Fetih şuuru: İmkânın sınırını görmek için imkânsızı denemek

Fetih, “imkânsız” denilenin başarı ile sonuçlanmasıdır. Tıpkı İstanbul’un Fethi gibi… Ve Nebevî (sav) bir öğüt vardır ki, “fethedilen yerden göç etmek olmaz”. Müslüman, fethettiği yerden hicret edemez, bunun için mücadele verir. Tıpkı Çanakkale’deki gibi, İstiklâl Harbi’ndeki gibi… Çanakkale’de düşmanın komutanı General Hamilton ne diyordu? “Biz gökten inenleri gördük, elbette mağlûp olduk.” Çünkü zafer, inananlarındır.

FETHİ anlatmak için Fatih’in o veciz ifadesiyle başlamalı: “İmkânın sınırını görmek için imkânsızı denemek lâzım.” İşte fethe giden zaferin anahtarı, bu sözün sırrında saklı!


Fatih Sultan Mehmed Han’ın “fetih şuuru”, günümüzün gençliği tarafından mutlaka iyi okunması ve analiz edilmesi gereken tarihî bir gerçektir. Hafızalarımızı tazelemek, yarına umutla bakmanın gereğidir. Öyle ya, 1451 yılında tahta oturan İkinci Mehmed Han, 19 yaşındaydı. Evet, sadece 19 yaşında! Bugünün gençliği bunu derinlemesine görmeli ve idrak etmelidir.


Avrupa, o günlerde genç Padişah’ın başarılı olamayacağını ve Balkanlar ile Ege’deki Hıristiyan güçlere karşı yenileceğini öngörüyordu. Sultan Mehmed’in Avrupa’ya karşı olan sakin tavrı da bu düşünceyi destekliyordu. Fakat düşünceler ve davranışların birbirinden farklı olabileceği hesaba katılmamıştı. Ne demişti başta? “İmkânın sınırını görmek için imkânsızı denemek lâzım.” O da böyle yapıp, “imkânsız” denileni deneyecekti.


İmkânsızın matematiği


İlk olarak 1452 yılında, İstanbul Boğazı’nın Avrupa yakasının en stratejik noktasına Rumeli Hisarı inşâ edildi. Rumeli Hisarı, Bizans İmparatorluğu sınırlarına yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaydı. Rumeli Hisarı (Boğazkesen) ve yine aynı süreçte inşâ edilen Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı ile Boğaz’da geçiş kontrolleri sağlanmış oldu ve Karadeniz’e giden Cenova birlikleri engellendi.


Ekim 1452’de İkinci Mehmed Han, Turahan Bey’e Mora yarımadasında büyük bir garnizon kuvveti oluşturması emrini verdi. Böylece Güney Yunanistan’daki iki despot olan Dimitrios Paleologos ve Thomas Paleologos’un İstanbul’un muhasara altına alındığı sırada On Birinci Konstantinos’a yardım etmesi engellenecekti. Dedik ya, bunu da o sene 20 yaşına eren bir genç yapıyordu. Şöyle diyordu: “Baykuştan pervamız yok, biz şahinler sürüsüyüz!”


Sultan Mehmed Han’ın niyetini anlayan Konstantinos, Batı Avrupa’dan yardım istediğinde Doğu ve Batı Kiliseleri arasında yüzyıllardır süren mezhep ve siyaset savaşı sorunuyla karşılaştı. Sultan Mehmed Han ile şehrin ve dolayısıyla tahtın kansız teslimi meselesini görüşmek üzere, Şubat 1453’te Venedik’ten bir heyet, Konstantinopolis’e geldi. Fakat 6 Nisan’da başlayan fetih muhasarası, her şey için artık çok geç olduğunun habercisiydi. Artık 21 yaşında olan genç Padişah, o imkânsızı başarmak için kararlıydı…


Bizans İmparatoru On Birinci Konstantinos, Sultan İkinci Mehmed’i sakinleştirmek için hediyelerle birlikte elçilerini gönderdi. Peki, ne oldu? Bu ziyaretler, elçilerin infazıyla sonuçlandı. Bunun üzerine Haliç bölgesinde olası bir askerî atak durumuna karşı İmparator Konstantinos, Haliç’e dövme demirden uzun bir zincir gerdi. Böylece Osmanlı Ordusu’nun Haliç’e girmesi önlenecekti. Benzer bir savunma yöntemi, 1204 yılında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferi’nde de yapılmıştı, bu tecrübeyle Fatih olmaya aday İkinci Mehmed Han şöyle diyordu: “Onlar korkularından denizi zincirleyecek kadar akıllı ise, biz de gemileri karadan yürütebilecek kadar deliyiz.”


