GÜN geçtikçe “ulus devlet”in zararlarını anlatanlar yeni
örnekler ile ortaya çıkmaktadır. Bazıları bilimsel bir çalışmayla zararların
tamamını önceden yazmayı mümkün görmediklerinden olmalı ki parçalara ayırarak
ya da geçmişte yaşanmış olayların içindeki, ulus devletin gizlediği kirli
geçmişini tespit etmeye çalışmaktadırlar.
Ayrılıkçılığı kutsayan tekrarlarda görüldüğü gibi
bütün kötülüklerin kaynağında ulus devleti görmektedirler. Onlara göre tek
bayrak, tek devlet yerine çok bayrak, çok devlet olsaydı yaşanan kötülüklerin
ve sorunların hiçbiri olmayacaktı. Türkiye’nin tek bir devlet yapısı ile idâre
edilmesine fena duydukları kin giderek büyümektedir. Türkiye’nin kaç parçaya
bölünmesiyle mutlu olacaklarını ise bir sır gibi saklamaktadırlar.
Onlar için ulus devletten de önce asıl düşman “Türk”
adıdır. “Önceleri Rumeli, daha sonrasında Anadolu olarak ifâde edilen
topraklarda kurulduğu” söylenen bu Türkiye adından duydukları rahatsızlığı
hiçbir şeyden duymamışlardır.
Rumeli ile Türkiye adları, içerik olarak birbirinin
karşılığıdır. Birinde Rumların yeri-yurdu, diğerinde Türklerin yeri-yurdu
vurgusu vardır. “Rumeli” adında bir ırk vurgusu görmeyip doğal görenlerin
Türkiye adından bir ırkçılık icat etmeleri ve diğer ırklar için felâket
çıkarmalarını psikoloji ilmiyle açıklamak da giderek zorlaşmaktadır. Yine
psikoloji ilminin imkânları dışında elde başka bir çâre yoktur.
Elbette tarihin seyri içinde Rumeli adının Türkiye
adıyla yer değiştirmesinden duydukları derin acılarını hissetmemek mümkün
değildir. Bir taraf için doğal ve belki kendiliğinden oluşan bu tarihî değişim,
diğer taraf için henüz atlatılamamış bir travma gibi durmaktadır. Zulmün
1453’te başladığını söyleyenler ile birlikte Türkiye’yi Rumeli olarak görmek
isteyenlerin milâdı daha eskidir. İstanbul’un Fethi’nden önceki bir zamana,
Malazgirt’in Fethi’ne kadar uzanmaktadır.
Türkiye adı bir ırkı hatırlattığı, ulus devlete zemin
hazırladığı için yanlış değildir. Öyle olsa, Rumeli adı da bir ırkı
hatırlatmaktadır. Rum egemenliğinin yani Bizans’ın döneminde Rum olmayanların
nasıl felâketlere maruz kaldığını Urfalı Mateos’un “Vekayinâme”si
öğretmektedir. Bu yüzden ulus devlete, Türkiye adına duyulan tepkiyi “ırkçılığa
itiraz” çerçevesinde görmek isabetli değildir. Bu, Türk adının ve Türklerin
varlığının yol açtığı bir düşmanlık, bir takıntı hâlidir. Aksi hâlde, bir ad
olarak Rumeli meşru olurken, Türkiye neden gayr-i meşru olsun?
Türklerin bu bölgedeki hâkimiyeti, Rumlara göre daha
uzun sürelidir. Zaman aralığından bu olaya bakıldığında, Rumeli adını doğal
saydırmanın çok başka psikolojik nedenleri olmalıdır.
Tek parti diktatörlüğünün zulümleri ele alınırken, “Önce
Müslümanlar hedef tahtasına konuldu” vurgusu bir işâret taşı olabilir. Bu
tespit tümüyle ırkî hassasiyetlerden arınmış, tarihi ve toplumu İslâm çerçevesi
içinden görme çabası gibi görünebilir. Bazıları için bir çeşit dindarlık işâreti
de olabilir. O kadar ki, “Müslümanlar” diyor da başka bir şey demiyor! Çünkü
“Müslümanlar” adlandırmasından sonra başka bir ada yer vermek, “İslâm ümmetini”
bölmek gibi bir gizli anlama gelebilir. Müslüman adlandırmasının dışında
kullanılan her ad, her sıfat, câhiliyenin bir uzantısı ve tekrarı olabilir.
İslâm câhiliyenin her uzantısını mahkûm etmişken, Müslüman adı yerine başka bir
ada ihtiyaç duymak bir sapma, bir saplantı olarak görülebilir.
