimizi daha çok tanıyacağımızı sanıyorduk. Teknoloji geliştikçe cehalet, şiddet ve fanatizm artmaktadır. Teknoloji, insanlığımızı erozyona uğratan ve ortadan kaldıran bir sonuç doğurmaktadır. İlerleyen teknoloji ile birlikte insanlığın kendi kıyametini getirebileceği ve umulmadık sona doğru hızla gitmekte olduğu şeklinde bir kıyamet senaryosu da önümüzde durmaktadır.

Hiçbir senaryo tek başına tam doğru değil, ama cennet ve cehennem senaryolarında önümüzü görmemize yarayan unsurlar bulunmaktadır. İnsanlık durumumuz, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi, önümüze büyük imkânlar da çıkarmaktadır. Herkes telefon ve bilgisayar yardımıyla birçok işi kısa sürede yapabilmektedir. Biz tarihin hiçbir döneminde hiçbir gücün, hiçbir kralın, imparatorluğun yaşamadığı büyük imkânları yaşıyoruz. Ama aynı zamanda şöyle de bir gelişme var: Yapay zekâ, biyo-teknoloji, nano-teknoloji, robot teknolojisi gibi gelişmeler, insan türünün varlığını da tehlikeye koyacak ya da bu gelişmelerden kaygılanmamıza neden olacak bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bu gelişmeler aslında bize şu soruyu ciddî bir şekilde sordurmaktadır: İnsanlığın bir geleceği olacak mı? Ya da gelecekte insanlık dediğimiz tür, varlığını devam ettirecek mi?

İnsanlığın hikâyesi maceralarla doludur. İnsanlığın hikâyesinde bilim, teknoloji, tarım, endüstri, bilişim ve bilgisayar alanlarında gerçekleştirilen büyük devrimler vardır. Ama insanlığın yarınına doğru gittiğiniz zaman belirsizlik artmaktadır. Teknoloji alâmetine binen insanlık, kıyamete doğru gitmektedir. Belirsizlik, insanlığı kaygılandırmaktadır. İnsanlık değişmektedir. İnsanlık tarihi değişimlerle, devrimlerle, transformasyonlarla doludur. Endüstri, sanayi, tarım, bilgisayar ve bilişsel devrimleri hep insan yaptı. Ama gelecekteki devrimlerde ya da devrim diye ifade ettiğim değişim dalgasında insanı aşan bir durum olacaktır.

Artık insan, tek başına gelecekteki devrimlerin ve değişimlerin aktörü olmayacak. Ben bu yeni devrime “trans-human” yani “insan ötesi devrim” adını veriyorum…


Yenilik, insanı daha iyi insan yaptı mı?

İnsan ötesi devrim nedir? Gelecekte bu dünyada yaşayan tek varlık olarak insan olmayacak. İnsan benzeri, insanımsı, robot veya robotumsu diyebileceğimiz varlıklarla beraber dünyalarımızı paylaşacağımız bir duruma doğru gidiyoruz. İnsan kendisini sürekli aşmakta, yeni teknolojiler üretmekte, yeni ürünler, yeni varlıklar ortaya koymaktadır. Yeni hayattaki yeni varlıklar; yeni rakipler veya yeni düşmanlar demektir. İnsanoğlu tarafından geliştirilen teknolojinin ve dizayn ettiği varlıkların insanlığı aşarak insanlığı yok etmeye yönelecek bir seviyeye gelme ihtimâli, insanlarda korku yaratmaktadır. Bu, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.

İnsanlık tarihinde insanlığın hakikaten çok büyük bir medeniyet destanı var. Büyük başarılara imza atmış, bilimde gelişmiş, teknolojiyi geliştirmiş, büyük devletler ve kurumlar kurmuş, demokrasi, özgürlük, sivil toplum gibi büyük fikirler ortaya atmış, büyük eserler ortaya koymuş, büyük bir insanlık birikimi önümüzde durmaktadır. İnsanlığın büyük başarıları olduğu gibi, aynı zamanda karanlık bir hikâyesi ya da insanlık destanımızın karanlık bir tarafı da vardır.

İnsanlık tarihi ayrıca barbarlıklarla ve şiddetle doludur. İnsanın insanı kullanması ve köleleştirmesi, bu hikâyenin karanlık tarafıdır. Gelecekte de -büyük ihtimâl- teknoloji arttıkça bizim bu karanlık tarafımız olan savaşlar, şiddet ve fanatizmin de artabileceğini söyleyebiliriz. Teknolojiyi kullanarak insanlar, gelecekte de birbirlerini kullanmaya ve köleleştirmeye devam edeceklerdir.

Trans-human yani insan ötesi devrim gerçekleşmesine rağmen, bu insan ötesi devrim, gerçek anlamda insanî bir devrim değildir. Yapmış olduğumuz sanayi, bilişim, bilgisayar ve tarım devrimleri, bizi daha iyi insanlar hâline getiriyor mu? Yani basitçe şunu soralım: Robotları hayatımıza sokmamız, bizi daha iyi insanlar hâline getirecek mi? Daha lüks arabalara binmemiz, insansız hava araçlarımızın ya da şoförsüz araçlarımızın olması bizi daha iyi insanlar hâline getirecek mi?