Konstantinopolis’i koruyan ordu, 2 bini yabancı paralı askerlerden oluşan, toplum 7 bin kişilik bir orduydu ve son derece zayıftı. O dönem Konstantinopolis surları içerisinde yaklaşık 50 bin kadar kişi yaşıyordu. Osmanlı Ordusu ise 50 bin ilâ 80 bin kişilik bir orduydu. 


21 yaşındaki İkinci Mehmed, fethi kafasına koymuş olarak dönemin en büyük savaş toplarını yaptırdı. Macar usta Urban’ın tasarladığı “Şahi” topları, surları yıkacak kadar güçlüydü. Bizans’ın Haliç’i zincirle kapatması üzerine İkinci Mehmed Han, gemileri karadan yürüterek Haliç’e indirdi. Bu hamle, tarihe geçen, inanılmaz bir strateji ürünüydü.




İmparator Konstantinos, Haliç’e dövme demirden uzun bir zincir gerdi. Böylece Osmanlı Ordusu’nun Haliç’e girmesi önlenecekti. Benzer bir savunma yöntemi, 1204 yılında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferi’nde de yapılmıştı, bu tecrübeyle Fatih olmaya aday İkinci Mehmed Han şöyle diyordu: “Onlar korkularından denizi zincirleyecek kadar akıllı ise, biz de gemileri karadan yürütebilecek kadar deliyiz.”


“Fatih” Sultan Mehmed Han


Kuşatma, 6 Nisan 1453’te başladı ve 54 günün sonunda, 29 Mayıs’ta son hücumla şehir alındı. Artık İkinci Mehmed, “Fatih Sultan Mehmed Han” idi.


Fatih, fetihten sonra Bizans’ın ve Hıristiyanlığı en önemli sembolü hükmündeki bir mabet olan Ayasofya’yı camiye çevirdi, ilk ezanı okuttu ve şükür namazı kıldı. Şehirdeki halka hoşgörüyle yaklaştı, Galata’daki Cenevizlilere ve Rumlara geri dönme izni verdi. Çünkü fethe giden yolda şunu diyordu: “Biz toprakları değil, gönülleri fethetmeye gidiyoruz...”


Fetihten sonra Anadolu ve Balkanlardaki fetihlerine devam ederek Trabzon, Mora, Bosna, Sırbistan ve Kırım gibi bölgeleri Osmanlı’ya kattı. İstanbul’un Fethi böylece Osmanlı Devleti’ni bir dünya gücü yaparak Avrupa’da büyük yankı uyandırdı.


Fetihten 28 yıl sonra, 3 Mayıs 1481 günü Türk tarihinin en namlı hükümdarlarından biri olan Fatih, 49 yaşında, Gebze’de dünyasını değiştirdi. (Ölüm nedeni kesin şekilde bilinmese de GUT hastalığı veya zehirlenme ihtimâlleri üzerinde durulur.) Naaşı, İstanbul’daki Fatih Camiî yanındaki türbede sırlıdır.


Fatih’in şuur kaynağı


Peki, Fatih Sultan Mehmed Han, bu şuura nereden ulaşmıştı? Efendimizin (sav) gönülleri fethederek başlattığı ve Hayber ile yükselttiği fetih şuuru, özellikle Hazreti Ömer’in Halifeliği döneminde Ashab’ın en geniş alana yayılan fetih harekâtıydı. Büyük Türk devletleri de bu bilinçle inşâ olunmuşlardı. Tâ ki Moğol İstilâsı ve sonrasında Emir Timur’un Ankara Savaşı’ndaki galibiyetine kadar… Bir süre fetret yaşayan Osmanlı, Fatih’in İstanbul üzerine kurduğu Kızılelma ideali ile ölü toprağını üzerinden tamamen attı ve Doğu Roma’nın başkenti İstanbul, böylece fethedildi. 


Fatih’in beslendiği şuur kaynağı, işte kökü Efendimizin (sav) müjdesine dayanan bu fetih düşüncesiydi. Fatih ile “üçüncü fetih harekâtı başladı ve Roma da İslâm’ın oldu” (Ahmed, Müsned).