Ancak “Önce Müslümanlar hedef tahtasına konuldu”
vurgusunda gizli olan câhiliye düşmanlığı, “Rumeli” adına gösterilen özende hiç
etkili olmuyor. Çünkü Osmanlı döneminde “Rum-Rumluk” her ne kadar galat-ı
meşhur olarak “Ortodoksluk” anlamında kullanılmış ise de hakikat-i hâlde
Rumluk, bir ırkın, Rum ırkının karşılığıdır. Rum ırkının adını farklı kılan ve
câhiliye nitelendirmesinin dışına çıkaran nedir?
“Önce Müslümanlar hedef tahtasına konuldu”
vurgusundaki Müslümanlar kimdirler? Hangi dili konuşurlar? Bunların bir adı var
mıdır? Belli ki, bu tür sorular da câhiliyeden sayılmıştır. Çünkü bir ırk adına
götürecek sorular doğrudan câhiliyenin alâmet-i fârikası kabul edilmiştir. Bu
vurgudaki samîmiyetiyle, madem her şey İslâm’ın ölçülerine göre ölçülmektedir,
o hâlde bu sorular da kendiliğinden önemsiz sayılabilir.
Ne var ki, bu vurgunun hemen ardından gelen cümle,
ortada bir samîmiyetin olmadığını ayan beyan göstermektedir: “Kürt ve Müslüman
olanları daha sert müdahaleler bekliyordu…”
Kürtler zâten Müslüman iken, o hâlde “Müslümanlar”
adlandırmasının dışında ayrıca Kürt vurgusunun anlamı nedir? Kürt olmayanlar
için “Müslümanlar” adlandırması yeterli iken, Kürtler için nasıl yetersiz
olmuştur?
İsmail Beşikçi, her türlü ırkçılığı lânetlediğini
söylerken, “Sömürülen Kürtlerin yaptığı ise ırkçılık değildir” gibi bir vecize
icat etmiştir. Beşikçi’nin vecizesini hatırlatır gibi, “Müslümanlar”
adlandırmasının dışında “Kürt” adının vurgulanması, ırk adı kullanmanın herkes
için yanlış olmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Rumlar için de ırk adının kullanılmasının
yanlış olmadığı ise “Rumeli” adlandırmasıyla belirtilmiştir. Rum ve Kürt
ırkları için hak ve doğru olan bir eylem kimler için yanlıştır? Ancak
“Müslümanlar” adlandırmasını/vurgusunu sadece “Türk” adını örtmek için yapmaktadırlar.
Tek parti döneminde “Türk” adı İslâm’ı örtmek için bir bahane olarak
kullanılmışken, şimdi “Müslümanlar” adı, Türk adını kapatmanın bahanesi hâline
getirilmektedir.
Bâtıl Söz’ün sahipleri, yalnızca Türk adının
kullanılmasını haksız, yanlış ve ırkçılık görmektedirler. “Müslümanlar”
adlandırmasını da zâten Türk’ü kapatmak için bir örtü olarak kullanmaktadırlar.
Irk adını kullanmak herkes için meşru ve olağan iken, yalnızca Türkler için
gayr-i meşru ve olağan dışıdır. Böylece İslâm’ın ilkeleri her topluluk için
farklı yasaklar hâline getirilmektedir. Türk adını ayrıca İslâm ümmetini bölmenin
aracı saymaktadırlar. Câhiliye dönemine özenti diye görmektedirler.
Haksızlık Türklere yapılınca sorun yok mu?
Buna karşılık, “Ardından ise sıra gayr-i Müslimlere
geldi. 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar gayr-i Müslimlerin maruz kaldığı milliyetçi
saldırganlığın en önemli tarihlerinden birisidir” denilmektedir. Tarihte
Türkler ile sorun yaşamış olan hangi topluluk var ise (Müslim, gayr-i Müslim
ayırımı gözetmeksizin) kesinlikle haklı ve mağdur taraf iken, yalnızca Türkleri
haksız, zalim ve saldırgan taraf kabul etmektedirler.
Bu bakış açısına göre Rumların ve Yunanların Kıbrıs’ta
ve Yunanistan’da Müslümanlara (Türklere ve Arnavutlara) yaptıkları önemli değildir.
Türkler ve Rumlar karşı karşıya geldiklerinde mutlaka Türkler haksız, Rumlarsa
haklı taraf sayıldıkları için 1821’den itibâren önce Mora yarımadasında, sonra bugünkü
Yunanistan’da Türklerin ve Arnavutların maruz kaldıkları zulümlerin hiçbir
önemi olmadığı gibi, 1878 Kıbrıs Muahedesi ile İngilizlere bırakılan Kıbrıs’ta
1955’e kadar işlenen vahşetler de önemsizdir. Çünkü Türklere karşı yapılmıştır.