Bu devrimler gerçekleşirken, yapılanların nasıl yapıldığı üzerinde odaklandık hep, bunları gerçekleştiren ve yapan insana “Homo Sapiens” dedik. Ahlâkî anlamda teknolojinin ve otomasyonun bizi mutlu edip etmeyeceğini, bizleri ahlâk, mâneviyat ve hukuk açısından daha iyi insanlar hâline getirip getirmeyeceğini sormadan ve sorgulamadan teknolojik gelişmeleri gerçekleştirdik. Teknolojik gelişmeleri ortaya çıkarmanın bizi daha iyi insanlar hâline getirip getirmediği sorusu üzerinde düşünmemiz lâzımdır.

Yapay zekâ, biyo-teknoloji, nano-teknoloji, robot teknolojisi gibi gelişmeler, insan türünün varlığını da tehlikeye koyacak ya da bu gelişmelerden kaygılanmamıza neden olacak bir durum ortaya çıkarmaktadır. 

1920 yılında Karel Capek, “Rossum’un Evrensel Robotları” isimli eserinde ilk defa “robot” kavramını kullanmıştır. Robot, “köle” demektir. Zira 1920 yılında yazılan o romanda robot, bir köle olarak kurgulanmaktaydı. Yani robot, “insanlara her şeyiyle bağlı varlık” demektir. Kendisine hizmet etsin diye, kendisine bağımlı olsun diye robotları yapan insan, “Acaba ileride bu yarattığım teknolojinin efendisi olmaktan çıkıp bağımlısı olan köleleri olan nesneler haline gelebilir miyim?” sorusunu sormadı ve düşünmedi.

Satranç oyununda bir robot, bir insanı yenebilmektedir. Yahut Japonya’da yaşlı nüfusu çok fazladır ve bu ülkede yaşlılara hizmet etmek için “yaşlılara hizmet edecek robotlar” üretilmektedir. Bunların binlercesi var. Robotları farklı materyallerden de yapabiliyorlar.

İnsan gibi davranan, insan gibi hareket eden varlıklarla hayatımız dolmaya başlamaktadır. Bir süre sonra bu robotların yaygınlaşmasıyla aile sistemi ve insanlar arası ilişkiler değişecektir. Yaşlı insanlar, bir müddet sonra o robotları kontrol edemeyeceklerdir. “Robotlar ileride bize bağımlı nesneler mi olacak, yoksa bizim efendimiz olan varlıklar mı?” sorusu çok önemlidir. Bugün geleceğimizi şekillendiren gelişmelere bakarken bu soru üzerinde de düşünmemiz gerekmektedir.

Tarihe baktığımız zaman imparatorların, kralların, meclislerin, hükûmetlerin, askerlerin, dinî ve siyasal liderlerin, yöneticilerin insanlığın geleceğini düşünerek icraatta bulunmadığı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Gücü elinde bulunduranlar, daha çok günübirlik, iktidarı elde tutma amaçlı çabalar içerisinde olmuşlardır. Günümüz dünyasında insanlığın bir sorununu tek bir devletin veya tek bir siyâsî figürün çözmesi artık mümkün değildir. Nükleer silahlar, yapay zekâ, salgınlar ve iklim değişikliği gibi konularda bütün insanlığın ortak hareket etmesine ihtiyaç vardır. Paris Antlaşması’ndan Amerika çekilince, iklim değişikliği konusunda artık insanlığın yapacak çok bir şeyi kalmamaktadır. Eğer gerçekten gelecek konusunda düşünmek istiyorsak, insanlığın bir bütün olarak davranmasında yarar vardır.

İnsanın Tanrı rolü yanılgısı

Modern insanın en büyük yanılgılarından birisi, Tanrı rolünü oynamasıdır.

Firavun, Hazreti Mûsâ’ya, “Senin Tanrın ne yapar?” diye sorar. Mûsâ Peygamber, “O, hayatın ve ölümün sahibidir” cevabını verir. Bu cevap karşısında Firavun, bir kişiyi öldürür, diğer bir kişiyi serbest bırakır. Ve sonra Firavun, “Ölümü ve hayatı ben veriyorum” der…

Şimdilerde “yaşam teknolojileri ve yaşam bilimleri” adında yeni bir bilim var. “Biyoloji” diye bir şey artık yoktur; “biyo-teknoloji” dediğimiz, insanların olabildiğince ömürlerini uzatan, gen haritaları üzerinde düzenlemeler yapan, bizim bütün bilişsel yapımızı bilgisayarlara yükleyen korkunç teknolojiler vardır. Ancak Coronavirüs, hayatın ve ölümün sahibinin insan değil, Allah olduğu gerçeğini önümüze koymuştur.

