431 Sayılı Kanun’a külliyen karşıyım!

29 Ekim 1923’te yeni bir devlet ve yönetim biçimi kabul edilmiş ve devrik lider neredeyse bir yıldır yurtdışında olduğu hâlde, Hanedan’ın 155 üyesinin bir tehlike olarak görülmesini ve yurtlarından kovulmasının mantığını asla kabul etmiyorum.

“BİRİNİ, ceza olarak, bulunduğu yerden başka bir yerde ikâmet etmeye mecbur etmek.”

İnternette ya da sözlüklerde, üç aşağı beş yukarı aynı kelimelerle yukarıdaki ifadeyi bulursunuz “sürgün” kelimesinin anlamını arayınca.

Yani sürgün, bir cezadır ve suç teşkil eden bir fiilin sonucunda uygulanabilir. Dünyada da genel olarak bu tanıma uygun şekliyle hayata geçirildiğini görüyoruz.

Suç, zamana göre değişken bir anlam içerir. Bugün suç olan, yarın suç vasfını yitirebilir. Kanun koyma yetkisi kimdeyse, suç tanımını yapma hakkı da ondadır günümüz sistemlerinde. Hâlbuki Osmanlı, 623 yıl boyunca suç ve cezayı Allâh’ın Kitabı üzerinden değerlendirdiği için, sultanların değişmesi, sistemin değişmesine sebep olmamıştı. Evet, Osmanlı’da da kanunlar, cezalar, fermanlar değişti, ancak hepsinin dayanağı Kur’ân-ı Kerîm oldu.

Osmanlı’da da sürgün cezası vardı. Kimi zaman ihanet, isyan, kimi zaman da devletin bekâsı sebepleriyle verildi bu sürgün cezaları. Ancak suç işleyen ya da tehlike arz eden kişi ve en çok çekirdek ailesi gönderildi sürgüne. Ailenin sürgüne gönderilmediği onlarca sürgün vakası bulabilirsiniz küçük bir araştırmayla.

***

Geçen haftaki yazımızda saltanatın kaldırılmasındaki mantığı kabul edemediğimi yazmıştım. Ancak konunun bununla bitmediğini hepimiz gayet iyi biliyoruz.

İkinci Meclis’in teşkili ile tüm gücü eline alan Mustafa Kemal, saltanat ve Hilâfet’i Cumhuriyet’in bekâsı için büyük bir tehlike olarak gördüğünü, çıkan kanunlarla tescillemiş oldu. Bunlardan belki de en önemlisi, 15 Nisan 1923’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişikliktir.

Bu değişiklikle, saltanatın kaldırılmasına karşı sözle ya da basın yoluyla muhalefet etmek, vatan hainliği kapsamına girmiş ve cezası idam olarak belirlenmişti.

Bu da yetmedi Mustafa Kemal’e. Gerçi Hanedan’dan ne saltanatın lağvına, ne de Cumhuriyet’e karşı bir tutum vardı. Ama olsun, onların Türkiye’de olmamaları gerekiyordu.

3 Mart 1924’te yani Cumhuriyet’in ilânından sadece 4 ay sonra, bu defa önce Hilâfet mâkâmı lağvedildi, hemen ardından da Hanedan üyelerinin ülkeyi terk etmesi için hazırlanan 431 sayılı Kanun kabul edildi. Kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk, bebek ayrımı yapılmadan, Hanedan’ın tüm üyelerini kapsayan bu kanunla 623 yıllık Osmanlı Devlet geleneği bir yana, binlerce yıllık Türk hanedan geleneği de çöpe atılmış oluyordu.

Şehzadeler 1 ilâ 3 gün, kadınlar 7 ilâ 10 gün içerisinde ülkeyi terk etmek zorundaydı. Kanun 155 kişiyi kapsıyordu ama sürgüne gönderme süreci tamamlandığında 166 kişi, atalarının kılıç gücüyle aldığı bu topraklardan, bir kanun maddesiyle ayrılmak zorunda kalmıştı.

Son Halife Abdülmecid Efendi, kararı İstanbul Valisi Haydar Bey’den almış ve sarayındaki tüm sürgün cezalılarla birlikte aynı gece “Simplon” isimli bir trene bindirilerek Avrupa’ya doğru yola çıkarılmıştı. Tren Avrupa’yı dolaşacak ve tek yön pasaporta sahip Hanedan üyelerini daha önce belirlenen ülkelere bırakacaktı. Sürgün yeri için bir seçme hakkı verilmediği gibi, Hanedan’ın aynı ülkede barınmasının da önüne geçilmişti. Yanlarına verilen para ise 2 bin İngiliz lirası idi. (Bugünkü karşılığını merak ettim ve araştırdım, yaklaşık 20 bin TL.)

Son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin’in aylık maaşı yaklaşık 20 bin İngiliz lirası… Varın, verilen paranın yeterliliğini siz hesap edin artık!

Bu bile Osmanlı soyunun yeni Türk Devleti’ne karşı gelmesine sebep olmadı. Gittikleri yerlerde, beş parasız bir sefalet içinde yaşamalarına rağmen, hiçbiri Cumhuriyet aleyhinde bir girişimde bulunmadılar. Sadece Abdülmecid Efendi, sürgün hayatının ilk günlerinde, bu kararı tanımadığını ifade etmiş, daha sonra da asla herhangi kişi ya da dernekle birlikte hareket etmemeye özen göstermişti.

16 Kasım 1922’de yani saltanatın kaldırılmasından tam 15 gün sonra, son Osmanlı Sultanı ülkeyi terk etmiş ve buna gerekçe olarak, “Gücünden ayrılmış çıplak bir Hilâfeti red veya kabul etmek mecburiyetinde ve Anadolu’ya saldırıları def etmeye memur eylediğim Mustafa Kemal’in karşısında kaldım. Kendimde ne böyle bir Hilâfet biçimine karşı koyma, ne de baş eğme imkânını görmeyerek kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye kadar geçici olarak tehlikeli bölgeden ayrılmaya karar verdim” cümleleriyle ortamı germemekteki kararlılığını alenen belirtmiştir.

***

29 Ekim 1923’te yeni bir devlet ve yönetim biçimi kabul edilmiş ve devrik lider neredeyse bir yıldır yurtdışında olduğu hâlde, Hanedan’ın 155 üyesinin bir tehlike olarak görülmesini ve yurtlarından kovulmasının mantığını asla kabul etmiyorum.

Sultan Abdülhamid Han’ın torunu Osman Nami Osmanoğlu’nun yıllar sonra, “Gurbeti, vatansızlığı anlayamazsınız. Hepimizin evinde Türk toprağı vardı. Yıllarca başucumda Çamlıca toprağı ile yattım. Aç kaldım, hamallık yaptım, her işi yaptım. Keşke Türk topraklarında olsaydım da yine aç kalsaydım” diyerek anlattığı gurbet acısının hakkını ahirette kimden isteyeceği de malûmumuzdur.