“Gayr-i Müslimler” denildiği için bir ırk vurgusunun
olmadığı düşünülebilir. Ancak bu düşünce yersizdir. Hemen ardından, “Tamamen
kurmaca, baştan sona yalan haberlerle Türk milliyetçiliği yükseltildi ve Rum,
Ermeni, gayr-i Müslim nüfus hedef hâline getirildi” ifâdesi yer alıyor. Görüldüğü
gibi, gayr-i Müslim nüfustan kimlerin kastedildiği, sonraki cümlede
“Rum-Ermeni” ikilisinin adıyla açıklanmıştır. Bu ikili mazlum, buna karşılık
Türklerse “zalim-saldırgan” taraf olarak takdim edilmiştir.
Bu görüşlerde elbette hak ve adâlet yoktur. Rumlar ve
Ermeniler adına tarihin tahrifi ve İslâm’ın istismar edilmesi çabası vardır.
Türkler de nihâyet bir insan topluluğudur. İçlerinde
iyisi kötüsü, az anlayanı, çok anlayanı, doğru yolda olanı, yanlış yolda olanı
vardır; ancak Türkler ile diğer toplulukların karşı karşıya geldikleri her
olayda Türklerin mutlak surette haksız-saldırgan, buna karşılık Rum-Ermeni ve
diğer tarafın kesinlikle haklı ve mazlum olarak gösterilmesi, İslâm’ın hangi
ilkesi ile açıklanabilir?
İslâm ümmetinin birliği için sabah akşam çağrıda bulunuyormuş
gibi yapanların, Türkler söz konusu olduğunda Rum-Ermeni ikilisinin yanında saf
tutması garip değil midir? Türkiye’de, içinde Türklerin olmadığı bir “İslâm
ümmeti” birliği nasıl olacaktır? Türklerin Müslümanlığı için kendilerini
papalık benzeri onay mâkâmı görenler Türklerin Müslümanlığını geçersiz
saydıkları için olmalı ki içinde Türklerin olmadığı bir “İslâm ümmeti” birliği
hayâlini pazarlamaktadırlar.
Türkler ve Arnavutların Yunanistan’da ve adalarda
gördükleri zulümler için söyledikleri tek cümleleri olmayanların 6-7 Eylül edebiyatı
için yarışmaları, insanlık adına utanılacak bir ikiyüzlülük örneğidir. 6-7
Eylül öncesinde Özel Harp Dairesi’nin kendi anlayışına göre bazı tertipler
alması, Türklerin uğradıkları katliamları ortadan kaldırır mı? “Atatürk’ün Selânik’teki
evi saldırıya uğradı” diye gazetelerde haberlerin yer alması, Kıbrıs’ta
Türklerin uğradığı zulümleri ortadan kaldırır mı?
Azınlık olan Rumlar ve Ermeniler tarihte “Zımmi”
muamelesi görmüştür. Zımmî, “eman verilen, güven verilen” demektir. Ancak
Rumlar ve Ermeniler, hiçbir zaman sâdık kalmamışlardır. Rusların, İngiliz ve
Fransızların bayraklarını gördüklerinde komşularına saldırmıştır. 1919-1922
döneminde fiilen İngiltere ve Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye karşı, Türk
halkına karşı suç işlemişlerdir. Maalesef Türkiye, Lozan’da büyük bir tertiple
karşılaşmış ve bu hainler için genel af ilân edilmiştir.
Rum ve Ermeni ikilisi için genel af ilân edilmesi,
bunların Türkiye’ye karşı işledikleri suçları ortadan kaldırmamış, ibra
etmemiştir. Kemal Paşa’nın Selânik’teki evinin saldırıya uğrayıp uğramadığı
haberi Rum ve Ermenilerin geçmişte yapıp ettiklerini ortadan kaldırmaz. Sadece
Özel Harpçilerin meşruiyeti yanlış yerde aradıklarını gösterir.
Rumlar ve Ermeniler için neredeyse bütün bir yıl yas
tutup bunu “İslâmcılık” diye pazarlayanların, bir dönem 70 câminin olduğu
Atina’da bugün bir tane dahi câminin olmadığının ne mânâya geldiğini
anlamalarını beklemek beyhudedir. Çünkü Türklere duydukları kin ve nefret,
duyularını ve vicdanlarını yok etmiştir. Türkiye’de Türklere karşı
düşmanlıklarını “İslâmcılık” etiketiyle sürdürmeleri, Türklerin aymazlığı kadar
nankörlük ettikleri bir özgürlük ortamı içinde olduklarını
göstermektedir.