Modern teknolojiler sayesinde telefonlarımız akıllı, bilgisayarlarımız akıllı, evlerimiz akıllı olmaktadır. Ama akıllı bir telefona sahip olmak, akıllı bir insan olduğumuz anlamına gelmemektedir. “Teknoloji bizi akıllılaştırıyor mu, yoksa aptallaştırıyor mu?” sorusunu sürekli sormamız gerekmektedir.


Corona sonrası dünyanın geleceğinde, mevcût olan hiçbir şey aynı olmayacaktır. Uyum sağlayanın, kendisini geliştirenin, analitik düşünenin var olabileceği bir dünyadan söz ediyoruz. Bütün okuduklarımızı çöpe atacağımız ve yeniden başlayacağımız bir gelecek bizi bekliyor. Sorgulayan ve analitik düşünen insana gelecek dünyasında yer vardır. Robotların, yapay zekânın ve diğer teknolojilerin yapamadığı şey budur. İnsanların yaptığı bütün diğer şeyleri robotlar ve makineler yapacaktır. Analitik düşünen insan üzerine var olabilen bir dünyadan bahsediyoruz.

Günümüzde yapılabilecek en ciddî iş, anne-bana olmaktır. Yani anne-baba olmaktan kastettiğim şey şudur: Geleceğin dünyasına çocuklarını hazırlayan anne-babalık…

Çocuklarımızı geleceğin dünyasına nasıl hazırlayacağız? Geleceğin insanlarının en önemli özelliğinin “sosyal olmayan varlıklar” olacağı söylenmektedir. Gelecekte kişilerin diğer insanlarla olan etkileşimleri ve iletişim yetenekleri olmayacak veya azalacaktır. Bugünkü Japonya’da dahi binlerce insan, teknoloji bağımlılığından dolayı dışarı çıkamamaktadır.

Geleneksel olarak insana dair bir tanımımız vardı. Hep insanı “sosyal bir varlık” olarak tanımladık. Biz, artık gelecekte insanı sosyal olarak tanımlayamayacağız. Anne-babanın çocuğunu şimdiden sosyalleştirmesi lâzımdır. İnsanı insana tanış kılmak, anne-babalar başta olmak üzere hepimizin görev ve sorumluluğudur. İnsan, hikâyesi olan bir varlıktır. Gelecekte insanların birer hikâyesi olmayacaktır. İnsanların çok köksüz olacağı bir geleceğe doğru gidiyoruz. İsmi “Tarih” olan, insanlığın bir hikâyesi vardır. Biz ileride böyle bir hikâye anlatamayacağız. Hikâye yapabilmek için insanın insanlık süreçlerine ve hayata katılmaya ihtiyacı vardır. Corona sonrası dünya, daha çok insanın hayattan geri çekildiği, hayatın bütün alanlarının olabildiğince -robotlar başta olmak üzere- diğer varlıklara ve otomasyona bırakılacağı bir dünya olacaktır. Anne-babanın kendi çocuğuna kendi (hayat) hikâyesini, biyografisini, kendi hayatını yaşamayı öğretmesi lâzımdır.

Corona sonrası dünyada geleceğin insanının bir diğer insana nasıl bir yaklaşım göstereceği önemlidir: “Bir diğer insana nasıl empati ve sempati ile yaklaşabilirim?” Biz, şimdiye kadar daha çok antipati ürettik ve öğrettik. Ebeveynlerin çocuklarına empatiyi öğretmesi gerekmektedir. Empati ve merhamet, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu değerlerdir. İnsanın en önemli özelliği, diğer insanlarla iş yapabilmesi, ilişki kurabilmesi, iletişim ve etkileşim içerisinde olabilmesidir. İnsanlığın başarılarının hiçbiri, bir insanın tek başına yapacağı işler değildir. Allah’ın, “İnsanî farklılıkları, birbirleri ile tanışsınlar (taarruf) ve yardımlaşsınlar diye yarattım” dediği doğal insanî gerçekliğimizi anlamaya ihtiyacımız vardır.

Bu gelişmeler aslında bize şu soruyu ciddî bir şekilde sordurmaktadır: İnsanlığın bir geleceği olacak mı? Ya da gelecekte insanlık dediğimiz tür, varlığını devam ettirecek mi?

Geleceğin dünyasında insanın yardımlaşma yeteneğini kaybeden bir insan olma ihtimâli yüksektir. Çocuklarımıza insan grubu içerisinde nasıl çalışılacağını ve üretileceğini öğretmek lâzımdır. Çocuklarımıza geçmişteki yanlışlarımızı dayatarak onların hayatlarını ve geleceklerini mahvetmeyelim. Çocuklarımıza geleceğin teknolojilerini, geleceğe nasıl adapte olabileceklerini, nasıl hızlı bir şekilde değişim gösterebileceklerini öğretmemiz gerekmektedir.

Robotlara bir yazılımı yüklediğimiz zaman, onlar hızlıca önümüze geçmektedirler. Yapay zekâ çok hızlı gelişmekte ve değişmektedir. Bizim çok hızlı bir şekilde geleceğin teknolojilerine adapte olan, analitik düşünce yeteneği çok gelişmiş insanlar yetiştirmemiz gerekmektedir.