İstanbul’un Fethi, Türk-İslâm tarihinin en ileri kayıtlarından biri olarak Fatih’in en büyük başarısıdır. Konstantinopolis olarak bilinen şehir devleti, yaklaşık bin yıllık Bizans İmparatorluğu’nun başkentiydi ve stratejik konumuyla hem Hıristiyanlık, hem de İslâm dünyası için önemliydi. Fatih genç yaşta tahta çıktığında (1451), aklında bu şehri alma fikri vardı. Peygamber Efendimizin (sav), “Konstantiniyye elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan, ne güzel komutan; onu fetheden ordu, ne güzel ordudur” hadîsi ise, Fatih’i “imkânsızı başarmak” noktasında motive eden en önemli mesajı taşıyordu.


Fatih, sadece askerî bir deha değil, aynı zamanda entelektüel bir hazineye sahip derin bir hükümdardı. Arapça, Farsça, Yunanca ve İtalyanca gibi pek çok lisanı konuşup, okuyup yazmanın yanında matematik, astronomi ve felsefeye de hâkimdi. “Avnî” mahlasıyla şiirler yazdı. İstanbul’u fethettikten sonra şehri yeniden inşâ etti; Topkapı Sarayı, Fatih Camiî ve Fethiye Medresesi gibi pek çok eser yaptırdı. Osmanlı’ya “imparatorluk” unvanını kazandırdı. Onun kararlılığı, zekâsı ve yenilikçi stratejileri, ismini tarihin en büyük liderlerinden biri hâline getirdi.


Fetih ve fethin şuuru


Fatih’in aşıladığı fetih bilinciyle beslenen isimlerden biri de merhum Muhsin Yazıcıoğlu idi. Bu yüksek şuura misâl veren özel bir anısı ise şöyle gelişmişti: 80 döneminde Avrupalı gazeteciler, cezaevlerindeki gençlerden Devlet aleyhinde röportajlar almaya çalışırken, birileri de Muhsin Başkan’ı bulur. Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkanı olarak içeride ve 22 yaşındadır o sene. Belçikalı bir gazeteci, Yazıcıoğlu’na, “Çok geniş kitlelere yayılan, binlerce üyesi olan bir gençlik hareketinin liderisiniz, bunu nasıl başardınız?” diye sorar. Şehit Başkan’ın cevabı ise şöyledir: “Bizim ceddimiz, bizden daha genç yaşta çağ kapayıp çağ açtı, bizimkisi daha ne ki?”


Evet, “fetih” kavramı, genellikle genç nesillerde bir hedefe ulaşma, mücadele etme ve başarıya odaklı bir bilinç ya da ruh hâli geliştirme fikrini ifade eder. Türkiye’de bu terim, özellikle tarihî bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun fetih ruhunu ve bu mirası gençlere aktarma arzusunu çağrıştırabilir. “Fetih şuuru” ifadesi, genellikle Osmanlı tarihindeki fetih anlayışını ve bu ruhun bireyler üzerindeki etkisini ifade eder. 


Türkçede “fetih” “açmak, açılım, (yeni bir açılış üzere) zafer, ele geçirmek” anlamına gelirken; “şuur” ise “bilinç” demektir. Bu bağlamda fetih şuurunun gençlik üzerindeki etkisi, tarihsel bir bilinç ve motivasyonun genç nesiller üzerindeki psikolojik, sosyolojik ve kültürel etkilerini sorgulatır. Fetih şuuru, gençlerde tarihî bir kimlik ve özgüven duygusu uyandırabilir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleme dönemi gibi başarılarla dolu bir geçmiş, gençlere atalarının cesareti, stratejik zekâsı ve inançla hareket etme kapasitesi hakkında ilham verebilir. Bu bilinç, gençlerde bir amaç duygusu oluşturarak mücadele ruhunu ve zorluklar karşısında pes etmeme azmini pekiştirebilir. Örneğin İstanbul’un Fethi gibi olaylar, gençlere imkânsız gibi görünen hedeflerin bile kararlılıkla aşılabileceğini gösterebilir.


Öte yandan, bu şuurun etkisi gençlerin yaşadığı döneme ve kültürel bağlama göre değişebilir. Günümüzde “fetih” kavramı, askerî zaferlerden ziyade kişisel başarı, bilimsel keşifler veya toplumsal ilerleme gibi alanlarda kullanılmaktadır. Eğer fetih şuuru gençlere rekabetçi bir ruh ve yenilikçilik olarak yansıtılırsa, onların girişimci ve lider yönlerini de güçlendirebilir. Fetih şuuru yoksa, ruh da ölü bir bedendedir. 


