“BİRİNİ, ceza olarak, bulunduğu yerden başka bir
yerde ikâmet etmeye mecbur etmek.”
İnternette
ya da sözlüklerde, üç aşağı beş yukarı aynı kelimelerle yukarıdaki ifadeyi
bulursunuz “sürgün” kelimesinin
anlamını arayınca.
Yani
sürgün, bir cezadır ve suç teşkil eden bir fiilin sonucunda uygulanabilir.
Dünyada da genel olarak bu tanıma uygun şekliyle hayata geçirildiğini
görüyoruz.
Suç,
zamana göre değişken bir anlam içerir. Bugün suç olan, yarın suç vasfını
yitirebilir. Kanun koyma yetkisi kimdeyse, suç tanımını yapma hakkı da ondadır
günümüz sistemlerinde. Hâlbuki Osmanlı, 623 yıl boyunca suç ve cezayı Allâh’ın
Kitabı üzerinden değerlendirdiği için, sultanların değişmesi, sistemin
değişmesine sebep olmamıştı. Evet, Osmanlı’da da kanunlar, cezalar, fermanlar
değişti, ancak hepsinin dayanağı Kur’ân-ı Kerîm oldu.
Osmanlı’da
da sürgün cezası vardı. Kimi zaman ihanet, isyan, kimi zaman da devletin bekâsı
sebepleriyle verildi bu sürgün cezaları. Ancak suç işleyen ya da tehlike arz
eden kişi ve en çok çekirdek ailesi gönderildi sürgüne. Ailenin sürgüne
gönderilmediği onlarca sürgün vakası bulabilirsiniz küçük bir araştırmayla.
***
Geçen
haftaki yazımızda saltanatın kaldırılmasındaki mantığı kabul edemediğimi
yazmıştım. Ancak konunun bununla bitmediğini hepimiz gayet iyi biliyoruz.
İkinci
Meclis’in teşkili ile tüm gücü eline alan Mustafa Kemal, saltanat ve Hilâfet’i
Cumhuriyet’in bekâsı için büyük bir tehlike olarak gördüğünü, çıkan kanunlarla
tescillemiş oldu. Bunlardan belki de en önemlisi, 15 Nisan 1923’te Hıyanet-i
Vataniye Kanunu’nda yapılan değişikliktir.
Bu
değişiklikle, saltanatın kaldırılmasına karşı sözle ya da basın yoluyla
muhalefet etmek, vatan hainliği kapsamına girmiş ve cezası idam olarak
belirlenmişti.
Bu
da yetmedi Mustafa Kemal’e. Gerçi Hanedan’dan ne saltanatın lağvına, ne de Cumhuriyet’e
karşı bir tutum vardı. Ama olsun, onların Türkiye’de olmamaları gerekiyordu.
3
Mart 1924’te yani Cumhuriyet’in ilânından sadece 4 ay sonra, bu defa önce
Hilâfet mâkâmı lağvedildi, hemen ardından da Hanedan üyelerinin ülkeyi terk etmesi
için hazırlanan 431 sayılı Kanun kabul edildi. Kadın, erkek, yaşlı, genç,
çocuk, bebek ayrımı yapılmadan, Hanedan’ın tüm üyelerini kapsayan bu kanunla
623 yıllık Osmanlı Devlet geleneği bir yana, binlerce yıllık Türk hanedan
geleneği de çöpe atılmış oluyordu.
Şehzadeler
1 ilâ 3 gün, kadınlar 7 ilâ 10 gün içerisinde ülkeyi terk etmek zorundaydı.
Kanun 155 kişiyi kapsıyordu ama sürgüne gönderme süreci tamamlandığında 166
kişi, atalarının kılıç gücüyle aldığı bu topraklardan, bir kanun maddesiyle
ayrılmak zorunda kalmıştı.
Son
Halife Abdülmecid Efendi, kararı İstanbul Valisi Haydar Bey’den almış ve
sarayındaki tüm sürgün cezalılarla birlikte aynı gece “Simplon” isimli bir
trene bindirilerek Avrupa’ya doğru yola çıkarılmıştı. Tren Avrupa’yı dolaşacak
ve tek yön pasaporta sahip Hanedan üyelerini daha önce belirlenen ülkelere
bırakacaktı. Sürgün yeri için bir seçme hakkı verilmediği gibi, Hanedan’ın aynı
ülkede barınmasının da önüne geçilmişti. Yanlarına verilen para ise 2 bin
İngiliz lirası idi. (Bugünkü karşılığını merak ettim ve araştırdım, yaklaşık 20
bin TL.)
Son
Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin’in aylık maaşı yaklaşık 20 bin İngiliz lirası…
Varın, verilen paranın yeterliliğini siz hesap edin artık!
Bu
bile Osmanlı soyunun yeni Türk Devleti’ne karşı gelmesine sebep olmadı.
Gittikleri yerlerde, beş parasız bir sefalet içinde yaşamalarına rağmen, hiçbiri
Cumhuriyet aleyhinde bir girişimde bulunmadılar. Sadece Abdülmecid Efendi,
sürgün hayatının ilk günlerinde, bu kararı tanımadığını ifade etmiş, daha sonra
da asla herhangi kişi ya da dernekle birlikte hareket etmemeye özen
göstermişti.
16
Kasım 1922’de yani saltanatın kaldırılmasından tam 15 gün sonra, son Osmanlı
Sultanı ülkeyi terk etmiş ve buna gerekçe olarak, “Gücünden ayrılmış çıplak bir Hilâfeti red veya kabul etmek
mecburiyetinde ve Anadolu’ya saldırıları def etmeye memur eylediğim Mustafa Kemal’in
karşısında kaldım. Kendimde ne böyle bir Hilâfet biçimine karşı koyma, ne de
baş eğme imkânını görmeyerek kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye
kadar geçici olarak tehlikeli bölgeden ayrılmaya karar verdim” cümleleriyle
ortamı germemekteki kararlılığını alenen belirtmiştir.
***
29
Ekim 1923’te yeni bir devlet ve yönetim biçimi kabul edilmiş ve devrik lider
neredeyse bir yıldır yurtdışında olduğu hâlde, Hanedan’ın 155 üyesinin bir
tehlike olarak görülmesini ve yurtlarından kovulmasının mantığını asla kabul
etmiyorum.
Sultan
Abdülhamid Han’ın torunu Osman Nami Osmanoğlu’nun yıllar sonra, “Gurbeti,
vatansızlığı anlayamazsınız. Hepimizin evinde Türk toprağı vardı. Yıllarca
başucumda Çamlıca toprağı ile yattım. Aç kaldım, hamallık yaptım, her işi
yaptım. Keşke Türk topraklarında olsaydım da yine aç kalsaydım” diyerek anlattığı gurbet acısının hakkını ahirette
kimden isteyeceği de malûmumuzdur.