6-7 Eylül edebiyatı

Rumlar ve Ermeniler için neredeyse bütün bir yıl yas tutup bunu “İslâmcılık” diye pazarlayanların, bir dönem 70 câminin olduğu Atina’da bugün bir tane dahi câminin olmadığının ne mânâya geldiğini anlamalarını beklemek beyhudedir. Çünkü Türklere duydukları kin ve nefret, duyularını ve vicdanlarını yok etmiştir. Türkiye’de Türklere karşı düşmanlıklarını “İslâmcılık” etiketiyle sürdürmeleri, Türklerin aymazlığı kadar nankörlük ettikleri bir özgürlük ortamı içinde olduklarını göstermektedir.

GÜN geçtikçe “ulus devlet”in zararlarını anlatanlar yeni örnekler ile ortaya çıkmaktadır. Bazıları bilimsel bir çalışmayla zararların tamamını önceden yazmayı mümkün görmediklerinden olmalı ki parçalara ayırarak ya da geçmişte yaşanmış olayların içindeki, ulus devletin gizlediği kirli geçmişini tespit etmeye çalışmaktadırlar.

Ayrılıkçılığı kutsayan tekrarlarda görüldüğü gibi bütün kötülüklerin kaynağında ulus devleti görmektedirler. Onlara göre tek bayrak, tek devlet yerine çok bayrak, çok devlet olsaydı yaşanan kötülüklerin ve sorunların hiçbiri olmayacaktı. Türkiye’nin tek bir devlet yapısı ile idâre edilmesine fena duydukları kin giderek büyümektedir. Türkiye’nin kaç parçaya bölünmesiyle mutlu olacaklarını ise bir sır gibi saklamaktadırlar.

Onlar için ulus devletten de önce asıl düşman “Türk” adıdır. “Önceleri Rumeli, daha sonrasında Anadolu olarak ifâde edilen topraklarda kurulduğu” söylenen bu Türkiye adından duydukları rahatsızlığı hiçbir şeyden duymamışlardır.

Rumeli ile Türkiye adları, içerik olarak birbirinin karşılığıdır. Birinde Rumların yeri-yurdu, diğerinde Türklerin yeri-yurdu vurgusu vardır. “Rumeli” adında bir ırk vurgusu görmeyip doğal görenlerin Türkiye adından bir ırkçılık icat etmeleri ve diğer ırklar için felâket çıkarmalarını psikoloji ilmiyle açıklamak da giderek zorlaşmaktadır. Yine psikoloji ilminin imkânları dışında elde başka bir çâre yoktur.

Elbette tarihin seyri içinde Rumeli adının Türkiye adıyla yer değiştirmesinden duydukları derin acılarını hissetmemek mümkün değildir. Bir taraf için doğal ve belki kendiliğinden oluşan bu tarihî değişim, diğer taraf için henüz atlatılamamış bir travma gibi durmaktadır. Zulmün 1453’te başladığını söyleyenler ile birlikte Türkiye’yi Rumeli olarak görmek isteyenlerin milâdı daha eskidir. İstanbul’un Fethi’nden önceki bir zamana, Malazgirt’in Fethi’ne kadar uzanmaktadır.

Türkiye adı bir ırkı hatırlattığı, ulus devlete zemin hazırladığı için yanlış değildir. Öyle olsa, Rumeli adı da bir ırkı hatırlatmaktadır. Rum egemenliğinin yani Bizans’ın döneminde Rum olmayanların nasıl felâketlere maruz kaldığını Urfalı Mateos’un “Vekayinâme”si öğretmektedir. Bu yüzden ulus devlete, Türkiye adına duyulan tepkiyi “ırkçılığa itiraz” çerçevesinde görmek isabetli değildir. Bu, Türk adının ve Türklerin varlığının yol açtığı bir düşmanlık, bir takıntı hâlidir. Aksi hâlde, bir ad olarak Rumeli meşru olurken, Türkiye neden gayr-i meşru olsun?

Türklerin bu bölgedeki hâkimiyeti, Rumlara göre daha uzun sürelidir. Zaman aralığından bu olaya bakıldığında, Rumeli adını doğal saydırmanın çok başka psikolojik nedenleri olmalıdır.

Tek parti diktatörlüğünün zulümleri ele alınırken, “Önce Müslümanlar hedef tahtasına konuldu” vurgusu bir işâret taşı olabilir. Bu tespit tümüyle ırkî hassasiyetlerden arınmış, tarihi ve toplumu İslâm çerçevesi içinden görme çabası gibi görünebilir. Bazıları için bir çeşit dindarlık işâreti de olabilir. O kadar ki, “Müslümanlar” diyor da başka bir şey demiyor! Çünkü “Müslümanlar” adlandırmasından sonra başka bir ada yer vermek, “İslâm ümmetini” bölmek gibi bir gizli anlama gelebilir. Müslüman adlandırmasının dışında kullanılan her ad, her sıfat, câhiliyenin bir uzantısı ve tekrarı olabilir. İslâm câhiliyenin her uzantısını mahkûm etmişken, Müslüman adı yerine başka bir ada ihtiyaç duymak bir sapma, bir saplantı olarak görülebilir.