Fetih, “Kardinal görmektense İslâm sarığını görmek isteriz” dedirtebilmektir. Bizler İslâm’ın usûl ve esaslarını tayin ettiği müminlerden olduğumuzda, Allah Teâlâ, bu ümmete rahmet ve fetih kapılarını yeniden açacaktır. İşte o zaman hiçbir güç, Müslümanları durduramayacaktır. Böyle olduğunda, Şam’da “Allah-u Ekber” diyen müminler, elbette Kudüs’te de fetih namazı kılacaklardır. Fethin gerçeği şehitlerdir. Onlar canlarını adadıklarında zafer gelir. 


Fetih, “imkânsız” denilenin başarı ile sonuçlanmasıdır. Tıpkı İstanbul’un Fethi gibi… Ve Nebevî (sav) bir öğüt vardır ki, “fethedilen yerden göç etmek olmaz”. Müslüman, fethettiği yerden hicret edemez, bunun için mücadele verir. Tıpkı Çanakkale’deki gibi, İstiklâl Harbi’ndeki gibi… Çanakkale’de düşmanın komutanı General Hamilton ne diyordu? “Biz gökten inenleri gördük, elbette mağlûp olduk.” Çünkü zafer, inananlarındır. Yani metafizik, fiziği bertaraf etmiştir.


Dünden bugüne gereken fetih şuuru


İstiklâl Harbi’nde de tıpkı bugün gibi sarılmıştı etrafımız. Cenâb-ı Hakk’ın yardımı geldi. Fazla bir gücü yoktu milletimizin. 15 Temmuz, o galibiyet aklıyla idrak edilebilecek bir zafer değildi. Cenâb-ı Hakk nusret etti. Belki görmedik, meleklerini gönderdi. Gidiyordu memleket. Parçalanıyordu. İmdâd-ı İlâhî geldi.


Fetih, İslâmî ve millî bir kavramdır. Allah’ın eli her daim bu büyük milletin üzerinde olmuştur. Ki bugün dünyada Müslümanların lideri konumunda bu milleti hâkim güç olarak kılmıştır.


Fetih, Allah’ın mülkünde Allah’ın adının yüceltilmesi, kalplerin ve ülkelerin Allah’ın (cc) rahmetine ve adaletine açılması dâvâsıdır. Bu cihette “İstanbul’un fethi” veya “Budapeşte’nin fethi” ile anlaşılması gereken, İslâm olmayan yerin fethedilir olmasıdır. 


Arkasında İstanbul’u ve ulu mabet Ayasofya-i Kebir Camiî’ni bizlere emanet bırakan Fatih Sultan Mehmed Han’ı rahmet ve özlemle anıyor ve onun çok ama çok dikkat çeken şu sözü ile yazımı noktalamak istiyorum: “Allah bu milleti elli yıldan fazla rahata koymasın, alıştırmasın.” (Âmin.)


Kıssadan hisse bu milletimiz için…

 

-------------------------

 

Murat Bardakçı 


Fatih’in mumyası


“FATİH Sultan Mehmed’in mumyalanmış cesedi “Fatih Türbesi” diye bilinen yerde mi, yoksa türbenin 150 metre kadar ilerisindeki caminin mihrabının altında mı?


(…) Biz, Fatih Sultan Mehmed’i kendi inşâ ettirdiği caminin hemen yanı başındaki türbede defnedilmiş biliriz. Ama eskiler, Sultan Abdülhamid’in 1800’lerde yaptırttığı bir araştırmaya dayanarak asıl mezarın başka yerde olduğunu, hükümdarın cesedinin mumyalanıp Fatih Camiî’nin mihrabının tam altındaki bir odaya yerleştirildiğini söylerler. (…) Fatih Sultan Mehmed ile ilgili pek bilinmeyen bir söylentiyi, Fatih’in ‘cenaze macerasını’ yazayım dedim...


1800’lerin sonu, İkinci Abdülhamid’in iktidar yıllarıdır. Nisan yağmurları her zamankinden çok fazla yağmış ve İstanbul’u seller götürmüş, Fatih tarafı göle dönmüş, her tarafı su basmıştır. Büyük selin hemen ertesi günü, Fatih semtinin sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiştir. Abdülhamid’in jurnalciler ordusu da dedikodulardan hemen haberdar olmuş ve sarayı anlatılanlardan anında haberdar etmişlerdir. 


Sultan Abdülhamid, hemen Fatih ve Aksaray taraflarının itfaiye kumandanı olan Mehmed Paşa’yı çağırır. Paşa türbeye gidecek, mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, halkın gördüğü rüyanın doğru olup olmadığını araştıracak ve saraya dönüp rapor verecektir. Abdülhamid, ‘Ne olur, ne olmaz’ diyerek Mehmed Paşa’yı yalnız başına göndermez, yanına güvendiği birini, amcası Sultan Abdülaziz’in damadı olan Şerif Paşa’yı da katar. Ama göndermeden önce her ikisine de türbede göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin ettirir.


Paşalar Fatih Camiî’nin hemen yanı başındaki türbeye gider ve sandukayı kaldırıp mezarı kazarlar. Bir hayli derine inmişlerdir ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak çıkar. Açtıklarında taş bir merdiven görürler. Ellerine birer lâmba alıp merdivenden iner, bu defa derinlere uzanan bir dehlizle karşılaşırlar. Korkmadan dehlize dalar, metrelerce yürür ve ufak bir salonu andıran bir başka mekâna gelirler. Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Bir hayli zorlanarak tabutu açar ve içinde bozulmamış bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını… Yüzü hâlâ zamanında çizilmiş resimlerindeki gibidir.


Hükümdarları ve zamanın önemli kişilerini mumyalamak, Türklerde İslâmiyet öncesi zamanlardan kalma bir âdettir ve birçok Selçuklu sultanının yanı sıra Fatih’in oğlu İkinci Bayezid’e kadar bütün Osmanlı hükümdarlarının mumyalanmış oldukları eski zamanlardan beri zaten söylenmektedir. Ama Asya’da mumyalama, eski Mısır’da olduğu gibi cesedin içini boşaltma ve toprak yerine sargılara gömmek şeklinde değil, başka biçimde, ‘kurutarak’ yapılmakta, cenaze birtakım kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra ‘pastırma’ hâlini almakta ve zaman geçtikçe sertleşmektedir. Bu şekilde mumyalanan cenaze, daha sonra lahdin veya mezar taşının tam altına gelen ve küçük bir odayı andıran bir mekâna yerleştirilmekte ve bu mezarlara Selçuklulardan itibaren ‘zir-i zemin’ yani ‘yeraltı’ denmektedir. Mehmed ve Şerif Paşaların bir dehlizden geçerek girdikleri oda da ’zir-i zemin’ olarak hazırlanmış böyle bir mezar odasıdır ve Fatih Sultan Mehmed’in mumyası da yine pastırma hâlindedir.

Paşalar mumyanın başında bir müddet kalıp dua eder, sonra tabutun kapağını kapayıp hayatta olan bir hükümdarın huzurundan ayrılma protokolüne riayet ederek, sırtlarını mumyaya dönmeden, adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, kapağı kapatır, sandukayı da eskisi gibi yerleştirir ve saraya gidip gördüklerini Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, sellerin Fatih’in cesedini bozmamış olmasından memnuniyet duyar, türbede her şeyin eskisi gibi bırakılmasını buyurur, sonra paşalara ettikleri yemini hatırlatır ve ‘Gördüklerinizi unutunuz!’ diye ihtar eder.

Aradan seneler geçer ve paşalardan biri, Damad Şerif Paşa, yeminini bir tarafa koyup yakınlarına anlatır hâdiseyi. ‘Fatih Camiî’nin bulunduğu yerde eskiden Aya Apostoli Kilisesi varmış ve temelinin altı dehlizlerle doluymuş’ der, ‘Kapağı açtıktan sonra bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih’in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük’.

Şerif Paşa, hâdiseyi 1940’lı senelerde, o zamanın meşhur kalem erbabından olan İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan mûsikîli bir sohbet meclisinde de anlatır ve söyledikleri, o günlerde çıkan bir tarih dergisinde de kısa bir biçimde yayınlanır. Ben, Şerif Paşa’nın bu mumya macerasını, İbnülemin’in konağına devam eden ve Paşa’nın sohbetine şahit olan birkaç kişiden, bundan senelerce önce bizzat dinledim. Bir ara, fethin 500’üncü yıl kutlamaları sırasında mezar odasına yeniden inildiği, hatta Fatih’in saçından bir tutam kesildiği de söylendi.

(…) Fatih Sultan Mehmed’in mumyalanmış cesedinin ‘Fatih türbesi’ diye bilinen yerde mi, yoksa türbenin 150 metre kadar ilerisindeki camiin mihrabının altında mı olduğu hususu, günün birinde bakalım aydınlatılabilecek mi?”