Ancak “Önce Müslümanlar hedef tahtasına konuldu” vurgusunda gizli olan câhiliye düşmanlığı, “Rumeli” adına gösterilen özende hiç etkili olmuyor. Çünkü Osmanlı döneminde “Rum-Rumluk” her ne kadar galat-ı meşhur olarak “Ortodoksluk” anlamında kullanılmış ise de hakikat-i hâlde Rumluk, bir ırkın, Rum ırkının karşılığıdır. Rum ırkının adını farklı kılan ve câhiliye nitelendirmesinin dışına çıkaran nedir?

“Önce Müslümanlar hedef tahtasına konuldu” vurgusundaki Müslümanlar kimdirler? Hangi dili konuşurlar? Bunların bir adı var mıdır? Belli ki, bu tür sorular da câhiliyeden sayılmıştır. Çünkü bir ırk adına götürecek sorular doğrudan câhiliyenin alâmet-i fârikası kabul edilmiştir. Bu vurgudaki samîmiyetiyle, madem her şey İslâm’ın ölçülerine göre ölçülmektedir, o hâlde bu sorular da kendiliğinden önemsiz sayılabilir.

Ne var ki, bu vurgunun hemen ardından gelen cümle, ortada bir samîmiyetin olmadığını ayan beyan göstermektedir: “Kürt ve Müslüman olanları daha sert müdahaleler bekliyordu…”

Kürtler zâten Müslüman iken, o hâlde “Müslümanlar” adlandırmasının dışında ayrıca Kürt vurgusunun anlamı nedir? Kürt olmayanlar için “Müslümanlar” adlandırması yeterli iken, Kürtler için nasıl yetersiz olmuştur?

İsmail Beşikçi, her türlü ırkçılığı lânetlediğini söylerken, “Sömürülen Kürtlerin yaptığı ise ırkçılık değildir” gibi bir vecize icat etmiştir. Beşikçi’nin vecizesini hatırlatır gibi, “Müslümanlar” adlandırmasının dışında “Kürt” adının vurgulanması, ırk adı kullanmanın herkes için yanlış olmadığı sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Rumlar için de ırk adının kullanılmasının yanlış olmadığı ise “Rumeli” adlandırmasıyla belirtilmiştir. Rum ve Kürt ırkları için hak ve doğru olan bir eylem kimler için yanlıştır? Ancak “Müslümanlar” adlandırmasını/vurgusunu sadece “Türk” adını örtmek için yapmaktadırlar. Tek parti döneminde “Türk” adı İslâm’ı örtmek için bir bahane olarak kullanılmışken, şimdi “Müslümanlar” adı, Türk adını kapatmanın bahanesi hâline getirilmektedir.

Bâtıl Söz’ün sahipleri, yalnızca Türk adının kullanılmasını haksız, yanlış ve ırkçılık görmektedirler. “Müslümanlar” adlandırmasını da zâten Türk’ü kapatmak için bir örtü olarak kullanmaktadırlar. Irk adını kullanmak herkes için meşru ve olağan iken, yalnızca Türkler için gayr-i meşru ve olağan dışıdır. Böylece İslâm’ın ilkeleri her topluluk için farklı yasaklar hâline getirilmektedir. Türk adını ayrıca İslâm ümmetini bölmenin aracı saymaktadırlar. Câhiliye dönemine özenti diye görmektedirler.

Haksızlık Türklere yapılınca sorun yok mu?

Buna karşılık, “Ardından ise sıra gayr-i Müslimlere geldi. 6-7 Eylül 1955’te yaşananlar gayr-i Müslimlerin maruz kaldığı milliyetçi saldırganlığın en önemli tarihlerinden birisidir” denilmektedir. Tarihte Türkler ile sorun yaşamış olan hangi topluluk var ise (Müslim, gayr-i Müslim ayırımı gözetmeksizin) kesinlikle haklı ve mağdur taraf iken, yalnızca Türkleri haksız, zalim ve saldırgan taraf kabul etmektedirler.

Bu bakış açısına göre Rumların ve Yunanların Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da Müslümanlara (Türklere ve Arnavutlara) yaptıkları önemli değildir. Türkler ve Rumlar karşı karşıya geldiklerinde mutlaka Türkler haksız, Rumlarsa haklı taraf sayıldıkları için 1821’den itibâren önce Mora yarımadasında, sonra bugünkü Yunanistan’da Türklerin ve Arnavutların maruz kaldıkları zulümlerin hiçbir önemi olmadığı gibi, 1878 Kıbrıs Muahedesi ile İngilizlere bırakılan Kıbrıs’ta 1955’e kadar işlenen vahşetler de önemsizdir. Çünkü Türklere karşı yapılmıştır.

“Gayr-i Müslimler” denildiği için bir ırk vurgusunun olmadığı düşünülebilir. Ancak bu düşünce yersizdir. Hemen ardından, “Tamamen kurmaca, baştan sona yalan haberlerle Türk milliyetçiliği yükseltildi ve Rum, Ermeni, gayr-i Müslim nüfus hedef hâline getirildi” ifâdesi yer alıyor. Görüldüğü gibi, gayr-i Müslim nüfustan kimlerin kastedildiği, sonraki cümlede “Rum-Ermeni” ikilisinin adıyla açıklanmıştır. Bu ikili mazlum, buna karşılık Türklerse “zalim-saldırgan” taraf olarak takdim edilmiştir.

Bu görüşlerde elbette hak ve adâlet yoktur. Rumlar ve Ermeniler adına tarihin tahrifi ve İslâm’ın istismar edilmesi çabası vardır.

Türkler de nihâyet bir insan topluluğudur. İçlerinde iyisi kötüsü, az anlayanı, çok anlayanı, doğru yolda olanı, yanlış yolda olanı vardır; ancak Türkler ile diğer toplulukların karşı karşıya geldikleri her olayda Türklerin mutlak surette haksız-saldırgan, buna karşılık Rum-Ermeni ve diğer tarafın kesinlikle haklı ve mazlum olarak gösterilmesi, İslâm’ın hangi ilkesi ile açıklanabilir?

İslâm ümmetinin birliği için sabah akşam çağrıda bulunuyormuş gibi yapanların, Türkler söz konusu olduğunda Rum-Ermeni ikilisinin yanında saf tutması garip değil midir? Türkiye’de, içinde Türklerin olmadığı bir “İslâm ümmeti” birliği nasıl olacaktır? Türklerin Müslümanlığı için kendilerini papalık benzeri onay mâkâmı görenler Türklerin Müslümanlığını geçersiz saydıkları için olmalı ki içinde Türklerin olmadığı bir “İslâm ümmeti” birliği hayâlini pazarlamaktadırlar.

Türkler ve Arnavutların Yunanistan’da ve adalarda gördükleri zulümler için söyledikleri tek cümleleri olmayanların 6-7 Eylül edebiyatı için yarışmaları, insanlık adına utanılacak bir ikiyüzlülük örneğidir. 6-7 Eylül öncesinde Özel Harp Dairesi’nin kendi anlayışına göre bazı tertipler alması, Türklerin uğradıkları katliamları ortadan kaldırır mı? “Atatürk’ün Selânik’teki evi saldırıya uğradı” diye gazetelerde haberlerin yer alması, Kıbrıs’ta Türklerin uğradığı zulümleri ortadan kaldırır mı?

Azınlık olan Rumlar ve Ermeniler tarihte “Zımmi” muamelesi görmüştür. Zımmî, “eman verilen, güven verilen” demektir. Ancak Rumlar ve Ermeniler, hiçbir zaman sâdık kalmamışlardır. Rusların, İngiliz ve Fransızların bayraklarını gördüklerinde komşularına saldırmıştır. 1919-1922 döneminde fiilen İngiltere ve Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye karşı, Türk halkına karşı suç işlemişlerdir. Maalesef Türkiye, Lozan’da büyük bir tertiple karşılaşmış ve bu hainler için genel af ilân edilmiştir.

Rum ve Ermeni ikilisi için genel af ilân edilmesi, bunların Türkiye’ye karşı işledikleri suçları ortadan kaldırmamış, ibra etmemiştir. Kemal Paşa’nın Selânik’teki evinin saldırıya uğrayıp uğramadığı haberi Rum ve Ermenilerin geçmişte yapıp ettiklerini ortadan kaldırmaz. Sadece Özel Harpçilerin meşruiyeti yanlış yerde aradıklarını gösterir.

Rumlar ve Ermeniler için neredeyse bütün bir yıl yas tutup bunu “İslâmcılık” diye pazarlayanların, bir dönem 70 câminin olduğu Atina’da bugün bir tane dahi câminin olmadığının ne mânâya geldiğini anlamalarını beklemek beyhudedir. Çünkü Türklere duydukları kin ve nefret, duyularını ve vicdanlarını yok etmiştir. Türkiye’de Türklere karşı düşmanlıklarını “İslâmcılık” etiketiyle sürdürmeleri, Türklerin aymazlığı kadar nankörlük ettikleri bir özgürlük ortamı içinde olduklarını göstermektedir.